Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

KÖRÜNOĞLU VE KÖR TANIŞ

24 Mayıs 2010 0 comments Article Anılar

KÖRÜNOĞLU VE KÖR TANIŞ

Osman Gökçe

Karacaoğlan’ı, Kerem’i, Dadaloğlu’nu ve diğer bir çok ünlü ozanlarımızı iyi bilirdi. Bunların bir çok şiirlerini ezbere okurdu. Yalnızca ünlüleri değil, bunlar kadar ünlenmeyen pek çok Çukurova aşıklarını, Toros aşıklarını da bilirdi. Kozan Bucaklı Aşık Deli Hazım’ı, İslahiye Fevzipaşalı Aşık Gül Ahmet Yiğit’i, Kadirli Azaplı köyünden Aşık Osman Feymani’yi, Feke Tokmanaklı köyünden Aşık Hacı Karakılçık’ı, Feke Gürümze köyünden Aşık Eyyubi’yi, Aşık Alkış Kargış’ı, Düziçili Aşık Osman Esen’i, Aşık Ayşe ve Muzaffer Çağlayan ikilisini, Aşık Duran Sihlioğlu’nu, Aşık Kul Mustafa’yı  ve daha pek çok aşıkları da bilirdi. Verimli toprağı gibi toplumu da verimli ve bol aşıklıydı Çukurova’nın.  O da aşıkların aşığıydı. Neredeyse bu aşıkların tümünün adlarını sayar döker ve bunlardan üçer beşer mısra okuyabilirdi. Bunların çoğunun yaşamöyküleri ile ilgili bilgiler verebilirdi.

Yöresinde söylenen türküleri, türkü çağırıcılarını, yakılan ağıtları, ağıt yakıcılarını ve  bütün bunlarla birlikte anlatılan öyküleri de bilirdi. Bildiklerini de, başından geçenlerin duygusallığı içerisinde ve doyumsuz bir keyif bağışlayarak anlatırdı dostlarına dost sohbetlerinde. “Yüce dağlar ne kararıp pusarsın-Aştı m’ola kömür gözlüm başından” derken, konduğu yaylasından göçüp gittiği için aşık olduğu kızı kaybeden Karacaoğlan gibi dertlenirdi Kozan’ın  Elmalı yaylasının başında. Dinleyenler öyküyü kendileri yaşamış gibi olurdu. Dili teklerse, bir isim, bir mısra ya da bir dörtlük aklına gelmezse “Hasta olup ateşim çıkınca bülbül kesiliyorum, her şeyi daha iyi hatırlıyorum” diye nükteli bir yorum getirirdi hafızasının azizliğine.

Halkın içinde yaşardı o. Anlattıklarını halktan öğrenmişti. Cilt cilt canlı kitaplar gibiydi. Abisi Kadirli Noteri Mahmut Köksal onun için “Hilmi’yi ararsanız sela sesine gidiniz, davul sesine gidiniz” derdi. Çünkü kimin ölüsü varsa Hilmi Ağa oradaydı, cenazeyi kaldırmak için, yası paylaşmak için. Kimin düğünü, şenliği varsa Hilmi Ağa yine oradaydı, sevince katılmak için ve külfete ortak olmak için.

Başına bir iş gelen garibanlar, işsiz olup iş arayanlar, çocuğunu tayin ettirmek isteyenler, hastalığına ve hastasına  şifa peşinde koşanlar velhasıl tüm dertliler Hilmi Köksal’ı bulurdu. Herkes için üşenmeden, bir şey beklemeden elinden gelen herşeyi yapardı. Gururlarını incitmemek için kendisine halk denen alt sınıfın babasıydı o. Daha da önemlisi o, bu halkın en başarılı öğrencilerinden birisiydi de.

Çünkü, yazılı kaynaklara yansımış olan aşkları,  aşıkları, onların şiirlerini, öyküleri, türküleri, fıkraları vb kültürel değerleri bilmek de, bunları başkaları ile paylaşmak da elbette  önemlidir. Bu hüneri gösterenleri de önemsemek ve kutlamak gerekir. Onlara minnet duymak gerekir. Ancak, daha da önemlisi, maalesef henüz yazılı kaynaklara yansımamış ve yalnızca sözlü geleneklerde yaşamakta olan bu tür kültürel değerleri, toplumun bu tür birikimlerini zaman içerisinde yitip gitmeden toplumun kendisinden öğrenmek, öğrenilenleri de başkaları ile paylaşmaktır. Hilmi Ağa daha çok da bu ikincisini yapıyordu. Bu nedenle, o halkın yalnızca babası değil aynı zamanda çok iyi ve başarılı bir öğrencisiydi.

Halkın içinde yaşıyor ve halktan öğreniyordu. Üstelik bu onun, belirli bir amaçla çaba göstererek, amacına böylesinin daha uygun olduğunu düşünerek bulunduğu bir davranış da değildi. Bu onun olağan haliydi, o böyleydi çünkü.

Onun dilindeki yalnızca Kadirli-Kozan çekişmesi ile ilgili fıkralar bir küçük kitapçık oluşturabilirdi. Ama o yazıcı değil, anlatıcı idi. Yazacak olanlar için çok değerli bir kaynaktı. Umarım araştırıcılar, akademisyenler, yazarlar ve diğer ilgililer böylesi kaynakları kurumadan, kurutmadan zamanında değerlendirebilirler.

Hilmi Köksal, bir hastalığı sırasında evinde yatarken, köyden ziyarete gelen yaşlı bir köylü kadının, yanına eli boş gelmemek için, önce çarşıya gidip fırından bir somun alıp eteğine sararak sıcak sıcak kendisine getirişini, gözleri dolarak “Hayatımda yaşadığım en büyük mutluluk budur” diye anlatırdı. Herkesin böylesi mutluluklara erişmesi dileğiyle, ondan öğrendiğim iki aşk öyküsünü ve bunlarla ilgili ağıtları aşağıda veriyorum. 

Körünoğlu’nun Ağıdı

Körünoğlu, Göksun’da sanıyorum Çamurlu’dan zengin bir ailenin çocuğu ve adı genç kızların hayalini süsleyen yakışıklı bir delikanlıdır. Ancak onu, hiç kimsenin kendisine yakıştıramadığı amcasının kızı ile gönülsüz olarak evlendirirler. Körünoğlu eve, yere, yurda sığmaz olur. Mutsuzdur.  Kendisini dışarılara atar. Çeşitli gerekçeler uydurarak ikide bir gezilere çıkar, uzak ellere gider. Gittiği yerlerde günlerce kalır.

Böyle bir gezide Körünoğlu’nun yolu Sivas ellerine düşer. Bir beye konuk olur ve beyin, üzerinde bir başkasının gözü olan kızına tutulur. Evlenirler. Aradan zaman geçer, kinler törpülenir, kırgınlıklar ve kızgınlıklar yumuşar, hasımlıklar hısımlıkla silinir  ve birgün Körünoğlu atları eyerler, kuyruklarını düğümler ve eşi ile birlikte eşinin baba evine ziyarete gitmek üzere yola koyulurlar.

Durumu öğrenen, geçmişi içlerine sindiremeyen ve kinlerini yüreklerinde saklı tutan kızın eski sevdalısı ve yakınları Bağırsak Deresi’nde İnci Mağarası denen yerde pusu kurarlar. Körünoğlu’nu alışılmadık acı bir biçimde hançerleyerek öldürürler, üzerini başını soyarlar, şalvarını çıkartırlar, kaynata ve kaynana görümlük giysilerini kendileri giyerler, eşine işkence ederler, döverler ve  onu alır götürürler. Bir yıl geçer aradan. Kız bir fırsatını bulur, Körünoğlu’nun mezarını ziyarete gider ve aşağıdaki ağıdı yakar.     

Yılın yetti yoklamadım
Çalını çekmeye geldim
Ayan olsun sürmel’eşim
Derdimi dökmeye geldim

Düşman karşıdan çıkınca
Sen atını kaldır hara
Ayan olsun sürmel’eşim
Ağ kollarım kara kara

Düşman karşıdan çıkınca
Öldüm yalvarı yalvarı
Ayan olsun sürmel’eşim
Düşman giyiyor şalvarı

Ben söylerim ben bellerim
Sivas’a mektup yollarım
Senin için sürmel’eşim
Yenge beşiği sallarım

Atımız inmez inişten
Heybemiz dolu yemişten
Hodul gezer sürmel’eşim
Tabaka taşır gümüşten

İnci Mağara Deresi
Ne çok çekiyor arası
Bir kurşuncuk sıkın ölsün
Zor olur hançer yarası

Kör Tanış

Olay, Andırın’ın Tanış köyünde geçer. Sek sek oynayarak, evcilik oynayarak başlayan Senem’le Tanış’ın arkadaşlığı kuzu güderek, inek otlatarak devam eder ve giderek aşka dönüşür. Ne var ki bu iki aşığın aileleri birbirlerini sevmezler ve bu evliliğe karşı çıkarlar. Bir rivayete göre, Senem’in ailesi Gayrimüslimdir ve kızlarını bir Müslümanla evlendirmek istemezler. Ama durumun da bir çıkmazda olduğunu görürler. Senem’in ailesi çareyi kaçmakta bulur. Bir gece göçü yükler, koyunu, kuzuyu, ineği önüne katar ve Torosları aşarak geride kalanların bilmediği İç Anadolu’ya dönük bir köye gider ve oraya yerleşir. Yani Senem’i kaçırır.

Aradan yıllar geçer, birgün Tanış’ın bir köylüsü, alışılmış olduğu gibi gölüklerine meyveler yükler ve kış hazırlığı için zahire ile değiştirmek üzere Toros ardı  tahıl tarımı yapan ova köylerine gider. Çünkü, Andırın dağlık bir bölgedir. Daha çok çeşitli meyve ve bağ türü tarım yapılır. Bu nedenle de Andırın köylüleri zahire gereksinimlerini meyveleriyle takas ederek ya da meyvelerini satarak karşılarlar.

Andırınlı köylü meyvelerini satar, zahiresini alır ve fakat gün akşam olur. O gece orada yatması gerekir. Kendisini konuk edecek bir ev sahibi arar. Köylüler muhtarın evini gösterirler. Selamünaleyküm der ve muhtara konuk olur.

Muhtar genç bir adam, sofrası açık, hali vakti yerinde, sevilen ve sayılan bir kişidir. Tanış’ın köylüsünü de hoşnutlukla karşılar. Denkler çözülür, yükler indirilir, üstü kapalı yerlere yerleştirilir ve gölükler ahıra çekilerek yemlenir. Tanrı misafiri, temiz bir konuk odasında ağırlanır. Yemekler yenir,  sohbetler edilir ve köylerde alışılmış olduğu üzere çok gecikmeden yatsı namazı sonrası herkes yatar ve sabahleyin erkenden uyanılır.

Yolcu, gölükleri yükleyip ev sahiplerine minnetle “Kalın sağlıcakla” diyeceği sırada, gelişinden beri kendisine sıcak davranan, yakın duran,  çokca ilgi gösteren  evin  yaşlı kadını ve muhtarın annesi öndeki gölüğün yularından yapışır. “Bre oğlum, akşamdan beri fırsat bulup soramadım, sen nerden gelirsin, nereye gidersin?” der. Çünkü gördüğü andan itibaren adamın giysileri, gölüklerin semerleri, kolanları, yularları, arkadaki heybe yaşlı kadına bildik bildik gelir, ılık ılık yüreğini ısıtır, bulanır, sesi boğazında düğümlenir ama bir şey söyleyemez.

Yanıtını alınca da yaşlı nine sesinin en duygusal tınısı ile “Sizin köyde Tanış diye biri olacaktı, yaşıyor mu” diye sorar. Genç yolcu önce düşünür, yutkunur “Öyle biri yok” der. Sonra “Haa” diye ekler. “Köyün üst ucunda, tek gözlü bir evde, hiç evlenmediği için yalnız yaşayan, kimsesiz, Kör Tanış diye bilinen, kendi kendine saz çalan, yaşlı bir ihtiyar var. O olabilir mi” der.

Nine gölüğün yularını daha da sıkı tutar. Vaktiyle elinden kaçırdığı sevgilisi Tanış gibi elinden kaçırmamacasına yulara yapışır. “Unutursan vebalim boynuna olsun oğlum. Köye varınca Tanış’a git, ona selamımı söyle  ve (Senem daha ondördündeki gibiymiş)  de” diye ant verir.

Konuk, tembihatı çok da önemsemez bir havada “Başüstüne”der ve yola koyulur. Köyüne gelir. Güz gelmiş ve kış yaklaşmaktadır. Herkes  iş güç telaşı içerisindedir. Yaşlı ninenin verdiği ant köylünün aklından çoktan çıkmıştır.  Ama birgün, ikindi üzeri tarladan dönerken o tek gözlü, duvarları taştan ve toprak damlı evin güneye bakan ılıkca duluğunda, feri sönmekte olan güneşe karşı belini duvara yaslamış bir biçimde yapayalnız oturan Kör Tanış’ı görür. Muhtarın yaşlı annesinin sözleri birden aklına gelir ve uzaktan yüksek sesle “Tanış emmi, Tanış emmi” diye bağırır, yanına yaklaşır, olanları anlatır ve döner gider.  

O, sıradan bir söz ve sıradan bir selam gibi getirdiği haberi söyler ve yine sıradan bir havada çeker gider, gider de Kör Tanış oturduğu yerde yığılır kalır. Kendini zar zor toparlar, ayağa kalkar, kilitsiz ve iple bağlı olan kapının ipini çözer, tek gözlü evine girer.  Ardıç ağacından yapılmış orta direkte asılı duran ve çoktandır eline almadığı dert ortağı sazını elleri titreyerek yerinden alır, ocağın başına oturur ve bizim oralarda Kör Tanış’ın Senem Türküsü diye bilinen türküyü yakar.

Bir selam geldi de nazlı Senem’den
Deli gönül coş olmaya başladı
Akmaz idi kör pınarın suları
Suyu geldi çağlamaya başladı

Bir selam geldi de nazlı Senem’den
Deli gönül coş olmaya başladı
Senem geldi seksen doksan yaşına
Benimki de yüz olmaya başladı

Senem’in giydiği gene mi sarı
Yıkılmış değirmen bozulmuş peri
Çoktan ahraz olan sazın telleri
Avaz verip sızlanmaya başladı

“Türkü uzun” diyor Hilmi Köksal. Ama o da Kör Tanış gibi yaşlanmış ve kendi Senem’ini de yitirmiş. Ancak bu kadarını anımsıyor. Gözleri doluyor. Zaten Hilmi Köksal bu öyküyü her anlattığında kendini tutamaz ve ağlardı. Düşünürüm de her dağın bir dumanı vardır ve kim bilir, belki her yiğidin de bir Senem’i, her Senem’in de bir Kör Tanış’ı vardır. Rahmet olsun bizden önceki Senemlere ve Kör Tanışlara.

 

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress