Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

DÖRT YİĞİT DÖRT AĞIT

15 Haziran 2010 0 comments Article Ericek

 

Köyün çocukları iki gruba ayrılmıştı. Camiden aşağıya Aşağı Oba, camiden yukarıya Yukarı Oba deniyordu. Aslında caminin çevresindeki evlere de Orta Oba denirdi. Ancak çocuklar üç gruba değil iki gruba ayrılmıştı. Orta Oba’nın çocukları bu iki gruptan birisine katılıyorlardı.

Tatillerde, karlı kışlı boş günlerde, okul çıkışlarında bu iki grup birbirleriyle kavga ederlerdi, taşlaşırlardı. Okulda topaç (kar topu) oynarken bile, öğretmen ve karşıdakiler  bilmesin diye topacın içine taş koyarlar ve öteki obanın çocuklarını bu içi taşlı topaçla vururlardı. Yukarı Oba’nın çocukları Aşağı Oba’ya, Aşağı Oba’nın çocukları da Yukarı Oba’ya gidemezlerdi, korkarlardı. Hayvan otlatırlarken de sınırlar belliydi. Bu sınırlar aşılınca kavga çıkardı. Öte Geçe’de Boztepe ve Yukarı Su Gediği hattı, Bu Geçe’de de Cağlak Deresi bu sınırı oluşturmaktaydı.

Kış günleri çocuklar saya toplarlardı. Saya toplamada da sınırlar belli idi. Aşağı Oba’nın sayacıları camiden yukarı, Yukarı Oba’nın sayacıları da camiden aşağıya geçemezlerdi. Akşamdan sonra sayacılar, ev ev gezer bulgur, kuru üzüm, kuru dut, çir, tarhana, kak, ceviz, pekmez, sulanmış ekmek vb yiyecekler toplar sonra bunları yerler, yiyemediklerini bölüşürlerdi. Bakkalın alabileceği şeyler olursa onları da bakkala satar parasını bölüşürlerdi. Ben hiç sayacı olmadım, saya toplamadım. Babam göndermezdi. Arkadaşlarım anlatırlardı ertesi günü olup bitenleri. Duygularımı onlara belli etmemeye çalışarak yerinirdim.

Yaşım ilerlediğinde ve toplumsal olayları anlamaya çalıştığım dönemlerde köyümüzdeki bu çocuk gruplaşmasını epeyce düşündüm. Çünkü, köyde büyükler arasındaki temel gruplaşma Kıraçlar ve Tecirliler biçimindedir. Kendilerini Kıraçlar ya da Tecirliler diye tanımlayan aileler de karışık oturuyorlar. Dolayısıyla, Aşağı Oba’lı ya da yukarı Oba’lı çocuk grupları içerisinde hem Kıraçlar ve hem de Tecirli ailelerinin çocukları bulunmaktaydı. Demek ki çocuklar kendi aralarında büyüklerinkine benzer bir ayrım gütmüyorlardı. Onlar için Aşağı Oba’lı ya da Yukarı Oba’lı kimliği Kıraçlar ya  da Tecirli kimliğinden önce geliyordu. Bana göre de, çocukların yaptığı daha doğal ve daha doğru idi. Çünkü, herkesin kendi küllüğüne sahip çıkmasını ve kendi komşusu ile dayanışma içinde olmasını, aslının ne olduğu bilinmeyen ilkel bir soy kavgasından daha anlamlı ve daha değerli buluyorum. 

Belki başka ailelerde vardı, bilmiyorum. Ama benim ailemde ve yakınlarımızda çocuk kavgasının ardına düşüldüğünü hiç görmedim. Çocuk bu, dövüşür de barışır da, karışılmazdı, üzerine düşülmezdi. Fakat korkusuz yetiştirilmeye özenilirdi. Bu korkusuzluk da yalnızca diğer insanlara karşı gösterilecek yiğitlikler değildi. Karanlıktan korkmamak, ıssız yerlerden korkmamak, mezarlıklardan korkmamak, zorluklardan korkmamak vs. gibi bütün alanları kapsardı. Ağam, “Tanrı şu canını alsın korkaklığın, korkaklıktan kötü şey yoktur” derdi ve onun korkusuzluk anlayışının içerisinde medeni cesaret de vardı. Daha sonraki yıllarda da, babamın korkaklıkla ilgili olarak en sık kullandığı ve aklımda kalan sözleri “Yiğide dar yer olmaz” sözleridir. Babam, bu “Yiğide dar yer olmaz” sözleri için bir de örnek verirdi. Lorşunlu Dirgen Ali’nin yaşanmış bir öyküsünü anlatırdı.

Lorşunlu Dirgen Ali’yi ben tanımam. Benim tanıdığım Dirgen Ali bizim köylü ve babamın arkadaşıdır. Köylümüz olan  Dirgen Ali ile babamın bir kavgası da olmuştu. Dirgen Ali başından taşla ciddi bir biçimde yaralanmıştı. Ölecek diye korkulu günler yaşadık. Ama babamı şikayet etmedi. Zaten iki aile arasında hemen hemen hiç küslük de olmadı.  Herhalde arkadaşı, akrabası ve köyün ileri gelen birisini şikayet etmeyi içine sindiremedi. Nur içinde yatsın.

Lorşun Afşin’nin bir köyüdür. Benim tanımadığım Dirgen Ali de bu köylü bir efsane adamdır. Herkes bir şey anlatır onun hakkında. Yiğitliği, kesesinin ve sofrasının açıklığı, dostluğu, kavgaları, cinayetleri, kaçak günleri, hapishane yaşamı dillerde dolaşırdı. Oğlu Fakı babamın asker arkadaşıydı, torunu Arif Binboğa da benim Afşin Ortaokulu’ndan arkadaşımdı.

İşte bu Dirgen Ali, köylüsü ya da komşu köylüsü Göy (Gök) Omar adı ile ünlü bir ağa ile yayla anlaşmazlığına düşer. Haber gelir. Göy Omar Binboğalarda Dirgen Ali’nin “Benim” dediği yaylaya çıkmış, çadırı kurmuş ve hayvanlarını salmıştır. Dirgen Ali silahlanır, oğullarını da yanına alır ve olay yerine gider. Onları iki oğlu ile birlikte Göy Omar karşılar. Dirgen Ali Göy Omar’a çadırını buradan sökmesini ve hayvanlarını bu yöreye sokmamasını söyler. Göy Omar itiraz edince Dirgen Ali ricaya başlar, “Komşum etme eyleme, kulun kölen olurum, bize yakışmaz” der. Göy Omar bu sözleri duyar duymaz kendi çocuklarına “Ulan yatın, ateş edin, vuracak” diye bağırır. Ancak iş işten geçmiştir, Dirgen Ali fırsat vermez. Göy Omar’ı da iki oğlunu da kurşun yağmuruna tutar ve öldürür. Dirgen Ali’nin bir özelliği varmış. Bir tartışmada ricaya, minnete başlarsa bu davranışı karşıdakini vuracağı anlamına gelirmiş. Göy Omar  Dirgen Ali’nin bu huyunu bildiği için oğullarını uyarmış ama başarılı olamamış, ölümden kurtulamamış.

Bu olayın ağır cezada duruşması yapılırken, olayı kendisine göre değiştirerek anlatan Dirgen Ali ağır ceza reisinin “Olay öyle olmamış, şahitler başka türlü söylüyorlar, doğruyu söyle” uyarısı karşısında hiddetlenmiş, arkasındaki sanık sandalyesini kaparak ağır ceza reisine  “Oradaki ben isem olay böyle oldu, yok oradaki sen isen bildiğin gibi yazdır”  diye bağırarak saldırıya yeltenmiş. Jandarmalar Dirgen Ali’yi yaka paça kuzuluk denen yere götürmüşler. Kuzuluk, hapisteki zanlıların yargılanmaları esnasında duruşma sırasını bekleyen ya da duruşması bitip hapishaneye götürülecek olan tutukluların adliye binası içinde bekletildikleri küçücük, daracık bir hücredir. Pencere yerine geçen ve ancak nefes alacak kadar kuş gözü gibi bir deliği vardır. Ortalık biraz sakinleşince, Oğlu Fakı bu kuş gözü delikten babasına diyecek olur ki “Böyle yapmasan iyi olur. Bu dar yerde böyle yapılır mı, mahkemede yiğitlik olur mu?”. Fakat Dirgen Ali’nin hiddeti dinmemiştir. Deliğin içinden bağırır “Ulan oğlum git karşımdan, yiğide dar yer olur mu” der. Rahmetli babam bu olayı sıkça anlatırdı.

Bir defasında, olay nasıl geldi anımsamıyorum, arkadaşlarımla kavgalarımı, taşlaşmalarımı anlatmış olmalıyım, o da dinlemiş olmalı ki bana “Kavga sırasında karşıdakilerini yok farzet, gözünü yum ve üzerlerine seğirt (koş)” dedi. Ben de yaptım. Demirciler’in çocukları Demircilerin Tepe denen yere çıkmışlar beni taşlıyorlardı. Gözümü yumdum, aşağıdan yukarı elimde taşlarla üzerlerine seğirttim. Tepeye çıkıp gözümü açtığımda ortalıkta kimsecikler yoktu. Fakat sol kulağımın arkasından ve başımın içinden kanlar geliyordu. Aldırmadım. Bir kahraman edasıyla eve döndüm. Peygamber sabırlı Gümüş Anam “Vay benim deli oğlum” dedi. “Deli babanın akıllı evladı olacak değil ya” diye söylendi. “Bari Ağan görmesin” diyerek üzerimdeki kanlı giysiyi çıkardı, yudu ve beni çimdirdi (yıkadı). Akşama hazır etti. Ben de akşam olunca maceramı övünerek babama anlattım ve büyük bir aferin aldım. 

Her berbere gittiğimde, kulağımın arkasındaki yara izinin görünmemesi için berberi uyarırım. Üzerini saçlarla örtmesini isterim. Sürekli gittiğim berberler ben söylemeden de bu işi bilirler. Başımın üzerindeki yara yeri ise zaten saçlarımın içinde kaldığı için görünmez. Ama ben, geçmişle ilgili sohbetlerde herkese bu iki yara izini bir madalyon taşıyormuşçasına belki övgü ile, belki de tanımlayamadığım ama çok hoş bir duygu ile anlatırım. Sol kulağımın arkasının kelliğini okşarım, severim ve akıl almaz bir mutluluk duyarım. Selam olsun bizden önce geçen yıllara derim.

Selam olsun yiğit babamın korkaklığına. Korkardı çünkü. Matematikte bir kural vardır. Artı sonsuzla, eksi sonsuz sonsuzda birleşir. En büyük yiğitlikle en büyük korkaklık da böyle. Bunlar da sonsuzda birleşiyorlar ve ayni şey oluyorlar. Selam olsun yiğitliklere, selam olsun korkaklıklara. 

Babam da korkuyordu, hem de çok korkuyordu. Babam korkuyorsa, benim için korku da güzeldir, kutsaldır. Yerinilecek ve utanılacak bir yanı yoktur. Daha sonraları, çocukluğu üzerimden atarken yeni firiklendiğim yani karşı cinslere karşı ilgi duymaya başladığım bir dönemde bir akşamüzeri halakadan (köyün içi) eve gelmekte azıcık gecikince yani kaşık çalımı zamanına kalınca babamın korkusunu görmüştüm. Caminin önünde karşılaşmıştım. O beni aramaya çıkmıştı. Ben de eve dönüyordum. Yukarıdan aşağı bana doğru gelirken başıma dağ göçüyor sandım. “Bire oğlum nerede kaldın” diye üzerime kapanırcasına beni tuttu. Başımı göğsüne bastırdı. Burnunu saçlarımın içine soktu, kokladı. Okul nedeniyle, her ayrılıp buluştuklarımızda da böyle yapardı. Eve kadar elimi bırakmadı. Babamın o günkü elinin sıcaklığını bütün ömrüm boyunca başka hiçbir elde duymadım, yaşamadım.

Ama her şeye karşın o zaman babamın korkusunu yeterince anlayabilmiş de değildim. Şimdi çok iyi anlıyorum. Şimdi çocuklarım var çünkü. Şairin dediği gibi “Viran olası hanede evladı ayal” var. Berit kızım var. Berit kadar başı dik, Berit kadar başı dumanlı, Berit kadar onurlu.  Şimdi Ali oğlum var. Adı kadar güzel, adı kadar güleç, adı kadar merhametli.

Gümüş anam da çok korkardı köyün içinden, halakadan, kaşık çalımından. Bir defasında, babamın yokluğunda, sözünü dinlemeyip akşam eve dönmekte azıcık gecikince biraz sitem, biraz kızgınlık ve biraz da üzgünlükle aşağıdaki dörtlüğü söyledi :

Aman niderim niderim
Başımı alır giderim
Ali oğlum akıllı oğlum
Osman’ı kurban ederim.

Anam bu dörtlüğü daha sonraları da çok söylemek zorunda kaldı. Bütün aile de bunu ezberlemişti. Bana kimin canı sıkılsa ya da kim bana takılmak istese bu dörtlüğü söylerdi. Gülüşürdük. 

Anamın kaşık çalımı ile ilgili sık sık söylediği bir de ağıdı vardı. Bu ağıdın da üç beş dörtlüğünü neredeyse hepimiz ezberlemiştik.

Bizim köyde güneş battıktan sonra tam karanlığa kadar geçen zamana kaşık çalımı derler. Yarı karanlık ve çok kısa bir zaman dilimidir. Kaşık çalımı yoğurt da vardır. Henüz tam tutmamış, tam soğumamış, peltemsi kıvamdaki ılıkça yoğurt için de bu ifade kullanılır. Akşamın kaşık çalımı telaşlı bir zamandır. Koyun kuzu gelir, meleşir. Eşeğin, ineğin, tavukların ahıra, tüneğe girmesi gerekir. Tarladan yorgun argın dönen çiftçiler acıkmıştır, evdeki hanım telaşlı. Yavrusunu emzirmek için bekleyen ve fakat henüz sağılmamış  hayvanlar telaşlı, acı acı böğürürler, yavrularını isterler. El ayak birbirine dolaşır. Çocuklar koşturur, çocuklar telaşlı. Serçeler, kırlangıçlar havada hızlı hızlı uçarlar. Dallara, yuvalara yerleşmeye çalışırlar. Ötüşürler. Kuşlar telaşlı.

Herkes, her şey ve hatta bir an önce üzerimize çöküp yerleşmek isteyen karanlık bile telaşlı, biri hariç. O biri var ki kararlı ve telaşsız bir biçimde eli tetikte bekler önüne gelecek avını. Güüm diye bir silah sesi gelir. Telaş bütün köyü sarar ve doruğa ulaşır. Bir har gür, bir bağırtıdır kopar. Silah sesinin geldiği yere doğru koşar insanlar. Arkı atlarken vurulmuştur tarla dönüşü, kaşık çalımı, omuzundan kürek savrulmuş, şapkası bir yana düşmüş, bir ayağı suyun içinde bir ayağı karnına doğru çekilmiş, yüzükoyun yatar Şefre Karı’nın oğlu. Ağıdı anası yakar. Ağıdın tamamı şöyle :

ŞEFRE KARININ OĞLU İMMET’İN AĞIDI

Akşamın kaşık çalımı
İşte düşmanın alımı
Ocağıma od düşürdün
Bire Allahın zalımı          

Kütükte dayalı nacak
Su içinde kalmış bacak
Arakasında yok kimsesi
Kalkıp da hayfın alacak

Pakla(1) sulamadan gelir
Türkü çağırı çağırı
Alaca işlik sırtında
Parlar ağarı ağarı

Güzün düğün kuracaktık
Sinsin ateş vuracaktık
Oğlan kızlar bir arada
Bir halaya duracaktık

Nasıl kıydın nasıl vurdun
Önüne pusuya durdun
 Senin anan yok mu idi
Elimi böğrümde koydun

Hacce sana varmayacak
Ahın içinde kalacak
Oğluma işlenen yağlık
 Sandığında sararacak

Babalı bir gün görmedi
Bir lokma haram yemedi
Hacce’yi çok sevdiğini
Yüzüme durup demedi

Bu ağıdı anam söylerdi. Ağıda konu olan olayı iyi bilmiyordu. Senem Ebemden (Anneannem) duyduğunu söylerdi. Dul bir kadının yetim oğlu İmmet ile yine yetim bir kız olan Hacce birbirlerini severler, analar da uygun görürler, evlendirmeye karar verirler. Fakat Hacce’yi başka bir delikanlı da ister. Reddedilen bu delikanlı Hacce bana kalsın diye İmmet’i öldürür. Bu olayın 1920’lerde olduğunu tahmin ediyorum.

Babamın korkaklığını, anamın korkaklığını ve giderek kendi korkaklığımı anlatırken bu konuda hayatımın en büyük dersi aklıma geldi. Anlatayım :

Bizim evde iki temel kitap vardı. Birisi Kuran, diğeri Karacaoğlan. Kuran’ı yalnızca babam okurdu. Ali de okumasını bilirdi ama arada bir okurdu. Evde, Karacaoğlan Kuran’dan daha çok okunurdu. Önce, nereden geldiğini bilmediğim ince bir Karacaoğlan kitabı vardı. Daha sonra ben Afşin Ortaokulu birinci sınıfta iken, önsözünü yanılmıyorsam Ali Nihat Tarlan’nın yazdığı kalın bir Karacaoğlan kitabı aldım. Elişi dersinde bu kitabı ciltledim. O sırada asker olan Ali askerden gelince kitabı Ali’ye hediye ettim. Bu kitap evimizde tavalıkta (2) dururdu. Okumasını bilenler türkü çağırmak istediklerinde kitabı alırlar kendilerine göre türküler  beğenirler ve çağırırlardı. Bu işi en çok Ağam ve Ali yapardı.

Karacaoğlan kitabı bir tür aile kütüğü ve kayıt defteri gibi de kullanılırdı. Çocukların doğum tarihleri, camızın (3) alındığı (4) gün, koç koyurma tarihi, bider (5) ekilme tarihi, bir türkü, bir ağıt velhasıl  önemli görülen ve akılda tutulmak istenen her şey ve her türlü olay buraya, sayfaların kenarlarına daha çok Ali tarafından yazılırdı. Bu kitabı babamın ölümünden sonra kaybettik. Hala yanarım.

Sözün nasıl geldiğini bilmiyorum. Ali’nin, bir Karacaoğlan türküleri okumasından sonra olmalı diye düşünüyorum. Ali “Karacaoğlan yiğit adammış” dedi. Hiç düşünmeden “Kaç adam öldürmüş” diye sordum. Buruk bir tebessümle “Bire (6) Kara Osman’ım yiğitlik adam öldürmek değil ki” dedi. O günlerde, çevremin çocuk yaştaki bende geliştirdiği yiğitlik anlayışı ile anamın “Peygamber gönüllü” dediği abimin yiğiylik anlayışı ne kadar da farklı imiş. Gümüş anam ve Gümüş’ün Sarı Ali’si gerçekten de Peygamber gönüllü idiler.

Şimdi Kocaların Osman’ı düşünüyorum, oğlu Koca’ya ağıt yakan. Çocuk gözümde gevrekçe yapılı, seyrek sakallı, yüzü asık değil ama hiç gülmez, ağır ağır yürüyen, ağır ağır konuşan, önünde bir çift öküz, arkası taylı al bir kısrağın üstünde Kol Tarla’ya çifte gidip gelen, babamdan da yaşlı, köyün Kıraçlar denen kesiminden bir köylüm, bir büyüğümüz. Uzaktan etle tırnak gibi birbirine bağlı olduğu gözlenen, bitişik ya da aynı evde yaşayan  dördü de evli ve dördü de çocuklu dört  kardeşin en büyüğü. Kocaların Osman’a göre yiğitlik neydi acaba? Vuran mı yiğitti yoksa “Ben ağlarım yiğit oğlum” diye adına ağıt yaktığı vurulan mı? İşte Kocaların Osman’ın oğlu Koca için yaktığı ağıt :

KOCA’NIN AĞIDI

Değirmenin pura (7) yatmış
Kana beleni beleni
Ya nidicin (8) itin dölü
Teyzes’evinden  geleni

Değirmenin pura yatmış
Postalı da suya batmış
Ya nidicin itin dölü
Teyzesi evine gitmiş

Harman yeri sıra söğüt
Gölgesi koyu olmaz mı
Eller avdan gelir iken
Koca’m bu baban ölmez mi

Bana ağlama diyorlar
Tövbe olsun etmem sabır
Yaşayacak neyim kaldı
Bana da yakışır kabir

Evimizin ardı tepe
Koca’m gelir kopa kopa (9)
Ben ağlarım yiğit oğlum
Sakalıma döke döke

Teyzesinin adı Melek
Çarkımızı kırdı felek
Koca’m yayladan geliyor
Ağ könçeği (10) yelep yelep

Hegili (11) gönlüm hegili
Kapımızda dut dikili
Koca’m yayladan geliyor
Dalında tüfek takılı

Kapımızın önü kavak
Yaprak döker ufak ufak
Düşmanın Esme kızına
Vuramadım telli duvak

Koca oğlum çifte gider
Kol Tarla’nın gün yüzüne (12)
Ne zaman gönül düşürdün
Düşmanın Esme kızına

Akşam oldu yatayım mı
Koyunumu satayım mı
Düşmanın Esme kızına
Koca’m bellik takayım (13) mı

Ağıda konu olan olay 1938 yılında geçmiştir. Kılıç Hasan daha 15-17 yaşlarında iken bacısı Esme’ye gönül veren ve yaklaşık kendi yaşlarında olan Koca’yı Küçük Ömerler’in değirmeninin önünde, akşam karanlığında, Koca Esme’nin komşusu olan teyzesi Melek’ten dönerken vurmuştur.

Hasat sonu güz dönemi ova köylerinden buğday öğütmeye gelenlerin kağnıları düğün yerine çevirirdi Küçük Ömerler’in değirmeninin önünü. Ericek bir değirmenler köyüydü. Esendere de adeta bir değirmendereydi ve dört adet değirmen vardı üzerinde. En yukarıda Küçük Kara’nın değirmeni vardı, Balamın Pınarı’nın biraz aşağı karşısında. Suyu Delikli Taş’tan geçer gelirdi, buz gibi ve tertemiz. Köyün üst ucunda Küçük Ömerler’in, orta yerinde Kocalar’ın ve alt ucunda da Poluçlar’ın değirmenlerini döndürürdü Esendere’nin suyu. Kamışcık, Tombak, Nadir, Soğulcak, Tüysüz vb. bütün ova köyleri un öğütmeye, yarma döğmeye ve bulgur çektirmeye bizim köye gelirlerdi. Değirmenlerin önünde kağnılar sıra sıra beklerlerdi. Öküzler, camızlar, eşekler, gölükler yemlenirler ve birbirlerini ancak böylesi nedenlerle görebilen ayrı köylerden gelen insanlar kendi aralarında küçük gruplar halinde tütün sararlar, sohbetler ederlerdi. Biz çocuklar için bu görüntüler ilgimizi çeken hoş bir değişiklik ve belki de bir eğlenceydi.

Küçük Ömerlerin değirmen arkının adı Abaray’dı. Akşamları kızlar, gelinler Abara’dan su alırlardı. Delikanlılar da ilgilendikleri kızlarla bu su yolunda karşılaşmayı fırsat bilirlerdi. Gündüzleri değirmenin önü çok serin olurdu. Abara’dan perlere (14) dökülen ve değirmenin altından çıkan sisli su etrafı serinletirdi. Değirmenci Kök Hüseyin yeni yetmelerin çok hoşuna giden hepsi üstü açık fıkralar anlatırdı. Ne daha önce ve ne de daha sonra Kök Hüseyin’den  dinlediğim fıkralar kadar açık fıkralar dinlemedim.

Değirmenin önünde insanlar üçer beşer gruplar halinde otururlardı. Ben de bu değirmenin önünde yakın arkadaşım olan Mehmet Bal ile çok oturdum. Karşıda çocukluk aşkım vardı. Burada oturup onu uzaktan da olsa görebilmeyi bir mutluluk sayardım. Bırak elini tutmayı sesini bile duymadım desem yeridir. Ben okumak için gurbetin yolunu tuttum o da evlendi.  Kemalettin Kamu’unu dizeleri ile söylersem

Ne bir gülü vardı, ne gülizarı,
Ne beni avutan bir begüzarı,
Gönlümden ibaret kaldı mezarı;
Anlayın ne kdar hazindi aşkım!

Bende ne bir gülü ne de bir bergüzarı vardı ama ruhumda çok derin bir izinin olduğunu geçen yıl (2006) onun vefatı üzerine anladım. Bu ilk aşkımın öyküsünü eşim de bilirdi ve yeri geldikçe eşimle şakalaşarak anardık bu öyküyü. Bir sabah uyandığımda eşime yine şaka ile “Bu gece düşümde C..’nin kızı E..’nin öldüğünü gördüm” dedim. Hiç bir tepki vermedi. Benim dibi başı olmayan, yere göğe sığmayan her gece gördüğüm ipe sapa gelmez yüzlerce ya da binlerce düşlerimden herhangi birisi gibi üzerinde durmadık. O sırada bacım Eşe ve eşi öğretmen Mehmet Bal da İzmir’deydi. Akşam üzeri bacımgile gittim. Sağdan, soldan ve köyden konuştuk. Düşümü onlara da anlattım. Gülüştük. Ertesi günü Göksun’da oturan eski belde belediye başkanımız  ve emekli öğretmen Mirza Telli’yi bir iş için aradım. “Seni dün de aradım bulamadım” diye söze başladım. “Emmioğlu dün köyde cenazedeydim. Sizlere ömür, C..’nin kızı E.. öldü de” dedi. Dondum kaldım, ne diyeceğimi unuttum, eveledim, geveledim ve durumu idare etmeye çalışarak telefonu kapattım.

Birgün Kök Hüseyin, bana abilik ve arkadaşlık eden emmim Kara Mustafa (Babamın emmisi oğlu) ve ben değirmenin önünde oturmuş laflıyorduk. İkisi de kadından kızdan konuşuyorlardı ben de dinliyordum. Kök Hüseyin her zamanki gibi açık saçık fıkralar anlatırken Emmim konuyu daha çok duygusal ağırlıklı olarak ele alıyor ve mutsuz aşklardan söz ediyordu. Kök Hüseyin biraz kabardı ve “Bire Mustafa senin söylediğin işler boş” dedi. “Bak sen de biliyorsun, Koca, Esme için aha şurada vuruldu” diyerek Koca’nın vurulup düştüğü yeri gösterdi. Üstümüzdeki hava ağırlaştı, Kocalar’ın komşusu ve aynı zamanda da yakını olan Kök Hüseyin de ciddileşti ve gerçeğe ne kadar uygun olduğunu bugün de bilmediğim Koca ile Esme’nin öyküsününün başını, sonunu anlattı. “Dost düşman herkes yandı. Koca Resül Ömer Ağa bile cenazenin başında böğüre böğüre ağladı. Ama ne fayda, giden gelmiyor. Aşkı söyletme bana, aşkın adı batsın” diye sözü bağladı. Çok etkilendim. O belden aşağı fıkralar üstadı Kök Hüseyin’in bu kadar ciddileşmesi ve aşk için böyle ciddi ve kötümser bir yorum yapması beni gerçekten çok etkiledi.

Akşam üzeriydi ve  köylüler işlerinden evlerine dönüyorlardı. Köyün içi hareketlenmişti. Emmim bana “Kalk gidelim” dedi, yanyana olan evlerimize doğru yürümeye başladık. Yolda bir genç kadın iştahla kapısının önünü neredeyse yollara kadar sulamış süpürüyordu. Emmim laf attı. “Bire adı batmayasıca bizim kapının önünü de süpürsene” dedi. Kadın hazırlıklıymış gibi taşı gediğine koydu. Her söylediğini ikileyerek “Süpürmeyecek miydik süpürmeyecek miydik, süpürttürdün mükine süpürttürdün mükine?” dedi. Üçümüz de gülüştük. Öteden çıkıp gelen kadının kocasına sır vermedik.

O gece aklımda Koca ile Esme’nin öyküsü ve gönlümde C..’nin kızı E..’nin  çocuksu sevdası ile, ara sıra olduğu gibi iki katlı olan evimizin damında yıldızların altında  yatağa girdim.Çoğu kere Ağam’dan izinsiz olarak taşıdığım taraklı küçük tabancanın ağzına mermi sürerek yastığımın altına koydum. O gecenin öncesinde ve sonrasında kimbilir kaç yüzlerce kez seyrettiğim yıldızları seyrettim. Duran yıldızları, akan yıldızları, parlak yıldızları, sönük yıldızları bir bir saydım. Kayan yıldızlara bakarak kaç kişinin hayatının söndüğünü düşündüm. Bunlar arasında kaç kişinin vurularak ölmüş olabileceğini tahmin etmeye çalıştım. Kanlar içinde değirmenin önündeki pura yatmış ve bir ayağı suyun içinde bir ayağı da dışarıda kalmış olan ölü geldi gözümün önüne. Dağlarda keklik avlayan, yelep yelep ağ könçeği ile yaylaya gidip gelen coşkulu bir köy delikanlısının köyün içinde bir kurşunla vurulup yere düştüğünü gördüm. İlkokulda iken kısa süreli ben de ağ könçek giymiştim. Bir defasında ağ könçekle köyün içinde öğretmenim Rifat Erdoğan’la karşılşınca da çok utanmış ve bundan sonra da hiç ağ könçek giymemiştim. O gece yeniden ağ könçekli kendimi gördüm, firez gibi kuru ve yay gibi gergin bir kara çocuk. Düğün gördüm, at üstünde duvağı türlü renklere boyanmış kartal tüylü gelin gördüm. Vurulup vurulup yere düşen yiğitlerin omuzlar üzerinde  taşınan salın gördüm. Ağıt yakan kadınlar gördüm, yumulup yumulup kalkarak ölünün geride kalan giysileri üzerine. Yıldızlar, düğünler, cenazeler, ağıt yakan kadınlar biri gitti diğeri geldi gözümün önüne. Çığlıklar duydum, kulaklarım uğuldadı. Silah sesleri duydum arka arkaya, irkildim. Köpekler uludu acı acı, kimbilir kimin kara habercisi idi. Esendere’nin sesi gecenin karanlığını yırtıyordu, hüzünlü ve yaslı. Çekip gidiyordu yurdundan, küskün, isyankar, sitemli ve ağıt sesli.

Bir yanda bir yokluk ki yaşananı dilim dönmez anlatmaya. Yalınayak gezer kadınlar, kızlar. Tabanları yarık, parmak girer içine. Erkeklerin bulabildiği ise ham çarık. Üç tane çulha var köyde kıldan, yünden çul, çuval ve şalvar dokurlardı. Erkekler donsuz giyerler bu şalvarları, bacaklarınızı, ötenizi, berinizi çalı gibi dalar, eye gibi törpüler. Belden yukarda iç gömlek yok ve yakasız bir işlikle (15) kışlar, yazlar geçirilir. Kışları sabah tarhana, öğle bulgur aşı, akşam sulu değişmez yemek listesidir. Yazları sabah bir kuru dürüm yufka, bir bazlama sıkıştırılır koltuk altına ve erken gidilir tarlaya. Kuşluk vakti süzme ve bulgur aşı gelir azık olarak. Akşamların demirbaşı aşı da togadır. 

Diğer yandan, bir köy ortamı darlığında bir arada yaşamaya zorunlu olan aralarına kan girmiş, birbirlerine kinlenmiş, birbirlerini öldürmeye azmetmiş insanlar. Korkular içerisinde, öfkeler içerisinde, kavgalar içerisinde toplumsal bir cenderenin kıskacında yaşamaya çalışmaktadırlar.   Aklıma, bizde bir halk ozanı gibi bilinen Hata’i’nin yani 38 yıllık kısacık yaşamına nice fetihlerle birlikte kocaman bir divan da sığdıran Şah İsmail’in bir dörtlüğü geldi (16) :

Karşıdaki karlıca dağı gördün mü?
Yoldurmuş eyyamın, eriyip gider.
Akan sulardan sen ibret aldın mı?
Yüzünü yerlere sürüyüp gider.
 
Galiba, köylülerimin içinde yaşadığı bu toplumsal cendere ve yokluk, yoksulluk felaketi onları ıslah etmiyor, isyan ettiriyordu. Yaşanan acılardan ibret almıyorlardı. Yanan yüreklerde hayf alma duygusunun yaktığı ateş sönmüyordu. Sönmüyordu ki Koca’nın kaderini Koca’nın hayfı için önce Piri Durdu yaşadı.

Ben daha 5 yaşında iken yani 1945 yılında Piri Durdu vurulmuştur. Olayın öyküsünü ve Piri Durdu’nun ağıdını ailemden ve köylülerimden liseli yıllarımda öğrenmiş ve not almıştım:

 Piri Durdu köyün kır bekçisidir. Köylüler çift sürmeye giderken sabah erkenden kalkar ve öküzleri çifte koşmadan önce biraz otlatırlar. Bu işi yaparken başkalarının özlerini (17) yayanlar da olabilir. Piri Durdu bu tür uygunsuzlukları önlemek için, görevi gereği erken kalkar ve Boztepe’ye varır. Koca’nın babası Osman, emmisi Şeker ve Karo İmmet de oradadırlar. Bu üç kişinin arasında Piri Durdu öldürülür. Önce Koca’nın babası Osman’nın öldürdüğü sanılır ve fakat mahkemenin kararına göre cinayeti Karo İmmet işlemiştir. Söylentiye göre cinayeti Osman’la Şeker işletmiş ve yardımcı olmuşlardır. Cinayetin karşılığı olarak da Karo İmmet’e Osman’ın kızını vereceklerini vaadetmişlerdir. Yine söylentiye göre, cinayetin gerekçesi, Koca’nın vurulmasında Piri Durdu’nun parmağının olduğu düşüncesidir. Eşi de Piri Durdu için ağıt yakar : 

PİRİ DURDU’NUN AĞIDI

Boztepe’de yatan aslan
Seslen kulaç kollum seslen
Nola vuran adam olsa
Kocalar’ın kötü Osman

Boztepe’ye hayma tutmuş
Gelen atlı insin diye
Memmet’i nazlı büyütmüş
Emmileri görsün diye

Belini vermiş bayıra
Elinde kalmış cığara
Yangın olur yaralılar
Eşim inmemiş pınara

Esendere uzun bucak
Ot biçerler kucak kucak
Eşim kayfeden geliyor
Memmed’ine gerer kucak

Kitiz’e (18) okuntu saldık
Daha Senem gelmedi mi
Bunun böyle olduğunu
Osman ağam duymadı mı

İlkokulu bitirmiştim ve Afşin Ortaokulu’na kayıt hazırlıkları içindeydim. Yıl 1954 ve vakit akşam üzeriydi. Caminin önünde üç arkadaş oynuyorduk. Demirci Köse’nin oğlu Mehmet, Kocalar’ın Kel Şeker’in oğlu Yusuf ve ben. Mehmet, Yusuf’un dayısıydı. Fakat yaşları aynıydı ve onlar da benimle birlikte mezun olmuşlardı. Hamzalar’ın Bekir’i saymazsak sınıfımızda en iyi matematikçimiz Mehmet ve en iyi resim yapanımız da Yusuf’tu. Öteden Ağam göründü, şehirden geliyordu. O sırada, belki de kaynanasıgillerden gelen Kel Şeker’le hapahap (19) oldular. Ağam Kel Şeker’e takıldı. “Ulan kel” dedi, “Okut şu çocuğu. Osman’la birlikte gönderelim. Köse’nin hükmü yok, Dedekızı’na da söz geçmiyor. Onlar Mehmet’i okutmayacaklar. Umudumu kestim. Bari sen eşşeklik etme. Biricik oğlunu ateşlere yakma. İnan bana, Yusuf da Osman da burda kalırlarsa çok geçmez ya damı boylarlar ya da yerin altına girerler”.  Kel Şeker gülerek “Sen haklısın Omar Ağa” demekle yetindi.

Kel Şeker, iyi bilmiyorum ama kel de değildi. Kellik onun takma adı olmalıydı. Uzunca boylu yakışıklıca bir adamdı. Yüksek perdeden konuşurdu. Ağamdan küçüktü. Aralarında gerginlik olduğu bilinirdi. Fakat birbirlerine saygılı davranırlardı. Ağam yaşça büyüklüğüne, kuşku duyulmaz iyi niyetinin gücüne ve düşüncesinin doğruluğuna olan inancına dayanarak ona karşı böyle senli benli davranıyordu herhalde. O tarihte henüz, hem dayımın ve hem de bibimin oğlu olan ve daha sonra da ablamın eşi olacak olan Hacıkaye, sanıyorum kendisine attığı bir tokat yüzünden daha 11-12 yaşlarında iken, Kel Şeker’i İbişoğlu’nun Bucak’ta önüne geçip, kurşunlayıp  yaralamamıştı.

Mehmet’i sonkesen (20) diye nazlandırdılar, gurbete yollamadılar. Mehmet okumadı. Mehmet ben lisedeyken veremden öldü. Kel Şeker Ağamı dinlemedi, okula göndermedi Yusuf’u. Yusuf’un kalem tutan elleri silah tuttu. Eli resme yatkın olduğu kadar her işe yatkındı. Elinden bıçak düşmezdi. İyi ağaç yontardı. Küskü yapardı, değnek yapardı, kızak yapardı. İyi nişan alırdı, avcı oldu. Önceleri sapanla hepimizden daha çok serçe avlardı, serçe vururdu. Kıskanırdım. Sonra keklik avına başladı. Omuzunda tüfek, elinde kafesle Karadışlığa (Karaardıçlık), Livlik’e keklik avına giderdi, görürdüm. Okuyordum, kıskanmaz olmuştum.

 Mor’un Yatağı’nın yukarısında, Berit’in zirvesine 200 metre ya var ya yok bir mesafede olan Boğaz’daki yayladaydık. Afşin Ortaokulu’nun ikinci sınıfındaydım. Yusuf’lar bizim çadırdan daha aşağıda olan ya Yan Yurt ya da Alıçlı Yurt’ta idiler.  Bir dedikodu yayıldı. Yusuf, Resül Ömer’i yani Ağamı kurşunlamıştı ve fakat vuramamıştı. Ali askerdi ve bu yükün altından kalkmak bana düşerdi. Artık okumayacağımı ve bu yükün altından Ağamı benim kurtaracağımı Gümüş anama söyledim. “Ne bileyim oğlum” dedi, gözleri yaşardı, “Ağan bilir” dedi. Ağam, izi gökte bir adamdı. Kah yaylaya gelir , kah köyde kalır, çoğu kez de dışarılarda olurdu. Çadırda bir gece yarısı Ağamla Gümüş anamın fısıltılı konuşmalarına uyandım. Ağam biz uyuduktan sonra gelmişti. Çadıra kadar da izlenmiş ve karşılıklı silah sıkmalar da olmuştu. Anam, bu olayı da fırsat bilerek aramızdaki konuşmayı Ağama anlattı. Ağam çok hiddetlendi. Benim için “O kimmiş ki adam vuracakmış, beni düşmandan koruyacakmış” diye kükredi. Yorganın altında korkumdan büzüldükçe büzüldüm. Öylesine ki yer yarılsa da içerisine girsem diyecek kadar korktum. Anlaşıldı, ben okuyacaktım. 

Yusuf öyle yetiştiriliyor ya da öyle yetişiyordu ki hemen herkes onun günün birinde bir cinayet işleyebileceğini tahmin ederdi. Öyle de oldu.

Galiba Kocalar ailesi Piri Durdu’nun öldürülmesine rağmen Koca’nın hayfının henüz alınmadığını düşünüyorlardı. Koca’yı vuran Kılıç Hasan cezasını çekerek hapisten çıkmıştı. Geç kalmış bir evlilik yaptı. Kardeşleri evlenmiş ev bark sahibi olmuşlardı. Komşu köy Tombak’tan bir kız aldı, Kara İsmail’in kızı Gülistan’ı. Ağam Kara İsmail’i çok sayardı. Aşiret büyüğü olarak bilirdi. Kılıç Hasan’la Gülistan’ın çocukları olmadı. Karı koca kendilerine kerpiçten bir göz bir ev yaptılar ve oraya sığındılar. Hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Mavi bir elbisenin içinde anımsarım kendisini. Kısa boylu, beli hafifçe bükülmüş gibi aşağıdan ileriye doğru bakan, şapkasını sağa sola yıkmadan düz giyen, geçtiği yerlerden hızlıca geçen, insanlara çokca karışmadan ürkek bir keklik gibi yaşadığı izlenimini veren, gülmeyen kara tenli bir adamdı.

Öte Geçe’deki ilkokulun arkasındaki tarlalara harman dökerlerdi. Pakla harmanıydı, güzündü. Bir akşam üzeri Kılıç Hasan’nın burada bir olayına tanık oldum. Çok yakını birisi ile tartıştıyorlardı. Elini beline attı. Yani tabancasına davrandı. Yumruk kadar bir adamdı ama keskin bir kılıç gibiydi. Ağam Çardak’tan geliyordu. Olayın ortasındaydı. Tiz ve sert bir sesle “Hasan” dedi, Hasan’ı tuttu ve tokatladı. Hasan ağladı. Hasan kağnıyı bıraktı, küstü ve eve gitti. Sonra Ağam Hasan’nın tartıştığı o çok yakını kişiye dirhemini it yese kudurur sözler söyledi ve oradan ayrıldık. Benim Hasan’ı bu son görüşüm oldu.

Ortaokul ikinci sınıftaydım. Okullar yeni açılmıştı. Köyde düğünlerin tam zamanıydı. Köylümüz Dirgen Ali oğlu Mustafa’yı evlendiriyordu. Mustafa tek oğlandı. Biraz zayıf, biraz geveze, biraz çıtkırıldım. Köyün güzel kızlarından Kır İbrahim’in kızı Gümüş’le evleniyordu. Bir haftalık bir düğün kurulmuştu. Dirgen Ali Kılıç Hasan’nın dayısıydı. Hasan geceleri dışarı çıkmazdı. Ama bu sefer zorunluydu. Dayısının oğlunun düğününde gece sinsin oynamaya gitti. Sinsin oynadı, terledi, oturdu. Boynunun arkasından vuruldu. Yusuf görevini yerine getirmişti.  Gülistan haberi duydu. Gurbete gelin gelen Gülistan kocası için ağıt yaktı : 

KILIÇ HASAN’NIN AĞIDI

Kapısında dut ağacı
Ağlıyorlar çifte bacı
Buna yürek dayanır mı
Kim görmüş ki böyle acı

Kapısının önü bahçe
Siyecine konar serçe
Bugün yattın sürmel’eşim
Sabahtan ederim bohça

Emmisinin adı Osman
Mulla’lar evvelden düşman
Ayan olsun sürmel’eşim
Zina dölü olmuş pişman

Değirmen taşın döndürdü
Eşimi çocuk öldürdü
Öldüğünü aramıyom
Düşmana hayıf aldırdı

Halil emmim boynun büker
Sürmel’eşim beni yakar
Salın beriden varırken
Yaralılar karşı çıkar

Iğır ığır kağnı çeker
Çatal harmanını döker
Kürç’Ağama düğün kurduk
Sarığına altın takar

Sinsin ateşi kuruldu
Kalkamam belim kırıldı
Gelir diye yol beklerim
Dediler Hasan vuruldu

Hele de bak hele ebe
Yükümü ayrı düzdüler
Öldüğünden bu zor geldi
On günde evin bozdular

Delikten kesildi ışık
Ardında yok bir dolaşık
Ayan olsun sürmel’eşim
Kardaşların mal bölüşük

Hele bakın hallerime
Ateş düştü dillerime
On yaşındaki çocuğun
Kurban gittin ellerine

Bu karalı düğünde evlenen çiftlerin bir oğulları oldu. Adını Hasan koydular. Hasan profesör oldu. Ama bir kuşak da yitti gitti. 

Açıklama

1. Pakla : Fasulye
2. Tavalık : Duvarda küçük dolap yerine kullanılan kapaksız oyuk
3. Camız : Manda
4. Alınmak : Çiftleşmek
5. Bider : Ekilmek üzere ayrılan tarla bitkileri tohumu
6. Bire : Bre, söze başlama hitabı
7. Pur : Gevşek yapılı bayır
8. Nidicin : Ne edeceksin
9. Kopa kopa : Koşa koşa
10. Könçek : Şalvara benzer bel altı giysisi
11. Hegili : Hey gidi
12. Gün yüzü : Güneye bakan yüzü
13. Bellik takmak : Söz kesmek ve takı takmak
14. Per : Su değirmeninde çarkın kepçesi
15. İşlik : Yakasız gömlek
16. Şah İsmail, Hata’i Külliyatı, Bebek Cavanşir ve Ekber N. Necef, Kaktüs yayınları, İstanbul, 2006
17. Öz : Otu biçilen çayırlık alan
18. Kitiz : Yeni adı Esence, Afşin ilçesine bağlı bir köy
19. Hapahap : Yüz yüze
20. Sonkesen : Son çocuk

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress