Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

TOMBAK’A BİR AĞIT DÜŞTÜ

26 Mayıs 2010 0 comments Article Ericek

TOMBAK’A BİR AĞIT DÜŞTÜ

Osman Gökçe

Tombak’a bir ağıt düştü
Tombaklı yandı tutuştu
Bir sabah bir silah öttü
Horozlar erken ötüştü

Esendere Aşağı Bucak’ta bir sekinin üzerine oturmuş bir köydür Tombak. Esendere’nin kenarında ama yüksekte. İlk yerleşenler selden korkmuş olmalılar. Hemen suyun kenarına değil de yüksekte bir sekinin üzerine çöktürmüşler deveyi, yıkmışlar yükleri, açmışlar denkleri, kurmuşlar kara çadırlarını ve arkadan da toprak damlı kerpiç evleri yapıp yerleşmişler buraya. Köyün alt ucunda bir değirmen Esendere’nin suyu ile dönen, üst ucunda vakti ile Ericek’ten yetim gelen Göydöl Osman’nın evi, hemen onun altında Karaca Duran. Yani Bizim Ezo’nun evi.

Esendere’den çıkarılan değirmen arkı köyün alt ucunu yalayarak geçer. Gelinler, kızlar su doldurur kovalarına bu arktan, evlere taşırlar. Sabahları güneş üzerine değmeden getirilen su daha makbul sayılır. Çünkü, gece Berit Dağı’ndan çıkan su güneş görmeden, yukarı yerleşimlerdeki insanlar henüz uyurken ve onlar tarafından kirletilmeden iner Tombak’a. Berit’in suyunu kaynağında içerek büyümüş olan Habba ablam Esendere Aşağı Bucak’taki suyu içmekten nefret ederdi. Bu nedenle Habba ablam sabah namazından önce doldururdu seneği (1).

Esendere’nin yatağı Tombak’ta genişlemiş ve ortadan akan suyun iki yanında düzlükler oluşmuştur. Yer yer çayırlıklar, çalılıklar ve yüksek söğüt ağaçları vardır. Biz erkek çocuklar çayırlıklarda  güreşirdik. Kızlar da kendi yaptıkları salıncaklara binerler topluca türküler çağırırlardı, düğünlerde ve bayramlarda da olduğu gibi. Yüreklerimiz hoplardı.

Tombak’a bütün yaşamım boyunca, hatta Bizim Ezo Gelin öldükten sonra bile çok sık gidip geldim. Özellikle lise ve üniversite öğrencilik yıllarımdaki gidiş gelişlerimde bu Tombak kızlarını, gelinlerini ve bu Tombak türkülerini çok gördüm  ve çok dinledim. Bunların bende çok özel yerleri vardır.

Tombak kızları küçücük yaşta evlenirler. Bir önceki yıl evcilik oynadığımız fistanı kirli kızlar ertesi yıl bir bakarsınız ki alnı ve dulukları (2) gazili (3) bir tazecik gelin oluvermiş. Bir gelincik gibi kızarmıştır başı, yüzü ve ışıl ışıldır birazcık da utangaçca gülen gözleri. Bakmaya kıyamazsınız, yüreğinizi deler. Sonra işi şakaya vurup “Olmaz olsun böyle kâr-Bu yıl da kaldık bekar” diye mırıldanabilirsiniz. Bir yıl önce körmüşcesine göremediğiniz bu muhteşem güzellik karşısında hayıflanırsınız. Ama artık iş işten geçmiştir.

İş işten geçtikten sonra başlar zaten türkü yakmalar da, ağıt yakmalar da. Karacaoğlan, üzerine türkü söylediği için Elif onun olmaz artık. O iş bitmiştir. Ağıtlarda da durum aynı. Olan olmuş, ölen ölmüştür. Ağlarsınız, figan edersiniz ama hiç bir ağıt ölüyü diriltmez.

Dünkü küçücük kızların bu gün bir çiğdem güzelliğinde küçücük gelinler olması her zaman ve hatta çoğu zaman onların gönüllerince değildir. Haklı ya da haksız gördüğünüz bir sürü neden sayılabilir. Ama olay böyle gerçekleşir. Çok sayıda gönülsüz evlilikler çıkar ortaya. İşte böyle başlar gelin türküleri de. Bir araştırmam yok. Bilmiyorum. Ama iyi bir türkü dinleyicisiyim. Ne çok gelin türküleri var bizde, bilirim. Bunun bir nedeni olmak gerekmez mi diye de düşünürüm.

Üvey demeye dilimin varmadığı benim üvey anam, Asiye anam Çardaklı bir Çeçen’di. Ben de, yeni yetmeliğimde erkek eşeğin anırmayanı olmaz kabilinden abur cubur türküler çağırırdım. Asiye anam özellikle de Aşık Veysel’in “Derdimi söylesem derin dereye-Doldurur dereyi düz olur gider” türküsünü çok severdi. 

Bir gün dikkat etmiş olmalı ki “Ne çok gelin türküsü var sizlerde. Bizim Çeçenlerde bu çok ayıp bir şey” dedi bana. “Sizler” derken Türkleri kastediyordu. O zaman hiç durmamıştım bu sözün üzerinde. Ama şimdi düşünüyorum. Bunca gelin türkülerinin arkasında erken ve gönülsüz evlilikler gibi bir sosyolojik neden de aranabilir mi diye.

Tombaklı kızların ve gelinlerin kendi aralarında zaman zaman toplanarak ya da düğünlerde topluca söyledikleri türküler, kanımca Tombak’a özgü türkülerdi. Çok çok bazıları komşu köylerden gelmiş ve karışmış olabilirdi. Çünkü o yıllarda radyo yok, televizyon yok, seyahat yok. Yani uzak yerlerle iletişim ve etkileşim yok. Herkes, özellikle de kadınlar doğdukları yerde ölüyorlardı. Köylü kadınlar tepenin arkasında ne var ne yok bilemezler, merak da etmezlerdi. Uydurdukları sözcüklere uydurdukları müzikle kendi kendilerine bir tür güfte yazıyor, beste yapıyor ve o besteleri de seslendiriyorlardı.

Erkeklerin söylediği türkülerin kaynağı daha geniş olabilir. Askerlik var, şehre gidiş gelişler var, uzak illere iş için gidenler var. Ama kadınlar için bu olanaklar sınırlı ve çok az. Dolayısıyla, yalnız Tombak’ta değil hemen her kırsal kesimde kadınların söylediği ve kadınlara özgü türkülerin daha çok yöresel olduğunu düşünüyorum.

Benim anımsadığım Tombak’taki kadın  türküleri “Amman yamman” ya da “Haylim leylim”diye başlardı. Hemen her dizenin önünde, aşağıdaki örnekte olduğu gibi bu nakaratlardan biri söylenirdi. Buradaki dörtlüğü Habba ablamdan öğrendim. O böyle şeyleri iyi bilirdi.

Amman yamman
Oğlan uzaktan geçme
Amman yamman
Yaban birini seçme
Amman yamman
Bana ihanet edip
Amman yamman
Başka tastan su içme

Okul bitmiş, orman yüksek mühendisi olmuş ve Ezine’ye askere gitmiştim. İzine çıktım. Yıl 1966, mevsim yazdı. Hemen hemen bütün öğrencilik yıllarımdaki memlekete gidişlerimde de olduğu gibi otobüsten Tombak Kepiri’nde indim. İzinlere gelirken ve dönerken birer gün Habba ablamın yanında kalırdım. Geleneği bozmadım. Yine Ericek’ten önce Tombak’a, Habba ablamın yanına vardım.

Akşam yemeğinden sonra herkes yattı, uyudu. Ablamla ikimiz sediri, tabanı halı döşeli ve halı yastıklı odada başbaşa kaldık. Bu oda ablamlarn misafir odasıydı. Ablamla buluşmalarımızda, çoğu zaman olduğu gibi, gündüzleri bize yetmezdi. Sabahlara kadar konuştuğumuz olurdu. Yine öyle bir geceye başlamıştık.

Önce neşeliydik. Laf lafı açtı, laf Tombaklı kızlara düştü. Eski güzel günleri konuştuk. Habba ablam doldu doldu boşaldı. Elim, dilim tutulmuştu. Ne yazabildim, ne de konuşabildim. Yalnızca onu dinledim. “Dur, not alayım” diyecek gibi değildi. Böyle bir şey demek konuşmanın sihrini bozmak olurdu. Türküden türküye geçiyor, kah sözlerini söylüyor, kah bu sözlerin bir iki dizelik bölümünü mırıldanıyor ve bazı türkülerin de Tombak’ta anlatılan öykülerini anlatıyordu.

Gece ilerledikçe, eskiler deşildikçe duygular taştı. Ablam Esendere seli gibi bulandı. Anlamıştım. Ali ile birlikte gittikleri düğünler, düğün türküleri ve bu uğursuz odada yaşanan 1959 kıyameti gelmişti aklına. Aslında, o kıyamet hiç çıkmadı onun aklından. Bana sorarsanız da “Habba ablam Ali’den sonra zaten hiç yaşamadı”. Gerçek anlamda iki gözü iki çeşme gibi aktı yıllarca. Ölümünden üçbeş günce yanındaydım. Son duyduğum sözü “Ali’ye gidiyorum Hac’Osman’ım” oldu.

Ağıtlar, anılar, iniltiler içerisinde gece ilerledi. Sabah yaklaştı.  Bir ayak sesi geldi dışardan. “Bu Ağa’m” diye fırladı Habba ablam yerinden. “Nereden biliyorsun” demeye kalmadan “Ben bilirim, bu odur” diyerek yıldırım gibi kapıyı açtı. Doğru bilmişti. Gelen Ağa’mdı.

Benim uzaktan gelmeme ve uzun zamandır beni görmemesine karşın Ağa’m yine de önce kızına sarıldı. Ali’nin vurulduğu bu odada yeraltından gelen deprem uğultuları gibi inlediler, kaynayan bir kazan gibi fokurdadılar ve bir müddet öylece birbirlerine sarılı kaldılar. Babam daha sonra bana sarıldı. Her zamanki gibi burnunu saçlarımın içine sokarak beni öptü. Saçlarım ıslandı.

Daha sonra öğrendim. Bazı geceler uykusu kaçınca kalkıp Tombak’a geliyormuş gecenin bir yarısında. Habba ablamı kaldırıyormuş, ağlaşıyorlarmış. Sonra çekip gidiyormuş ortalık ışımadan. Aslında babamın bu tür davranışlarını ben de bilirdim.

Afşin’de ortaokulda okurken, böyle sabah namazı vakitlerinde, kaldığım evin kapısını kırarcasına çalıp beni uyandırdığı, içeriye bir dağ gibi girdiği,  derslerim hakkında hesaplar sorduğu bir çok günleri anımsarım. Böyle günlerde, köyden getirdiği hazır yiyecekleri de açar birlikte bir kahvaltı yapardık. Sonra, ben okula giderken o nereye olduğunu bilmediğim yolculuğuna devam etmek üzere, burnunu saçlarımın içine sokarak beni öper ve benden ayrılır giderdi. Her geliş gidişinde, bütün Afşin üstüme gelse korkmayacak kadar yüreklenir ve kendimi Berit Dağı kadar güçlenmiş hissederdim. Sonra o giderken de arkasından ona özenerek bakakalırdım.

Gaziantep’te lisedeyken, İstanbul’da Orman Fakültesi’nde okurken de yaşadım böyle geliş gidişleri. Ezine’de yedek subay askerken, Isparta’da genç bir mühendisken, İzmir’de doktora yaparken, Osmaniye’de Kavakçılık Araştırma Bölge Müdürü iken velhasıl o yaşadığı sürece çalıştığım her yerde yaşadım böyle geliş gidişleri.

Bir defasında, İstanbul Orman Fakültesi’nde öğrenciyken, Büyükdere’de üç katlı ahşap eski bir evin ikinci katında, hol gibi geniş olan merdiven boşluğuna açılan tek bir odada pansiyoner olarak kalıyordum. Sabahleyin Fakülte’ye gitmek üzere giyiniyordum ki kapım çalındı. Kapıyı açtığımda babam karşımdaydı. “Bu koca kentte, gecenin hemen arkasından sabahın bu erken saatinde semti buldun, caddeyi sokağı buldun, evi buldun da bu evde bu odada kaldığımı nasıl anladın?” diye şaşkın bir sevinçle sordum. “Kapının önünde ayakkabıların vardı, onları tanıdım” dedi. Gülüştük.
 
Ama o gece Habba ablamın evinde gülüşemiyorduk. Babam sedire oturdu. Konuşmuyordu. Yalnızca, buraya ne zaman geldiğimi sordu. Yanıtladım. Habba ablam babamın huyunu biliyordu. Vardığı yerde bir gözü papucunda olurdu. Çok oturmayacağı belliydi. Hemen çay ve kaygana (4) yaptı, rendelenmiş peynir, tereyağı ve pekmez getirdi. Konuşmadan yedik.

“Gidelim” dedi babam. Üçümüz birlikte dışarı çıktık. Şardağı’ndan şafak söküyordu ve Berit Dağı’nın başı şavklanmıştı. Kızını öptü ve kendini toparlamaya çalışarak kararlıca “Yine gelirim Ataş Habba” dedi. Yola düştük. Habba ablam iki eli iki koynunda arkamızdan bakakaldı.

Tombak’la Ericek arasının 7 km olduğu söylenir. Bu 7 km’lik yolculukta yedi kelime konuşmadık desem yeridir. Ericek’e vardığımızda, aşağı bahçemizle evimizin arasındaki kayalarda karşıladı kardeşlerim beni. Anam evin çardağındaydı. Babam, kırık bir sesle aşağıdan yukarı seslendi, “Gümüş “ dedi “oğlunu getirdim”. Adeta “Ne yapayım, Ali’yi getiremedim işte”der gibi bir çaresizliği yansıtıyordu sesi. Gerisin geri döndü, Bilbilcik’e (5) yöneldi ve gitti. O akşam geç vakit elinde paketlerle eve geldi. Sigara içtiğimi biliyordu. Markasını da biliyordu. Paketlerin içerisinde samsun sigarası da vardı. 
 
Şimdi üzerinden tam yarım asır geçti. Tombak’ta, 1959 yılbaşı günlerinde yine bir düğün vardı. Ali askerlikten geleli daha bir kaç ay olmuştu. Habba ablam onu fırsat buldukça yanına çağırırdı. O da ablasını kırmadan koşa koşa giderdi. Habba ablamın anlata anlata bitiremediği, dedesi Hacı Resul’ün evinde geçirdikleri o mutlu çocukluk günlerindeki gibi iki kardeş gülüşüp eğlenirlerdi. İkisi tek bir can gibiydiler.

Habba ablam Ali’yi, bu düğünü de bir fırsat sayarak, Tombak’a çağırır. Ali, babama kendisi söyleyemez, çekinir. Babam çokuntulara çocuklarını göndermek istemez. Anamdan yardım ister. Gümüş anam bir fırsat yakalar.  Babam köyün hatırı sayılır büyüklerinden Abdi Eğitmen (Çiçek), Tozlubey Cuma ve Gürcü Mustafa ile bizim evde oturuyorlar. Sohbet ediyorlar. Anam bunu fırsat sayar. Konukların yanında Ali için izin ister. Konuklar Omar Ağa’ya “Bırak çocuğu gitsin” derler. Ali gider. İşte ablamla sabahladığımız bu odada 1959 yılbaşı gününde sabah tarhanası içilirken Ali, sofradakilerden birisi tarafından kalbinden hem de kendi tabancası ile vurulur. Kimisi kaza der, kimisi cinayet. Kara haber tez gider ve Ericek Tombak’a akar. Ali’yi vuranı o gün orada saklandığı evde bulup öldürürler. Ali’nin babası dahil 13 kişi tutuklanır. Babası 23 ay yatar ve aklanır. Mahkemece, Ali’yi vuranın emmideşlerimizden Durmuş Tatar’ın silahından çıkan kurşunla vurulduğu karara bağlanır. Durmuş 7 yıl yatar. Ömrümün 7 yılını Durmuş’a borçluyum.

Ali’ye ağıtlar yakılır. Köyde o yıllarda doğan onlarca çocuğa Ali adı vurulur. Aşağıdaki ağıtları, köyde söylendiği hali ile, emmideşlerimizden Süllü Tüylü, Musa Tüylü, ablam Hürü Koco ve Terzi Koca diye bilinen ilkokul arkadaşım Hamza Karaoğlan’dan yararlanarak derledim.

ALİ GÖKÇE’NİN AĞIDI-I
(Ablası Habba tarafından yakılan)

Gelin oldum gurbet ele
Çağırdım ki gardaş gele
Seni yalnız gönderemem
Tutuşup gidek elele

Ali’m bacısın kıramaz
Gelsin deyince duramaz
Ecel dayanmış kapıya
Ne namaz dinler, ne niyaz

Canım sende bir can idi
Kanım sende bir kan idi
Ali’m sen de biliyordun
Bacın sana kurban idi

Vurulup düştüğün yere
Bedenini gere gere
Senden sonra bakılır mı
Mil çekilsin bu gözlere

Ne idi Feleğin kastı
Gök yarıldı tufan esti
Berit yaslara büründü
Esendere sesin kesti

Tombak’a bir ağıt düştü
Tombaklı yandı tutuştu
Bir sabah bir silah öttü
Horozlar erken ötüştü

Şimdi koç babamız gelir
Böyle görürse delirir
Uyan Ali’m kurban olam
Alemi ataşa verir

Osman’ım kartal kanatlı
Uçar gelir yelden atlı
Nagant tabanca belinde
Kabzası gümüş savatlı

Kerim sokağın sürtüğü
Yediği düğün artığı
Babam yanına koyar mı
Bize çekilen tetiği

Ben ne derim Fadime’ye
Diller dayanmaz demeye
Bilbilcik’e yalnız salmam
Birlikte binek gemiye

Gümüş anam uğunuyor
Bacıların dövünüyor
Hele bakın komşularım
Üstünde bir nur yanıyor

Bre Berit bre Berit
Var başının karın erit
Elinizde obanızda
Var mıyıdı böyle yiğit

Esendere duy sesimi
Yaşamadım hevesimi
Ağı ol da ak içime
Tanrı’m kessin nefesimi

ALİ GÖKÇE’NİN AĞIDI-II
(Babası tarafından yakılan)

Ali Tombak’a gidince
İçime bir tasa düştü
Ali vurulmuş deyince
Berit Dağı yasa düştü

Bacısı çağırmış da gitmiş
Çok göresim geldi demiş
Sarılıp da koklaşmaya
Kader müsade etmemiş

Altın saati kolunda
Nagant tabanca belinde
Öldürmüşler Al’oğlumu
Bacın Habba’nın evinde

Kolunda saat takılı
Belinde nagant sokulu
Kurban olam Ali oğlum
Kan olmuş sarı kekili

Kırlangıç yapar yuvayı
Çamur sıvayı sıvayı
Bu yıl bahar gelmeyecek
Ali’msiz nidem yaylayı

Evimizin önü kaya
Keklik gider kaya kaya
Ali oğlum can veriyor
Yasin oğlum diye diye

Çevirme’nin otu taze
Ben ağlarım geze geze
Ali oğlum can veriyor
İki gözün süze süze

Antep de Maraş’tan öte
Ben ağlarım tüte tüte
Size diyom komşularım
Ben nerede ettim hata

ALİ GÖKÇE’YE AĞIT-III
(Yakan belli değil. Ben ortaokulda okurken çarşıda, pazarda yüksek sesle türkü çağırır gibi, ağıt söyler gibi gezerek destan okuyan adamlar görmüştüm. Ellerindeki yazılı metne destan deniyordu ve onu çok küçük bir ücretle satıyorlardı. O günlerde bu tür kişilerden bir kaç adet destan satın aldığımı anımsıyorum. Ne yazık ki şimdi elimde hiç bir örneği yok. Aşağıdaki ağıt da olsa olsa bu tür bir ağıttır. Çünkü bizim köyün ağıt biçimine pek uymuyor. Aslında destan denen bu tür metinler bu kadar kısa da olmazlar. Ele aldıkları konuyu tüm yönleriyle anlatırlar. Fakat benim elime ancak bu kadarı geçti.)

Hadiseniz gazeteye yazıldı
Kurşun değdi yüreklere süzüldü
Cenaze kılmaya millet düzüldü
Acıdı yüreğim yandı yiğide

Göksun’dan bir heyet keşfine geldi
Felek kalemini tersine çaldı
Doktor bey gelince göğsünü yardı
Acıdı yüreğim yandı yiğide

İki kocaman köy yasına durdu
Yetim kaldı eli, obası, yurdu
Ericekli geldi vuranı vurdu
Acıdı yüreğim yandı yiğide

Vatan hizmetini bitirmiş gelmiş
Bacısı kendini özledim demiş
Sıkılan tek kurşun göğsünden değmiş
Acıdı yüreğim yandı yiğide

Böyle kader m’olur böyle kaza mı
Böyle acı m’olur böyle eza mı
Reva mı, layik mi, bu bir ceza mı
Acıdı yüreğim yandı yiğide

AÇIKLAMALAR

1. Senek : 1.5-2.0 metre uzunluğunda bir ağaç kütüğününün içi oyularak yapılan su depolama kabı. Evin bir köşesine yatay bir biçimde yerleştirilir. Ağzına aynı uzunlukta bir tahta kapak konur.  Evin günlük kullanım suyu bu kütük içinde saklanır.
2. Duluk : Yanak
3. Gazi : II. Mahmut devrinde çıkarılan altın sikke.
4. Kaygana : Yağda pişirilen yumurta
5. Bilbilcik : Mezarlık mevkii

 

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress