
BİZİM EZO GELİNİMİZ
BİZİM EZO GELİNİMİZ
“Gümüş” dedi babam, alçak, kaygılı ve gene de emredici bir ses tonuyla, “Osman’ı kaldır, giyinsin. Tombak’a gidecek”. Anam itaatkar bir kul gibi başucuma sessizce yaklaştı, benim yataktan doğrulduğumu gördü, eliyle başımı tuttu, usulca, yumuşak bir sesle ve korku içinde “Haydi oğlum” dedi.
İlkokul dördüncü ya da beşinci sınıftaydım. Aralık ayının sonlarıydı. Toprak damlar çatır çatır çatırdıyordu geceleri ayazdan. Söğüt dalları salkım salkım püsük kuyruğu (1) tutmuştu. Esendere’nin suyu, iki kenarı gömgöy buzlar arasında foşurdayarak akıyordu. Köyün içindeki abara denen değirmen arkı karmış, sağı, solu ve üstü buza kesmişti. Küçük Ömerler’in değirmeninin arkasında oluklara dökülen sular sütun sütün buzdan direkler oluşturmuştu. Karnın tok, üstün pek ve sorunun yoksa görülmeye değer güzellikteydi Ericek o günlerde.
Bu sabah okul var mıydı, yok muydu bilemiyorum. Bana göre babam bunu, benim için önemli de görmezdi zaten. Rifat Öğretmen herkese duyurmuştu çünkü. “Osman gibi öğrencim olsun, ayağımı havaya dikip yatabilirim. Bana çok iş düşmez” demişti. Bana güvenini göstermiş, beni övmüş ve ödüllendirmişti. Bir gün okula gitmemekten bir şey olmazdı. Dersim de aksamazdı babama göre. Daha doğrusu ben böyle düşünüyordum. Babamın böyle düşünebileceğini sanıyordum.
Sabahına böyle uyandığım o akşam bizim ev sessizdi. Babam konuşmuyordu. Hanımlara pek bir şey demiyor ve onlara herhangi bir konuda bir soru yöneltmiyordu. Şunu getir, bunu götür gibi kısa emirlerin dışında suskundu. Bana da, sık sık yaptığı gibi “Bu gün ne okudun, ne öğrendin” diye bir şey sormamıştı. Küçükleri kucağına alıp sevmemişti. O konuşmayınca kimse konuşmazdı evin içinde. Hepimiz korkardık böylesi durumlardan ve arkasından gelebilecek olanlardan. Kendi dahil, hepimiz de erkenden yattık o gün. Ancak, kim ne kadar uyudu bilinmez.
Aslında, o sabah babam anama uyandırılmamı söylemeden önce de uyanmıştım. Babamın ırbığı (ibriği) alıp ayakyoluna çıkarken ayağının bir şeye takılıp tökezlediğini, kapıya çarptığını ve kızgınlıkla homurdandığını duymuştum. Dışarıdan dönünce de yatağa girmemişti. Kısık olan gaz lambasının ışığını yükseltmiş, Kuran okumaya başlamıştı. Önce, herhalde kimseyi uyandırmamak için, fısıltı ile okuyordu. Sonra giderek sesi yükseldi, Esendere gibi gürül gürül gürüldedi, duygusallaştı ve benim için hüzünlü bir müzik havasına döndü.
Babam Kuran-ı Kerimi tecvitli okurdu. Sesi de güzeldi. Ağıtlar yakar, Yunus’tan ilahiler söyler, Karacaoğlan’dan türküler çağırırdı. Gözü yaşlı bir devdi. Gizlemeden, gizlenmeden ve sorun etmeden ağlardı. Şimdi de öyle olmuştu. Giderek yükselen sesi incelmeye başlamış ve ağlama kıvamına gelmişti. Kitabı yavaşça kapattı, özenlice kılıfına koydu, yerine astı.
Anama, beni hazırlama talimatını verdikten sonra kendisi de ahıra indi. Katırları hazırlayıp çıkaracaktı. Döndüğünde ben de hazırdım. “Bir şey yedin mi” dedi. “Orada eğlenme, oturup yemek yeme, ayaküstü dön, Duran’ı al, gel” emrini verdi. Anam da uyumluca ve yumuşak bir sesle “Bu saatte çocuğun boğazından ne geçer, ikicik ceviz kırdım, bir pança (2) kuru üzüm ve biraz kuru tarhana ile cebine koydum. Acıkırsa yer” dedi.
Kulaklarım ve yüzüm üşümesin diye başıma poşu bağlandı. İki sarı katırdan birine bindim diğerini de terkime bağladılar. Gecenin kör karanlığında Esendere Aşağı Bucak’ın yolunu tuttum. Anam görmüştü, dedemden kalan gümüş saplı hançeri belime soktuğumu. Ama sesini çıkarmamıştı. Babama duyurmamıştı. Çünkü babam görse ya da duysaydı kızardı. Babam yeri geldikçe, silahın insana kof bir yiğitlik, yalancı bir cesaret duygusu verdiğini ve gerçek yiğidin silaha ihtiyacı olmadığını söylerdi. O bunu söyler, bunu bilirdi ama, gecenin bu ilk horoz ötümü saatinde yani sabah namazından yaklaşık 1-2 saat kadar önce, Esendere Aşağı Bucak’ta, katır sırtında yapayalnız yolculuk edecek bu küçücük çoçuğun korkusunun Berit Dağı’ndan bile büyük olduğunu da bilebilir miydi, bilemiyorum.
***
Çaçalar’ın köyün alt ucundaki mezarlığını ve şıltakçı (3) köpeklerini fazlaca umursamadan, iki yanı canlı iğde çiti olan yoldan geçerek Esendere’nin üzerindeki İbişoğullarının Köprü’ye vardım. Köprü yalnızca yayalara özgüydü. Büyük baş hayvanlar ve kağnı geçemezdi. Sağını, solunu ve üstünü örten bir söğüt koridoru içinde gürültü ile akıp giden suya katırlarımla girdik ve bir çırpıda karşıya ulaştık, sorunsuzca.
Sorunsuzca diyorum, çünkü burası çocuklar arasında şaibeliydi. Cinliydi burası. Katırlarımın önüne cin çıksaydı bir adım bile atamazlardı. Ne eşşek, ne katır ve ne de at önlerine cin çıkarsa binicisi istediği kadar boynunun köküne biz dürtsün, değneklesin, istediği kadar tepiklesin, kırbaçlasın hayvanlar yerinden kımıldamazlar, olduğu yerde çakılı dururlardı. Çocuklar arasında böyle söyleniyordu. Ben de böyle biliyordum. Ama katırlarım hiç duraksamadı ve ben Ericek-Tombak yolunun en tehlikeli geçitlerinden birisini atlatmıştım. İbişoğullarının Köprü’deki cinlerden kurtulmuştum.
Esendere’nin sol geçesinden katırlarım tırıs tırıs gidiyordu. Danabaşların Pınarı’nın önünden, Hamitler’in bucak tarlalarının arkasından ve Koconun Kömü’nün karşısından geçtim. Biraz aşağıda Mecitler vardı. Burada İbez Omarlar ve Gavgav Mahmutlar diye bilinen iki aile yaşardı. Ağaçların içerisine gömülü iki ev, birisi ağ toprak sıvalı ve iki katlı, diğeri kerpiç ve kara toprak sıvalı. İkincisi Türk olan ve Urumkocalar’dan gelip yerleşen İbez Omar’ın eviydi. Evlerin hemen altından Esendere akar, üst yanından bir sulama arkı ve onun üstünden de Tombak yolu geçerdi.
Mecitler, bu adla bilinen, eskiden burada oturan ve burada dedemin kardeşi Çakal Halil’i öldüren bir Çerkes ailesinden alıyordu adını. Ama onlar gitmişlerdi. Onlar gitmişlerdi de yerlerine yine bir Çerkes ya da Çeçen ailesi olan Gavgav Mahmutlar gelmişlerdi. Gavgav Mahmutlar da bir adam öldürmüşlerdi. Hem de komşuları İbez Omar’ın büyük oğlu ve Hürü teyzemin kızı Melek ablanın kocası Süllü’yü öldürmüşlerdi.
Gavgav Mahmutlar’ın ak itleri, İbez Omarlar’ın da kırçıl itleri vardı. Ama, evlerinin aralarında incecik bir yol olan bu iki düşman ailenin köpekleri de birbirlerine düşmandılar. Onlar da birleşip yukarı yoldan geçen yolculara saldıramazlardı. Güç birliği edemezlerdi. Bu düşman itler başka bir çıtırtıya, gürültüye ya da tehlikeye karşı avlularından çıkacak ve saldırıya geçecek olsalar bile o çıtırtıyı, gürültüyü ya da tehlikeyi hemence bırakırlar ve birbirlerine saldırırlardı. Bu, gerçekten böyleydi. Bu özelliği İbez Omar’ın küçük oğlu Ceceli ile arkadaşlığım nedeniyle ve Tombak yolculuklarımda sıkça uğradığım Melek abladan dolayı biliyordum. Dolayısıyla Mecitler’den geçerken itlerden korkmuyordum. Düşündüğüm gibi de oldu. Mecitler’de itlerin saldırısına uğramadım.
Ne var ki burası, iki cinayetin işlendiği bir yerdi. Biraz ileride ve yolun solunda Çakal Halilin Düşeği vardı. Her Tombak’a gidiş gelişimde düşeğe bir taş atardım. Habba ablam da bunu sıkı sıkı tembih ederdi bana. Böylece, dedemizin kardeşi Çakal Halil’in kanı unutulmayacak ve anısı yaşatılacaktı. Ancak şimdi karanlıktı. Katırdan inemezdim, taş bulamazdım. Bir taraftan bunlar geçiyordu kafamdan, bir taraftan da hiç tanımadığım ve yüzünü hiç bilmediğim Çakal Halil’in bana, düşekte oturuyor ve beni bekliyor gibi gelen hayaletini görür gibi oluyordum.
Sanki her çalının, her karartının arkasında bir adam varmış da birilerinin yolunu bekliyor ve birilerini öldürmek için pusuda yatıyormuş duygusuna kapılıyordum. Yenilerde öldürülmüş olan Melek ablanın kocası Süllü’nün ruhunun görünmez biçimde sağımda solumda dolaştığını duyar gibi oluyordum. Süllü’nün kardeşi Mehmet’in Gavgavlardan birisini öldürmek için ıssızlarda ve gecenin karanlıklarında fırsat aradığı söylenip duruyordu. Mehmet Gavgavlar’dan birisini vuracaktı ama cinayet tanıksız işlenmeliydi. Yerel anlatımla, Allahın bol kulunun kıt olduğu bir durumda gerçekleştirilmeliydi. Bu tür konuşmaları çocuklar arasında bile duyuyordum. Herkes bir cinayet haberi bekliyordu. Her an, her çıtırtıda ve her karartıda eli tetikte, silahı üzerime doğrultmuş bir adam varmış gibi ürperiyordum. Katırın üzerinde büzülmüştüm, küçülmüştüm. Arkamdan ovaya doğru Berit yeli esiyordu. Mecitler’i geçtim.
***
Daha sonra da çok geçtim bu yoldan. Her geçişimde de o geceyi anımsadım. Olan biteni yanımdakilere anlattım. “Mehmet, Süllü’nün hayfını aldı mı” diye soranlar oldu. Mehmet, Süllü’nün hayfını almadı, avradını aldı üç beş zaman sonra.
Gelenek, görenek gereği Süllü’ye de ağıt yakılmış olabilirdi öldürüldüğünde. Anlatıldığına göre, Süllü şersiz, şorsuz (4), hatır bilir, gönül bilir, ehliz (5) bir genç adamdı. Çevresi ile sorunsuzdu ve sevilirdi. Zülüf sallama yaşında eşi Melek dul, henüz eşikte beşikte olan oğlu Arif de yetim kalmıştır. Acı bir olay yaşanmıştır. Mutlaka ağıt yakılmıştır. Ancak, eğer böyle bir ağıt varsa da, ben bulamadım.
Ama ben Süllü ile ilgili başka bir ağıt buldum. Süllü öldürülünce değil de daha sonra yakılmış bir ağıt. Eşi Melek’in kaynı Mehmet’le evlendirilmesi sırasında yaktığı söyleniyor. Melek’in görümcesi Hürü Koco’dan aldım.
SÜLLÜ’NÜN AĞIDI
Esendere kanlı bucak
Yeni söndü senin ocak
Şu sefil Süllü’nün kanı
Kim derdi yerde kalacak
Ağaçlar meyve döküyor
Arif boynunu büküyor
Soyka kalası geceler
Gene mi şafak söküyor
Kır demedin, pur demedin
Gece gündüz bel belledin
Diktiğin meyveler oldu
Dalından bir tek yemedin
Bak ne hallar geldi başa
Avrat oluyom gardaşa
İki gözüm iki çeşme
Düşmanlar durmuş tamaşa
Bu ne zulum bu ne töre
Bizi de koydun dertlere
El aleme mal mülk gerek
Canından oldun boş yere
Gardaş eli tutulur mu
Kanlı yere yatılır mı
Namus bana ar geliyor
El kirine satılır mı
Ölümün kadar zor geldi
Dünya başıma dar geldi
Beni de toprağa gömün
Köynek etime nar geldi
***
Mecitler’den sonra Pıtıklar gelir, 5-10 evlik bir yerleşim yeri. Tombak’ın yolu bu obanın biraz berisinde ikiye ayrılır. Sağdan gidilirse Pıtıkların, Oruçlar’ın içinden ve daha aşağıda da Sarıgüzel’in alt kenarından geçilir. Yol Esendere’nin kıyısına iner, söğütler, bükler ve çalılıklar içinde devam eder. Tombak’a girmeden önce de soldan Esendere’ye dökülen Ekmeklik deresini keserek köye ulaşılır. Bu yola Bucak Yolu diyorlar.
Sağa değil de sola sapılır ve Esendere’den çıkarılmış büyük sulama arkının kerarından gidilirse yerleşim yerlerinin daha uzağından geçilir. Dolayısıyla, itlerin saldırısına uğrama tehlikesi de azalır. Bu yola da Kepir Yolu diyorlar. Bu büyük ark sağlı sollu Pıtıklar, Oruçlar, Sarıgüzel, Kemal mezralarının ve neredeyse Ceyhan’a kadar tümTombak köyünün arazilerini sular. Ayrıca, orta bir yerde bir de değirmen döndürür.
Pıtıklar mezrası Kenan Hasan’la anılır ve buraya Kenan Hasanlar da denilirdi. Kenan Hasan ünlü ve hünerli bir kişiydi. Yalnızca Ericek’te, Tombak’ta değil tüm çevre köylerde ve belki de Göksun-Afşin-Elbistan Ovası’nın tamamında tanınırdı. Bizim köye de gelir giderdi. Köyümüzdeki dul bir kadınla ilişkisi olduğu söylenirdi. Altında uzun yeleli kır bir atı vardı. Koyu elbiseler içinde irice bir adamdı.
Kenan Hasan sınıkçı yani kırık çıkıkçıydı. Bu konuda kendisine çok güvenilirdi. “Üstüne kimse yok” denirdi. O yıllarda ilçelerimizde bile doktor bulunmuyordu. Örneğin, ben ortaokulda okurken Afşin’de doktor yoktu. Sınıf arkadaşım Atike’nin babası sağlık memuru Ziya Kaynak vardı. İlçenin tüm sağlık hizmetlerini o yürütürdü. Ortapedist ise duyulmuş bir ad bile değildi. Ayrıca toplumda, kırık çıkık işinin doktor işi olmadığı ve doktorların kırık çıkık işinden anlamadıkları gibi yaygın bir kanaat de vardı. Bu kanaatin bir çok yerlerde bu gün bile var olduğu bilinmektedir.
Oysa tüm uğraşıları, geçim kaynakları ve yaşam biçimleri doğaya bağlı ve doğa ile iç içe olan yöre halkının ne kırıkları ne de çıkıkları eksik oluyordu. Damdan çardaktan düşenler, daldan ağaçtan düşenler, attan eşşekten düşenler, dereyi geçerken suyu atlarken düşenler, kayadan yamaçtan yuvarlananlar, hayvanlar peşinde koşarken tökezleyip düşenler eksik değildi. Harman yerinde güreşenler, dam üstünde tepikleşenler, sinsin ateşi oynaşanlar arasında kırık da oluyordu, çıkık da oluyordu. Yani Kenan Hasan’a çok iş düşüyor ve geleni gideni eksik olmuyordu herhalde.
İlk evlilik yıllarımdı, ailecek köye gitmiştik. Kardeşim Şahin’nin kolunun askıda olduğunu gördük. Kol omuzdan kırılmış, Kenan Hasan’a götürülüp sardırılmış. Aradan uzun zaman geçmiş, sargı açılmış ve bakmışlar ki kol tutmuyor. Kenan Hasan, zeytin yağı ile yağlanmasını ve zamanla düzeleceğini söylemiş. Evdekiler de bu işi yapıyorlar. Eşim Tülay hekim gözü ile baktı, “Kol elden gidiyor, kol eriyor, kemik yanlış yere kaynamış olabilir, sinirlere baskı yapıyor olabilir” dedi. Kısa süreli olan iznin dönüşünde, önce İstanbul Balta Limanı’na, sonra da tanıdıklarımız olduğu için Eğridir Kemik Hastalıkları Hastanesi’ne götürdük Şahin’i. Tülay’ın tanısı doğru çıktı. Şahin’i hastaneye yatırdık ve Dr. İsa Köklü Şahin’nin kolunu iyileştirdi. Tülaya’a bir kardeş kolu borçlandım. Nasıl ödenir, bilemem.
Bu olaydan dolayı Kenan Hasan’a ne o zaman ve ne de daha sonra hiç kızmadım. Kızamadım. Kenan Hasan daha önce de anamın kırık kolunu sarmış ve iyileştirmişti. O, çaresizlere çare olmaya çalışıyordu, elinden geleni yapıyordu ve elbette bu tür sorunlarla da karşılaşılıyordu. Kendisi yaşlanınca da bu işleri, sanıyorum büyük oğlu Havcı yapmaya başlamıştı. Ama umuyorum ki eski çaresizlikler kalmamıştır artık.
***
Ben sola döndüm ve Kepir Yolu’nu seçtim. Katırı biraz hızlıca sürerek, Pıtıklar’ın itlerinin olası bir saldırısından kurtuldum. İtlerin kendilerine göre sahiplendiği alanın dışına çıktım. Bu sınırın dışında arkamdan gelmezlerdi. Köylü kültürümle bunu bilirdim. Ark ve kenarındaki sıra söğütler boyunca biraz daha rahatlamış olarak ilerledim. Oruçlar’ın, Kemal’in hizalarını da itlerin saldırısına uğramadan geçtim.
Sargüzel’e varmadan yolun sağında bulunan ve mevsim dışı olduğu için çalışmayan değirmenin yanına yaklaştığımda içime yine bir korku girdi. Çocuklarla kendi aramızdaki konuşmalarda un değirmenlerinin perili olduğu söylenirdi. Hatta, ilgisi var mıdır, yok mudur bilemiyorum ama, değirmenlerde suyun üzerine dökülüp döndürdüğü çarkın kepçesine ya da kanadına da per denilirdi. Periler kötülük yapmazlarmış ama ben onların iyilik adına yaptıkları söylenen şeylerden de korkuyordum. Örneğin, erkek çocukları alıkoyarlar ve kendilerine koca yaparlarmış. Koca olacak yaşta da değildim. Ancak peri işi bu, ne yapacakları belli mi olur? Özellikle, babası demirciliğin yanında değirmencilik de yapan ve cami ile arası iyi olan Demirci Köse’nin oğlu arkadaşım Mehmet Demirci’nin anlattıklarını anımsayınca yüreğim daralıyordu. Katırı tepikledim ve değirmenin içinden dökülerek yolu kesen suyu bir nefeste geçtim. Periler önüme çıksaydı katır yürümezdi, dört ayağı üzerine kazıklanır kalırdı yerinde. Fakat öyle olmadı. Demek ki perilerden kurtulmuştum. Arkama bakmadan katırı tırısa sürdüm.
Artık rahatlamıştım. Yol Sarıgüzel’in arkasından ve onların itlerinin gelemeyeceği kadar uzaktan geçiyordu. Aslında, önümde bir korkulu yer daha vardı. Tombak’a girmeden önce, tepenin arka yüzünde yani kepirden yüzünde ve yolun solunda Kötü Mezarlık denen bir yer vardı. Buranın namını da Tombaklı arkadaşlarımdan çok dinlemiştim.
Habba ablam Tombak’a Mehir Karaca’nın ve Kumarlı Havva karının biricik oğlu Duran’a gelin gittikten çok kısa bir zaman sonra Duran askere gitti. Dört yıl askerlik yaptı. O askerdeyken babam beni ablamın yanına gönderdi, yalnız kalmasın diye, canı sıkılmasın diye. Bu dönemde zamanımın çoğunu Tombak’ta ablamla geçirdim ve Tombaklı çocuklarla arkadaş oldum, oyun oynadım. Memekçi ile, Gavuz Ali ile, Meçcik Celil ile, Ali Ağalar’ın Cafer, Paşa, Muhammet ve daha bir çoklarıyla Esendere bucağında çimdik, çayırlar üzerinde güreş tuttuk, küskü oynadık küllüklerde. Geçimsizdim, kavga da ettik. Ekmeklik Deresi’ni, Kötü Mezarlık’ı, Baltış’ı, Esendere Aşağı Bucak’ın en aşağısını yani Esendere’nin Cahan’a karıştığı Cahan Bucak’ını iyi bilirdim.
Bizim Tecirli aşiretinden olan Ali Ağalar’ın Abdi’nin oğlu Resul ise ısmarlama ve zorunlu arkadaşımdı. Habba ablam ikide bir Resul’ü çağırır ikimize yağda yumurta kırardı, kaygana yapardı, yanına dut pekmezi de koyardı sahanla. “İki kardeş bir araya geldiler” der ve duygulanırdı. Resul, dedemin adıydı. Dedem ölünce Tombak’taki akrabalarımız, aşiretin büyüğü diye adını koymuşlar çocuklarına. Herkes ona Resul derdi, Habba ablam ise Hacı Resul derdi. Ben de dedemin kardeşi Kara Osman’nın adıydım. Yani iki kardeşin adlarını taşıyan iki çocuktuk.
Tombak’taki bu geçmişimden dolayı çocuklardan öğrenmiştim Kötü Mezarlık’ın cinli olduğunu, burada cinlerin kaynaştığını. Ancak, Elbistan’la aramıza giren Şar Dağı’nın başı şavklanmıştı, tepesi kızıllanmıştı. Şafak söküyordu. Ben Kötü Mezarlık’a varıncaya kadar ortalık ışırdı ve aydınlıkta da cinler yoluma çıkamazdı. Bu nedenle oldukça rahatlamıştım.
***
Tombak’a vardığımda tarhana kazanı, içinde pancar dilimleriyle fokur fokur kaynıyordu. Henüz ocaktan inmemişti. Ablam telaşla ve babama söylenerek ateşin önüne oturttu beni. “Bu deli adam akıllanmayacak. Ben bilirim ona ne yapacağımı” dedi, deli dediği adamdan daha deli bir havada. Beni hoşnut etmeye çalıştı, gönlümü aldı.
Habba ablamın babamla ilgili olarak böyle ileri geri konuşması boşuna geğildi. Bir ayağı köyün dışında olan babamın, nereye giderse gitsin, yolu mutlaka Tombak’tan geçerdi. Giderken ya da dönerken, ayaküstü ablamı görür yoluna öyle devam ederdi. Bazen yukarıya, eve çıkmazdı. Hatta, atından bile inmediği olurdu. Aşağıya çağırır, kızını kucaklar, öper, hal hatır sorar, bir fırtına gibi gümbürtü ile gelir, yüksek sesle “Gene gelirim” diyerek bir fırtına gibi gümbürtü ile giderdi. Enişte evinde oturup eğlenecek, yatıp kalkacak, yiyip içecek adam değildi.
Ancak, o sanki, daha çok da kızlarının babasıydı. Biz erkek çocuklar tir tir titrerdik karşısında, sesimizi çıkaramazdık. Bacılarımsa çatır çatır eleştirirlerdi kendisini. Onlara bir şey demezdi. Güler geçerdi. İşte bu nedenle, Habba ablam “Ben bilirim ona ne yapacağımı” diyebiliyordu. Yıllar geçti. Ben de hem kız hem erkek çocuk babası oldum. Babam mı doğruydu, yoksa ben mi yanlış yaptım, bilemiyorum. Kızıma karşı, onun kızlarına karşı davrandığı gibi davrandım hep.
Ayrıca, babamın yanında, bir başka ayrıcalığı daha vardı Habba ablamın. Onu gurbete vermişti. Hasret çektiğini ve hoş tutulması gerektiğini düşünüyor olmalıydı. Onu nazlandırmasının altında böyle bir iç hesaplaşması da vardı sanıyorum.
Doğrusu Habba ablam da, bugüne dek benzerini hiç kimsede görmediğim, dile destana gelmez bir Ericek özlemi yaşadı bir ömür boyu. Esendere’nin aşağısını sehil (sahil) saydı, sıcak saydı. Komşu köy Tombak’ı gurbet saydı. Kendisini tıpkı Esendere gibi dağından deresinden kopmuş ve gurbete düşmüş saydı. Zaman zaman “Esendere ile kaderimiz birmiş” derdi ve dertlenirdi. Çok gördüm onun bu konudaki duygularını cömertçe dışa vurduğunu. Kapının önüne, çardağa çıkar ve yönünü Ericek’e, Berit Dağı’na dönerek derin derin nefes alır ve “Kokusu geliyor dağımın, köyümün” diye mutluluk arardı. Tombak’a giden her Ericekli’yi konuk eder, yedirir içirir ve böylece bir tür özlem gidermeye çalışırdı. Çoğu kez onu bize ben getirirdim ve Tombak’a yine ben götürür bırakırdım. Babam “Git Habba’yı getir” derdi. Giderdim iki atla, biri dolu biri boş. Gelirdik iki atla at sırtında iki kuş, kuş gibi cıvıldaşarak. Sonra dönerdik iki atla, nal seslerini dinleyerek sessizce. Giderken sesi de yüreği de Ericek’te kalırdı. Onu Tombak’a kırakıp dönerken yüreğim yerinden kopardı. Sarılır ağlaşırdık.
O yaşlarda bilemezdim, çok sonra öğrendim Ezo Gelin’i ve Ezo gelin türküsünü. Suriye dağlarından, doğduğu Oğuzeli’nin Uruş köyünü “Vara öleydim de tek yurdumda kalaydım” diyerek gözyaşlarıyla seyreden Ezo Gelin’nin öyküsü bana hiç yabancı gelmedi. Ne çok Ezo Gelinler vardır diye düşündüm hep hüzünle.
Çukurovada ve Maraş üstünde yani bizim oralarda sıkça söylenen ve Develioğlu türküsünde dillenen, gurbete gelin giden kızların yürekler yakan özlemlerini onlar gibi yaşadım ben de. Kim bilir kaç binlerce gurbete gelin giden kızların, türküdeki adsız Afşar kızı gibi hıçkıra hıçkıra ağladıklarını duyar gibi oldum:
Baba kızın çok muyudu?
Bir kız sana yük müyüdü?
Kör olası emmilerim
Hiç oğlunuz yok muyudu?
Elimi yuduğum arklar
Belimi verdiğim dutlar
İşte goydum gidiyorum
Silip süpürdüğüm yurtlar
Don yuduğum yastı taşlar
Salındığım kab’ardıçlar
İşte geldim gidiyorum
Savuşturun ey yoldaşlar
Bugünkü yeni kuşaklarda sıla duygusu, sıla özlemi hangi düzeydedir ya da zamanla nasıl olur, nasıl değişir bilemem. Ama bir türkü bilirim. Adı “Hastane Önünde İncir Ağacı”. Nida Tüfekçi Yozgat/Akdağmadeni’nden derlemiş. Türkünün bir yerinde “Mezarımı kazın bayıra düze-Yönünü çevirin sıladan yüze” dizeleri yer alır. Oysa, bilindiği gibi, müslümanlar sağ kolu üzerine yatırılarak ve yönü kıbleye yani Kabe’ye çevrilerek gömülür.
Talihsiz genç Yozgatlı’nın cenazesi İstanbul’da kalmış. Ailesi memlekete getirememiş. Beşik kertmesi sevgilisine de, sılasına da hasret gitmiş. Veremin elinden kurtulamayacağını ve ölüsünün gurbette kalacağını bilirmiş gibi daha ölmeden önce kendi kendine türkü yakmış. Yönümü Kabe’ye değil de sılaya çevirin demiş. Kimbilir kaç binlerce ya da kaç milyonlarca sıla hasretlisi, veremden ölen Yozgatlı gencin türküsünü söylüyordur, mezarının yönünü dininin emrine göre Kabe’ye değil de sılaya döndürülmesini istiyordur?
Habba ablamın cenazesi de gurbette kaldı. Ericek’e getiremedim. Çocukları vermediler. Özellikle büyük kızı Hacce “Olmaz dayı” dedi. “Anam yanımızda kalsın. Burada kalsın. Başucuna bir Berit Dağı çamı dikerim. Sular, büyütürüm. Altına oturur onun gözü ile bakarım onun dağlarına” dedi ve yağmur gibi indirdi. Sesimi çıkaramadım. İçimden “Bu da Bizim Ezo Gelinimiz olsun” dedim. Habba’yı Tombak’ta Yalnız Çam’ı ve Berit Dağı’nı gören tepenin üzerine gömdük.
***
Duran’la birlikte köye geldiğimizde, kısa günlerin doğmadan batan kış güneşi Livlik üzerinden ancak bir meses (6) boyu kadar yükselmiş ve Ericek’in damlarına vurmuştu. Omar Ağa ödün vermedi. Yaptığım işi önemser bir havada ve fakat abartmadan “Şimdi git artık mektebine. Öğretmenine de benim geç gönderdiğimi söyle” dedi. Anam sık sık dişlerini sıkardı, ağzından bir laf kaçmasın diye. Gene öyle yaptı. Yüzüme baktı, ağzını kapadı, yutkundu, dişlerini sıktı ve kitap torbamın ipini boynuma geçirerek “Geçen günkü gibi suya düşme ha” diye tembih etti yavaşça.
Anam uyarmakta haklıydı. Geçen günlerde Esendere’ye düşmüştüm. Okulumuz Öte Geçe’de Kışlanın Ardı denen bir yerdeydi. Bazen bizim obanın çocukları, yolu uzattığı için, yaya köprüsünün bulunduğu Kerzel’den değil de, Sarı Osmanların Aralık’tan iner ve taştan taşa suyu atlayarak Kocaların Bucak’tan geçerdik Esendere’yi. Bunu biraz da cesaret ve başarı göstergesi anlayışıyla yapardık. Bu yaramazlığı yapanların başında da ben gelirdim.
Tombak yolculuğundan üç beş gün önce, içinde Ahmet dayımın oğlu Sofu’nun da bulunduğu bir gurup çocukla yine buradan gitmek istedik okula. Suyun kenarına, geçek denen yere vardığımızda çocuklar yığıldılar, atlayamayız dediler. Çünkü su karmıştı. Sağı solu gömgöy buza kesmişti. Yaklaşmak ve atlamak güçleşmişti. Ama gelmiştik bir kere. Geri dönmek olmazdı. Denememiz gerekirdi. Denedik. İlk denemeyi de ben yaptım. Zıpladım, comburt diye girdim suya. Geçek taşlarının üzeri, sıçrayan sularla cam gibi buz tutmuştu. Sıçrayıp üzerine basar basmaz ayağım kaydı. Suya düştüm. Dengemi korudum, yıkılmadım. Capur cupur karşıya geçtim. Ama sudan çıkmış sıçana dönmüştüm.
Geride kalanların hiç birisi denemedi bu deliliği. Sofu, gedik dişlerinin arasından gevrek gevrek güldü. Bana adeta sevinmiş gibi geldi. Kızdım. Gerisin geri döndüler. Ben de tek başıma yürüdüm okula. Onlardan erken vardım. Teneke sobanın başına oturdum. Öğretmene haber verildi. Rifat öğretmen geldi, halimi gördü ve elimden tutup çekerek “Gel, Cevahir’e götüreyim seni” dedi.
Öğretmen lojmanı okulun yanındaydı ve Cevahir de öğretmenimin eşiydi. Sedirli, tabanı yaygılı, üzerinde çay kaynayan sıcacık sobası ile, yanında yaprakları dökülmüş söğütler arasından akıp giden Esendere’ye biraz yukarıdan bakan cennet gibi bir odaya aldılar beni. “En çalışkan, en akıllı ve en deli öğrencim. Ömer Ağa’nın oğlu, Ama Asiye’den değil Türk kızından” gibi ifadelerle tanıtıldım. Öğretmenim eşine talimatı verdi, gitti.
Cevahir’i herkes severdi. Güler yüzlü, cana yakın, köylü kadınlara tepeden bakmaz, herkesle oturur kalkar, yakınlık ve dostluklar kurardı. Dolgun vücutlu, ay gibi yuvarlak yüzlü, kağnı tekeri gibi iri gözlüydü. Köylülerin güzel dedikleri bir kadındı. Benim için ise Cevahir, o gün bütün bunlardan öte bir şeydi, başka bir şeydi. Anam mı desem, ablam mı desem, koruyucu meleğim mi desem az gelir, anlatamam. Esendere’ye düştüğüme üzülmek şöyle dursun, sevinmiştim bile.
Sofu durur mu, müzevvirin birisi. Olanı biteni, bibisi de olan anama anlatmıştı. Ancak anam dilini tutmuş, babama duyurmamıştı. Aslında, olay bence bitmiş ve unutulmuştu. Ama, anam unutmazdı. Gece ve gündüz kafasında, gönlünde, düşüncesinde hep ben varmışım gibi gelirdi bana. Hiç kuşkusuz öbür çocukları da kendileri için böyle düşünüyor olmalıydılar. Analar çocukları arasında ayrımcılık yapmazlar, yapamazlar. Şimdi bu satırları yazarken, akla hayale gelmez yaramazlıklarım karşısında Eyup Peygamber sabrıyla “Kele (7) oğlum, Osman’ım özüm tükendi” diyerek saçlarımı okşadığını duyuyor ve altüst oluyorum amansızca. Sonra anamın, evin önündeki kayanın üzerinde durup Bizim Ezo Gelinimizi Tombak’a yollayışları geliyor gözümün önüne. Ana kız bu iki kadının, birbirlerine kenetlenmiş ıslak bakışlarına dayanamıyorum. Aralarında varlığımı fazladan görüyor ve kayboluyorum.
Osman Gökçe
Bornova, 20.05.2009
AÇIKLAMA
1. Püsük kuyruğu : Kırağı tutmuş ağaç dalları kedi kuyruğunu andırdığı için böyle tanımlanırdı
2. Pança : Avuç
3. Şıltakçı : Şamatacı, yaygaracı
4. Şor : Çekiştirici söz, dedikodu
5. Ehliz : Evetçi, itirazsız, yumuşak başlı kişi
6. Meses : Çift hayvanlarını yönetmek için kullanılan, ucunda çivi bulunan yaklaşık 3 metre boyunda değnek, öğendire
7. Kele : Bir alttan alma hitap biçimi
Bir yanıt yazın