Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

ESENDERE UZUN BUCAK

15 Haziran 2010 0 comments Article Ericek

 

Yan Yurt, Çavdarın Gediği’ne  varmadan bir adım beride ve sol yanda bir yurtlak, bir çadır yeridir. Oğlak Kayası’na çıkan çok dik, uzun, kevenli ve keklikli bir yamacın dibinde küçük bir dölektir. Yönünüzü Berit’e dönerseniz sol tarafından bir dere akar, üst kıyısının  sağında bir pınar kaynar, alt ucundan Kınıkkozu’na aşan yani Elbistan havalisini Zeytin’e ve Maraş’a bağlayan kervan yolu geçer. Bu küçük düzlüğün yan bir görünüşü vardır. Kamyonlar şarampole düşer yanlar ya burası da tıpkı öyle bir tarafa yan yatmış bir küçük düzlüktür. Görünüşüne bakarak sağ kolunun üzerine yatmış bir adam gibi de diyebilirsiniz.

Karşısında Kandil Dağı’na yaslanmış Ardıçlı Yurt vardır. Derenin öte geçesinde  yamaca asılı duran küçük bir seki ve cılız küçük bir pınar. Buraya önceleri Kocalar çadır tutuyorlardı. O sıralarda Arpa Çukuru yaylası nedeniyle Ericek’le Kınıkkozu kavgadalar. Ericek’liler silahlanıp silahlanıp yürüyorlar köycek. Oysa Kınıkkozu’lu bazı ailelerle Ericek’li bazı ailelerin akrabalıkları var. Ama köylülük akrabalıktan önde geliyor ve Ericekliler fire vermiyorlar. Kınıkkozulular da yiğit adamlar, dağ adamları, papuç bırakmıyorlar. Ortam gergin. Ağam muhtar. Dolayısıyla bize düşen yük daha da ağır. Abim Ali yaylaya geldiğinde martini kucaklayıp yatıyor geceleri. Benim de dedemden kalan gümüş saplı bir hançerim var hep üzerimde taşıdığım.

Berit Dağı ile Kandil Dağı Çavdarın Gediği’nde yüzlerini Elbistan Ovası’na dönerek el ele tutuşmuş abi kardeş gibi bir görünüm içindeler. Esendere uzun bucak buradan başlar.  Yan Yurt ve Ardıçlı Yurt’un iki küçük pınarı ve Çavdarın Gediği’nin küçük özünden (1) sızan cimiz (2) suyu ilk kaynağı oluştururlar. Daha sonra Kapı Kayası, Yolak, Kavak, Karnıyarık, Killik, Dikenli Yurt, Düğün Yurdu, Sığır Eğreği, Kevenli Dölek, Hümrüz, Yoncalı, Yapraklı Güne, Kara Kengerlik, Hopur, Kır Oluk, Kuyu Pınar, Senemin Güne, Kıran Deresi, Cinli Pınar, Beş Pınar, Daşlık, Hırsız Pınarı vs gibi yörelerin, pınarların, derelerin, yaylaların, yurtlakların, yamaçların suları toplanır Esendere olur ve gider Cahan’a dökülür. 

İlkokul, belki de ilkokul öncesi yaşlardayım. Yan Yurt’ta yayladayız. Biz, emmim Kara Mustafa, dayım Hacıkaye Ahmet ve Gürcü Mustafa dört çadırız. Fakat çok çocuğuz. Çok oynuyoruz. Tor taylar gibiyiz. Çobanlık yapmıyorsanız yaylalarda çok iş olmaz. Kız çocuklar çadırda analarına yardım ederler. Erkek çocuklar da yakacak getirirler, ufak tefek dış işler yaparlar. Sabahları keklik sesleriyle uyanıyoruz. Berit Dağı’nın tüm keklikleri çadırların arkasındaki kevenli yamaçta toplanmışlar ve düğün kurmuşlar gibi hep bir ağızdan ötüşüyorlar. Biz çocuklar kızlı erkekli, kahvaltıda buz gibi yoğurtla karnımızı doyurduktan sonra toplanıp Çavdarın Gediği’ndeki öze gidiyoruz. Yatıp yuvarlanıyoruz çayırlar üzerine. Kevenli surata çıkıyoruz, keklik yumurtaları topluyoruz kevenlerin altındaki yuvalardan.

Bu kevenlere tus keveni diyorlar. Yerin üstünde çapları tahminen bir metreye kadar çıkabilen yarım bir küre gibi örterler toprağı. Küçük küçük beyaz çiçekler açarlar. Bolca dikenleri vardır. Koyunlar değil de keçiler ve oğlaklar kevenlerin dikenler içindeki çiçekli uç sürgünlerini yemeyi çok severler. Ama ağızları, burunları da yara olur. Keçiler uçlarda gezerler, uçlarda beslenirler. Ağızlarının tadını bilirler. Uç sürgünleri, filizleri, en sarp yerlerdeki ve kaya yüzlerindeki en taze bitkileri bulurlar. Ancak tus kevenleri,  keçilere bu ağız tadı düşkünlüğünün ve seçiciliklerinin bedelini dikenleri ile ödetirler. Öyle ya bedelsiz nimet yoktur.

Bir öğle vakti Kınıkkozu tarafından iki adam çıkıp geliyor çadırımıza doğru. Dişisinin adı Karo, erkeğinin adı Bozo olan iki Kangalımız vardı. Adamlara saldırıyorlar. İtlerin önüne geçiyorum, adamları çadıra alıyorum. İki yolcu, Zeytin’den Elbistan’a gidiyorlar, acıkmışlar, Tanrı misafiri olarak gelmişler. Anam sofra hazırlıyor. Pirinç gibi beyaz ağ yazlıktan yapılmış cıkır cıkır tereyağlı bulgur aşı, bir sahanda yayıktan yeni çıkmış ayranlı tereyağı, bir sahan koyun kaymağı, bir sahan pekmez, buz gibi duru yayla ayranı ve sulanmış, çitlenmiş (3) yufka ekmek. Adamlar iştahla sofraya yumuluyorlar ve memnunlar. Yemek sırasında az konuşuyorlar.

Çadırın karşısında, oturduğunuz yerden de görülebilen ve Kınıkkozuluların hak iddia ettiği yamaçta sığırlarımız otluyor, başında kimse yok. Adamlar yemeklerini yediler, sofra kaldırıldı, kahveler geldi. Adamlardan biri telaşla karşıyı gösterdi. Atlı ve silahlı iki adam sığırlarımızı topluyordu. Sığırların kime ait olduğunu sordu. Anam, komşularla birlikte bizim olduğunu söyleyince her ikisi birden çok telaşlandılar. Anam oralı olmadı ve dıştan tepki göstermedi. Derken aşağıdan yukarı, atının paçası beyaz köpüklü ter içinde abim çıkıp geldi. Zıpladı indi attan. Atı çadırın kazığına ben bağladım. Abim adamların yanına gitti. Hoş geldiniz dedi, hal hatır sordu. “Sığırlar gözükmüyor ana” dedi. Anam olanları anlattı. Abim telaşsızca bana “Atı çöz” dedi, yüklükten (4) yatak arasındaki martini aldı, silkindi bindi ata ve uçar gibi gözden kayboldu.

Adamların gitmek için sabırsızlandıkları, ıkınıp sıkındıkları ve fakat böyle bir durum karşısında hemen de kalkıp gidemedikleri gibi bir hava seziliyordu. Bir taraftan bir olay çıkacağından korkuyorlar ve her nasıl olursa olsun bulaşmak istemiyorlar, kaçmak istiyorlar ve diğer taraftan da biraz önce kimsiniz, necisiniz demeden kendilerini çadıra buyur eden, ağırlayan insanları böyle bir durumda terk edip gidemiyorlardı. Bu sıkıntılı hava çok sürmedi. Sığırları kıvratmış (5), önüne katmış, atın sırtında dalında tüfek  abim göründü. Herkes rahatladı. Abim sığırları, götürülmeden önce yayıldıkları karşı yamaca bıraktı ve atını tepikledi (6) geldi.

Adamlar artık ayrılmak üzereydi. Anam sordu “Bire ağalar, soramadık hizmet neydi, nereden gelip nereye gidiyordunuz, bir yardımımız olur muydu”? Ova köylerinden geliyorlarmış, birisinin oğluna Zeytin tarafından kız istemeye gitmişler, dağ obalılardan. Ama kız tarafı çok kalın (7) istemiş, anlaşamamışlar. Anam da meraktan  “Sizin oralarda kızlara ne kadar kalın veriyorlar” diye sordu. Çok değil dediler. Üç ölçek buğday, beş ölçek arpa gibi yanıtlar verdiler ve onlar da aynı soruyu anama sordular. Anam da duruma göre bin altın ile bin beş yüz altın arasında değişir dedi. Adamların gözü fal taşı gibi açıldı ve uzun bir abooov çektiler. Anam da “Eee, öyle” dedi.  “Ağalar, kısrak gerek tay doğura hatın gerek bey doğura“ diye de ekledi. Yutkundu, arkasını getiremedi. Ancak, onları yolcu ettikten sonra arkasını bize söyledi. “Üç ölçek buğday, beş ölçek arpaya alınan ucuz avratlar  böyle ucuz adamlar doğururlar” dedi ve adamların arkasından belli bir küçümseme ile bakarak “Sünepeler” (8) diye sözü tamamladı.  Anam, sığırlarımız sürülüp götürülürken çadırda soframızda oturan iki koca adamın karşı tarafa hiç değilse “Durun bakalım ağalar, bu çadırın erkeği yok. Yaptığınız doğru değil” gibisinden de olsa bir müdahalede bulunmamış olmasından dolayı bu iki ovalı adamı küçümsemiş ve beğenmemişti.                

Benim yaylada diğer çocuklardan farklı olarak bir görevim daha vardı. Orak biçim zamanı, ırgatın bol olduğu zamanda her gün, diğer zamanlarda duruma göre günaşırı ya da daha seyrek aralarla köye gidip gelirim bir kara eşekle. Yoğurt götürürüm, yağ götürürüm, süzme (9) götürürüm. Dönerken de sebze, meyve ve kuru yiyecekler getiririm. Yani yayla ile köy arasında karşılıklı ikmal servisi yaparım. Sabah giderim, akşam üzeri dönerim Esendere uzun bucaktan.

Sabah yola düştüğümde mertekçiler (10) eşlik ederler bana. Arpa Çukuru’ndan ardıç mertekleri taşıyan onlarca köylüm önlerinde mertek yüklü eşekleri ile köye doğru yola koyulurlar. Her eşekte iki mertek yüklü olur. Soyulmuş kabukları ile eşeklerin sırtındaki mertekler ak bir çizgi oluştururlar Çavdar’la Ericek arasındaki ince uzun yolda.

Ericeklilerle Kınıkkozuluların görünüşteki yayla ve otlak kavgalarının ve Ericeklileri Kınıkkozululara karşı bir birlik içinde tutan dayanışmanın temelinde önemli bir çıkar hesabı vardı. O da Arpa Çukuru ve çevresinin ardıç ormanlarıydı. Yıllardır ormancılarımızın bitti bitiyor diye feryat ettikleri ve fakat bitmelerini önleyemedikleri Toroslar’daki ardıç ormanlarının belki de en güzelleri o zaman Arpa Çukuru ve çevresindeydi. O yıllarda Ericeklilerin üç keçisi, beş koyunu olan ve hatta hiç hayvanı olmayanları bile yaylaya çıkıyorlardı. Küçük bir alaçık (11) tutup çor çocuk altına sığınıyorlardı. Amaç, hayvan otlatmak ya da serinlemek değildi. Çünkü Ericek zaten yaylaydı. Otlatacak hayvanı bile olmayan köylülerin yaylaya gitmelerinin nedeni ormandan mertek çekmekti. Yol yolak olmadığı için o güne kadar varlığını koruyabilmiş olan ardıç ormanlarının içine dalıyordu köylüler, kesiyorlardı 20-30 cm çapındaki sülün gibi kara ardıçları, kabuklarını soyuyorlardı, yüklüyorlardı eşeklerine, katırlarına, götürüyorlardı Elbistan Ovası’ndaki köylülere ve tanesi 2 liradan, 3 liradan satıyorlardı. Dönüyorlar ve bir yaz boyu aynı işe devam ediyorlardı. Hiç kimse hiç bir şey demiyor ve kimse kimseye karışmıyordu. Ericekliler Kınıkkozuluları yenmişlerdi. Onlar sinmiş ve çekilmişlerdi bir köşeye. Devleti sorarsanız Devlet de yoktu. O zamanlar ben çocuktum ve orman yüksek mühendisi de değildim. Ormancılarla ilgili bütün bildiğim, babası bir çiftlik sahibi olan bir orman muhafaza memuru idi. Çardak köyünün altında Kantarma’da elma bahçeleri olan, boyalı büyük iki katlı bir lüks evde yaşayan  hatırlı bir adamın oğluydu. Al bir at üstünde köye geldiğinde yere göğe sığdırılmaz, nereye oturtulacağına, ne yedirileceğine, ne ikram edileceğine şaşılırdı.

 Bu ince uzun yolda gölük (12) nalları ile aşınmış parlak ve sıykıl (13) taşları seyrederek sürerdim eşeğimi köye doğru. Karşıdan Zeytin’e, Maraş’a giden tanımadığım insanlar gelir geçerler. Atlı, beygirli, katırlı, eşekli bu insanlar kah gölük sırtındalar, kah gölük arkasında yokuşu dizleyerek yaya yürürler. Bu yolun sağ tarafında Berit Dağı’nın, sol tarafında da Kandil Dağı’nın yamaçlarındaki çobanlar kuşluğa doğru sürülerinin önünde ya da arkasında  sürüleri çadırlara doğru indirirken dağ başlarında sabahı görmenin, çadırlardan gelen belki de sevgililerinin yaydığı yayık ve gümbül (14) seslerini duymanın coşkusu ile türkü çağırırlar, kaval çalarlar. Yüksek tepelerin, kayaların güneşle buluştuğu sabah serinliğinde, bu iki dağın arasında kalan Esendere vadisinde türküler, kavallar, ıslıklar, çan sesleri, koyun kuzu melemeleri arasında ve eşeğin sırtında ben de Esendere gibi  akarım köye doğru. Ben de bilir bilmez mırıldanırım, türküler çağırırım kendimce. Ben de katılırım çobanlara. En çok da dayım Kıllı Kürtçe’nin düğünlerde çağırdığı “Kavaktan yılan iniyor” türküsünü severim :

Kavaktan yılan iniyor
Bellerini büke büke
Beni bir gelin dağniyor (15)
Kaşlarını yıka yıka

Pınarına taş olayım
Yüzüğüne kaş olayım
Gündüz sarhoş gezen kıza
Gece ben yoldaş olayım

Pınarının başı yeşil
Dibinde kumlar kaynaşır
Gelin zülüfünü deşir  (16)
Gece koluma dolaşır 

Yol önce Müdürler’in önünden geçer. İnerken solda üç beş evli bir obadır Müdürler. İlginç bir ad. Kim vermiştir bu adı buraya bilemem. Müdürlüğü kim yitirmiş ki bizimkiler bulsun bu dağ başında? Müdürler’in karşısında yani inerken sağ tarafta da Küçük Karalar var, iki üç evli bir obacık. Belki Küçük Kara’nın oğlu, belki de kardeşiydi deli bir adam vardı kendisinin müdür olduğunu söyleyen. Ola ki Müdürler adı da bu deliden esinlenilerek verilmişti. Bilemiyorum.

O günkü bilgilerime göre, Müdürler’in başı Dönece Osman’dı. Orta yaşlı, bulunduğu yere fazla geldiğine inandığı izlenimini veren biraz havalı bir adamdı. O zamanlar değildi ama sonraları köylülerimin her türlü adlandırmaları, onların dili ile söylersem ad vurmaları hep ilgimi çekmiştir. Yalnız adlar değil tüm sözcüklerin parmak izlerinin olduklarını ve kullanıldıkları anlamların dışında da açıklayıcı olabileceklerini hep düşünmüşümdür. Adların, ad verenlerin kültürlerini,  toplumsal yapılarını ve tarihsel  özelliklerini yansıtabileceklerini varsaymışımdır. Bu nedenle, yer adı olan Müdürler sözcüğüne takıldığım gibi dönece sözcüğüne de takılıyorum. Kız çocuklarına yeter, durdu, döne, döndü vb adlar bizim köyde de vurulur. Ancak dönece adını yalnızca bir dul avrat çocuğu olan Dönece Osman’da duydum. Ericek’te değilse de bizim o çevrelerde dönük kızı, dönük kızının oğlu, dönükler vb adlandırmalar da vardır. Bu sonuncuların da Zeytin Ermenileri ile ilgili geçmişten kaynaklandığını sanıyorum. 

Küçük Kara, orada söylendiği gibi söylersem Güccük Gara varlıklı bir adamdı. Hem koyun hem de keçi sürüleri vardı. Bizim köyden , emmideşlerimizden Arap Hamit’in bacısı Bağdat bibimle evliydi.

Bağdat şimdi Irak’ta esir, yaralı ve yaslı bir başkenttir. Sevenleri diyor ki “Bağdat ateş aldığında kalbim vurgun yedi, güneş doğudan battı”.

 Bağdat Antakya’da hasret kokan bir sevda türküsüdür :

Aman aman Bağdat’lı
Yanağı baldan tatlı
Kış günü yar yanında
Yaz günü sahra tatlı

(Bağlantı)
Aman aman meleğim
Nasıl edeyim
Seko seko seko gel yanıma

Bağdat’a giden olsa
Halimden bilen olsa
Seni yıkarım Bağdat
Yarime ziyan olsa

(Bağlantı)

Bağdat’a tel vuruldu
Akan sular duruldu
Şu benim cahil gönlüm
Bir güzele vuruldu

(Bağlantı)

Bağdat İstanbul’da bir sosyete caddesidir, adından habersiz yaşanların orta yerinde fing attığı.

Ve Bağdat Ericek’te güzeller güzeli, elma yanaklı yayla kızlarının adıdır. Benim bildiğim, dünyada da çok az sayıda  kent adı vardır, adı kızlara ad olarak verilen. Paris, Atina bunlardan bazılarıdır. Hafızamı zorladım, ülkemizde kızlara ad olarak verilen başka bir kent adı da bulamadım. Ama benim köyümde bayan Bağdatlar vardı.

Baba tarafından yakınımız olduğu için kendisine bibi diye hitap ettiğimiz Bağdat bibimle evli olan Küçük Kara Kavak’ta çadır kurardı, Düven Yurdu’nun solunda ve Yolak’ın altında. Kavak’ın solunda da bir kamalak ormanı var, Küçük Kara’nın keçi sürüsünün kışlık ormanı, ormanlıktan çıkmış. Küçük Kara’nın böyle bir ormanı da Çavdarın Gediği aşıp Yukarı Kınıkkozu’na varmadan sağdadır. Keçi sürüleri kışı bu ormanların kesilen dallarının, kollarının iğne yapraklarını ve çok ince sürgünlerini yiyerek geçirirler. Bu ormanlar Küçük Kara’nın özel ormanları gibidirler. Kimse karışamaz. Arpa Çukuru ve çevresinin ardıç ormanlarını Ericekli mertekçiler ve Torosların çıkabildiği en üst sınırında yaşayan bu son kamalak (17) ormanlarını da Güccük Kara’nın keçileri bitirdiler. Kamalak ormanları yalnız Kavak’ta değil, Berit Dağı’nın eteğini yalayarak Düven Yurdu, Hümrüz yaylası ve doğuya doğru Havcılar’ın arkalarına kadar gelirdi. Havcılar’ın ve Yoncalı’da oturan Kiye İmirze’nin keçileri de bu kuşaktaki kamalak ormanlarının canına okudular. 

Ayrıca, Esendere’nin su toplama havzasını oluşturan Karadışlık,  Livlik, Yapraklı Güne ve Senemin Güne’deki meşe  ormanlarının da yazın eşeklerle, kışın kızaklarla kesilip kesilip çekilerek, basma yapılıp keçilere yedirilerek kökü kurutuldu.

Karnıyarık, Esendere’nin ana kaynağıdır. Düven Yurdu, Kavak ve Haytalar’ın yaylası olan Sığır Eğreği’nin alt ucunda kalır. Birisi bir hançer almış da yerin karnını on yerinden, onbeş yerinden yarmış ve her yarılan  yerden de bir pınar kaynamış gibi bir düzlüktür. Düzlüğün üst sınırından itibaren kara ardıç ormanları vardı. Biz Sığır Eğreği ve Düven Yurdu’nda otururken dallarına binip yaylanarak, sallanarak eğlendiğimiz bu kara ardıçlar şimdi yok artık. 

Karnıyarık’ın karşısında ve biraz aşağısında Haytalar obası vardır. O zamanlar 10-12 evlik bir obaydı. Çavdar’ın yolu yani kervan yolu bu obanın içinden geçer. Ben de eşeğimle bu obanın içinden gelir geçerim. Haytalar’ı iyi tanırım. Çünkü biz yaylaya kademeli olarak çıkar ve kademeli olarak yayladan inerdik. Köyden çıkınca da ilk konaklama yeri Haytalar’dı. Koyun sürülerimiz Haytalar’ın arkasındaki Senemin Güne’de yayılırdı. Baharları Senemin Güne’den Esendere’ye doğru şiddetli ve soğuk yeller eser. Ben bu yellerde kuzu güderken çok üşürdüm. Yayladan inerken de Karnıyarık’ta tutardık çadırı. Karnıyarık’ın özlerinde koç güderdim. Kardeşim Beyazıt’ı daha üç yaşındayken burada kaybettik. Bizim köyde evlat acısına ciğer acısı diyorlar. Asiye anam ciğer acısını Beyazıt’ta yaşadı ilk olarak.

Hayvancılığı ve yaylacılığı bıraktığımız yıllarda bir güz günü, henüz okullar açılmadan Asiye anamla Habba ablam benden kendilerini Karnıyarık’a götürmemi istediler. Ağam’dan izin aldılar. Gittik ve geldik. Orada, saçlarının ucuna kadar duygu dolu olan Habba ablam artık gerilerde kalan ve ulaşılmaz olan genç kızlığını aradı. Giderken daha coşkulu, dönerken daha hüzünlü türküler çağırdı Karacaoğlan’dan. Ablamın daha sonraları bir fırsatında sesiyle de kaydettiğim o gün çağırdığı şu türküsünü sık sık dinlerim :

Dağ salına konan kervan
Yağmur yağar gerilenir
Bir kötüye düşen dilber
Ölmez ama zarilenir (18)

Bizim elde bir gül biter
Vakti gelince tez yiter
Her kötü de bir söz atar
Bitmiş işim gerilenir

Ovalarda olur harman
Yanakların derde derman
Gönül dediğin değirmen
Ufaklanır irilenir

Karacaoğlan der ki eller
Bahçende açılmış güller
Koç yiğide düşen dilber
Al çiçekle korulanır (19)

Asiye anam, ne giderken ne de dönerken ne türkü çağırdı ne de konuştu. Çeçendi, türkü bilmez Türkçeyi de az bilirdi. Çadır yerimize oturduk. Karşımızda Senemin Güne, arkamızda Kapı Kaya, sağ tarafımızda kayalarına kartalların yuva yaptığı Büyük Mağara’nın sırtı, önümüzden feryat figan gurbete doğru akan Esendere ve biz üç yayla hasretlisi bir süre öylece kaldık. Asiye anam eli koynunda, sessizce, başını göğsüne gömerek bal renkli ela  gözlerinden durmadan yaş döktü. Ağladı, ağladı.

Dönerken aile dostumuz ve Haytalar’ın önde gelen ailesi  Sarı Mehmet’lere uğradık. Buradan çıktıktan sonra yolun altında, büklerin (20) arasında el içi kadar küçücük bir tarlada  pakla (21) sulayan Omuk Omar’ı gördük. Karşılıklı hal hatır sorduk.

Haytalar’ın insanlarının o gün için Ericek’ten oldukça farklı bir şiveleri vardı. Hala devam ediyor mu bilemiyorum. Komşu obalar olan Havcılar ve Müdürler’in şivelerinden de farklıydı. Aslında, o yörede her yerleşim yerinin  kendine göre bir konuşma biçimi vardı. Bugün bile, oralardan hiç tanımadığım birisi  yanımda konuşsa Karadutlu mu, Tombaklı mı, Havcılardan mı, Haytalardan mı, Urum Kocalardan mı ya da Müdürlerden mi olduğunu kolayca anlarım.  

Haytalar insanının haytalıkla hiç ilgileri yoktu. O yörenin en masum insanlarıydılar. Kavga gürültü ettiklerini hiç görmedim. Bunları yazarken bu konuyu düşündüm. Neden hayta yani külhanbeyi, kabadayı, serseri olmayan bu kendi halindeki insanlara Hayta demişler diye meraklandım ve küçük bir araştırma yaptım. Bir tarihçi olmadığım için bulduklarımın ne kadarının doğru ya da ne kadarının yanlış olduğu konusunda iddialı değilim. Bu kayıtla, bulduklarımı aşağıya aktarıyorum :

1) Hayta, sözlüklerde a) Başıboş, serseri, serkeş, zorba, asi, b) Osmanlıların ilk dönemlerinde eyalet askerlerinin uç boylarında görevli olan sınıflarından biri ( Bunlar daha sonra bozulmuş ve kötü yollara sapmıştır), c) İp, urgan, d) Kazık, çadır kazığı anlamlarına gelmektedir. Haytalar sözcüğünün benim için ilginç yanı bu sözlük anlamları ile ilgili değildir. Beni daha çok, bir Türkmen aşireti olduklarını düşündüğüm bu insanların geçmişleri ilgilendirmektedir.

2) Çeşitli kaynaklardan edindiğim bilgilere göre Hayta ya da Haytaoğulları bir Türkmen aşiretidir. Sırlanmış Zamanın Gölgesinde adlı romanın yazarı olan Cengis Temuçin Asiltürk bu kitabında mensubu olduğu Haytaoğulları aşiretinin Çukurova ve Toroslardaki macerasını anlatır. Kendi aile kökenlerine bir yolculuk yapar. Romanı okudum. Çocukluğumda biz Haytalar’da yaylada iken Sarı Mehmetlere Çukurova’dan bir akrabaları gelmişti. Sanıyorum Sarı Mehmet’in bacısıgillerdi. Bir erkek çocukları vardı. Onunla kavga etmiştim. Benden büyüktü. Onu sevmediğimi ve ondan çekindiğimi de hatırlıyorum. Romanı okurken bu anım yeniden canlandı. Bizim Haytalar’ın, Cengis Temuçin Asiltürk’ün romanında anlattığı aşiretten olabileceğini düşündüm. Yazar, romanı ile ilgili bir söyleşisinde Haytaoğulları’nın Ramazanoğulları’nın bir kolu olduğunu ileri sürüyor. Buna göre, benim düşüncem doğru ise bizim Haytalar da Ramazanoğulları’nın bir koludur.

3) Çukurova Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Erman Artun, Anadolu’daki Türkmen aşiretlerini sınıflandırırken Hayta Aşireti’ni de sınıflandırmış ve bu aşiretin 12 obasının adını vermiştir (22).( Bunlar şunlardır :

1. Hacı Süleymanlı Obası,
2. Hacı Aliler Obası,
3. Elekli Obası,
4. Kötekli Obası,
5. Saçığaralı Obası,
6. Kerimli Obası,
7. Güccüklü Obası,
8. Neneli Obası,
9. Bacaklar Obası,
10. Hacı Nasıflı Obası,
11. Hacığaralı Obası,
12. Gosatlı Obası.

4) Bir başka kaynakta, Hayta Aşireti’nin çok eskiden Binboğa dağında ve Nurhak yaylasında toplu olarak yaşarken daha sonra parçalanmış olduğu bildirilmektedir (23). 1948 yılı itibarıyla Kahramanmaraş’ta 20 evin, Kozan Çataloluk’ta 15 evin, üçer beşer evin de Mersin ve Antalya Sarıçiçek yaylasında bulunduğu açıklanmaktadır. Konya, Aydın, Muğla, Isparta Eğridir-Havutlu yörelerinde de bu aşiretin yaşadığı ve aşiretin en büyüğüne de Savran Başı denildiği kaydedilmektedir.

5) İncesu’da  Hayta Aşireti’nin iskanından söz eden bir diğer kaynakta da bu aşiretin sosyolojik özellikleri ile ilgili olarak da koyun, keçi, deve besledikleri, erkeklerin çadırlarda oturup kirmen (24) eğirdikleri, çorap ördükleri, kilim dokudukları, dış işleri kadınların yaptıkları, kadınların koyun güttükleri ve sırtlarında eve odun taşıdıkları vb bilgiler verilmektedir (25). 

6) Son olarak, Giresun’un Arslancık köyünün sülaleleri sayılırken bunlardan birinin de Haytaoğulları olduğu yazılmakta ve beni de nereden nereye diye düşünceye salmaktadır (26).

Haytalar’dan biraz aşağıda ve sağ tarafta Yoncalı obası vardır. Burada Havcı Hasanlar ve Kiye İmirzeler otururlardı. Havcı Hasan, Şerif bibimin kayınbabasıydı. Varlıklı, hatırlı, çalışkan, yavaş yavaş konuşan, keçeden yapılmış tengirşek şapka giyen, sarı sakallı, cumaları Ericek’e namaza gelip giden, Berit Dağı’nın en nefis çiçek balını üreten bir güzel insandı. İşten esirgemediği sabırlı emekleriyle kapılarının biraz ilerisinden Esendere bucağına inen sarp suratı bir yeşil halı sermiş gibi çayırlığa çevirmişti. Burada yazları koyunlar için ot biçiliyor, güzleri koç otlatılıyordu. Evlerinin sağındaki Esendere’nin bir yan deresine inen sarp suratı da meyve ağaçları ile doldurmuştu. Yörenin her türlü meyvesi bulunuyordu. Evlerinin yamacında, Esendere’nin öte geçesinde bir kuytu yakada yetiştirilmiş bir de bağları vardı.

Havcı Hasan ne kadar çalışkan ve alçak gönüllü bir insansa oğlu ve bibimin kocası Havcı Mustafa da o kadar ileri görüşlü bir insandı. Daha o yıllarda bile oturma ve misafir odası olarak kullandıkları odanın duvarına gömülü bir kitaplıkları vardı. İlk çocukları okulsuz okumayı öğrendiler, dışarıdan sınavlara girip diplomalar aldılar  ve arkadan yetişenlere örnek ve öncü oldular. Arkadan yetişenler de Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde okuma başarısını gösterdiler. Mühendis oldular, doktor oldular.

Kışları Şerif bibimgile büyük bir istek ve heyecanla sıkça gider gelirdim. Ama yazları onlar ayrı yaylaya, Hümrüz yaylasına göçerlerdi. Görüşemezdik. Buna üzülürdüm. Bir gün Şerif bibimin kızı yaşıtım Döndü ile oynarken seneye ortaokula gideceğimi ve kış ayları da gelemeyeceğimi ve görüşemeyeceğimizi söyledim. O sırada orada bir kenarda oturmakta olan Döndü’nün dedesi Havcı Hasan bana gülerek “Oğlum Osman oku da mal müdürü ol emi?” diye takıldı.

Havcı Hasan haklıydı. Onun derdi ağnam resmi yani mal vergisiydi. O malcı adamdı ve mal vergisinden çok çekiyordu.  Ben mal müdürü olursam o da bu dertten kurtulabilirdi. O yıllarda vergi konusunda halkı belki en çok ilgilendiren  iki şey vardı. Biri hayvan vergisi ve diğeri yol vergisiydi. Hatta CHP’nin 1950’deki iktidar kaybına bu iki verginin sebep olduğu bile söylenir. Yol vergisi 1945’te, hayvan vergisi de 1950’de kaldırıldı. Hayvan vergisi koyun, keçi, inek, manda ve öküzden alınırdı. At ve eşekten alınmazdı. Bu vergilerle ilgili hoş bir köylü fıkrası bilirim. Anlatayım :

Bir gün eşeği ölen köylü, komşusuna eşekten vergi alınmadığı için “Bu eşeğin derisini yüzüp öküzümün  sırtına geçireceğim ve öküzü vergiden kaçıracağım” demiş. Hazır cevap bir diğer köylü de ona “Bire komşu, eşeğin postunu öküzün sırtı yerine kendi sırtına geçir. Böylece öküzün vergisinden daha çok olan yol vergisinden kendini kurtarmış olursun” demiş.

O zaman için bibimgilin tek komşusu Kiye İmirzelerdi. Havcı Hasan’ın koyun sürüleri vardı Kiye İmirze’nin de keçi sürüleri. İki temel küçük baş hayvancılık alanını paylaşmış gibiydiler. Kiye sözcüğünün kökenini araştırmaya çalıştım. Bulamadım. Sözlüklerde yok. İnternetten kayıt aradım. Çok kayıt var. Ancak, hepsi Kürtçe metinler içerisinde geçiyor ve ben ne anlama geldiğini çıkaramıyorum. Bulabildiğim Kürtçe-Türkçe sözlüklere baktım oralarda da bulamadım. Yalnız Kiye İmirze Kürt değildi. Şivesi bizim yaylalara gelen Aydınlı yörüklerine benziyordu.

Kiye İmirzelerle Havcı Hasanlardan doğuya doğru gidildiğinde Havcılar obasına ulaşılır. Esendere’yi besleyen yan derelerden birisinin kenarına yerleşmiş 15-20 evlik bir obadır burası. Havcı ya da havcılar sözcüğünün akla gelebileceği gibi av ya da hav sözcüklerinden türetilmiş olduğunu düşünmüyorum. Bizim oralarda örneğin Karadut, Ericek ve  Havcılar’da havcı adı erkek çocuklara ad olarak  da vurulur.

Havcılar’ın adamlarını tanırım. Tipik dağ adamlarıdırlar. Dağ adamlarının yürüyüşleri kentlilerden kolayca ayrılır. Onlar yürürken ayaklarını ileri doğru atmazlar. Önce yukarı kaldırırlar, sonra ileri uzatırlar ve daha sonra da tepeden iner gibi ya da kazık çakar gibi ayaklarını yere indirirler. Afşin Ortaokulu’nda okurken çarşıdaki adamların yürüyüşlerinden hangilerinin Binboğalardan inen dağ adamı olduklarını anlardım. “Bunlar da bizim Havcılarlılar gibi yürüyor” derdim kendi kendime. Çiğ arazide yürümenin yöntemleri düz zeminde yürümeden elbette farklı olacaktır. Çünkü çiğ arazilerde adımlar arasında doğal engeller vardır. Dağda, bayırda yürürken yüksek kaldırımda yürüyor gibi yürünemez.

Havcılar obalılar bize sıkça gelir giderlerdi. Ağamın onlara oldukça yakın davrandığını anımsıyorum. Havcı Kadir, Havcı Mehmet, Kuruca Kadir, Baladı, Dingil gibi isimler aklımda kalan Havcılar obası isimleridir. Hepsi yumuşak huylu ve iyi anlamda saf insanlardı. Cinlik bilmezlerdi. Bu konuda onlara yakıştırılmış öykümsü bir anlatı biliyorum. Biri Baladı ve diğerinin adını unuttuğum iki Havcılarlı genç askere gitmişler. Biri diğerine “Ulan Baladı bu kadar askerin içinde bizim varlığımızı yokluğumuzu kim anlayacak. Evde çor çocuk ve hayvanlar yalnız kaldı. Haydi kaçalım buradan” demiş ve askerden kaçmışlar. Yakalandıktan sonra da “Yahu Baladı Devletin cipi meğer tavşan alırmış, bilemedik” diye kaderlerine razı olmuşlar.   İçlerinde ya da dışlarında birileriyle kavga ettiklerini duymadım. Ancak birkaç kez çığ olayını duydum. Müdürler ve Havcılar yörelerinde çığ düşmeleri ve bu yüzden de ölümler oluyordu. Özellikle kış günü dağlardan hayvanlar için mezdağa (27), kamalak, basma dalları kesmeye ve ökse otu toplamaya gittiklerinde bu tür olaylar oluyordu.

Havcılar’ın adamlarında cinlik yoktu ama Havcılar Kalesi’nin cinli olduğu söylenirdi biz çocuklar arasında. O sıralarda bir çok cin ve şeytan öyküsü anlatılırdı. Bu arada cinli yerlerden, cinlerin düğününden, cinlerin düğün kurduğu yerlerden de söz edilirdi. Havcılar Kalesi bu yerlerden birisiydi. Kale’nin karşısındaki Kıran Deresi, Köyün alt ucunda Esendere’nin üzerindeki İbişoğlu’nun Köprüsü, Aşağı Öteyüz’de Kara Postaların tarlası bu tür adı cinliye çıkmış yerlerdendi.

Kale’nin boynunda Havcılar’ın mezarlığı var, Ericek-Havcılar yolunun kenarında. Bibimin kayınbabası Havcı Hasan ve kocası Mustafa’nın mezarları buradadır.

Bir yaz tatili eşim ve çocuklarımla birlikte Havcılar’a Şerif bibimin kızı çocukluk arkadaşım Döndü’yü ziyarete gittik. Oraya kadar araba çıkmıyordu. Hep birlikte yokuşu dizleye dizleye yürüdük. Eşime ve çocuklarıma eziyet ettiğimi düşünüyordum. Onların bu dağ başlarında ne işleri vardı, ne hoşlarına gidebilirdi diye düşünmeden kendi karşı konulmaz, karmaşık ve bulanık duygularımın peşinden gidiyordum. Arkamdan onları da sürüklüyordum. Çocuklar neyse ne, olan eşime oluyordu. İzmir’de büyümüş bir çocuk doktoru Berit Dağı’nın eteklerinde benim aradığım ve bulduğum neyi arar ve neyi bulabilirdi? Ama ne çocuklar ve ne de eşim hiç birisi bu yolculuktan yakınmadılar. Sağ olsunlar. Ben de Yoncalı’dan Havcılar’a doğru üzerimizden esen ve neredeyse 40 yıl önceki muzip çocuk Döndü ile deli çocuk Osman’ın çocukluk anılarını bana yaşatan serin boğaz yelinin havasında gittim ve geldim.

Biz gittiğimizde hoş bir tesadüfle Şerif bibim de oradaydı. Çocuklar Döndü’nün çocuklarıyla hemen kaynaştılar, oynadılar, bahçelerinden erik topladılar ve mutlu oldular. Tülay da bibimle daha ilk evlendiğimiz yıllardan beri  tanışırdı. Döndü ile de aralarında çabucak, sıcak ortak konular daha doğrusu (ortak konu) buldular. Beni çekiştirdiler. Ne güzel bir gündü. Döndü’yü bir daha göremedim.

Dönüşte bibim ve Döndü evlerin alt ucuna, mezarlığın başına kadar bizi yolcu ettiler. Ayrılırken bibim “Döndü sen eve git, ben ihtiyarı (kayınbabasının mezarını kastediyor) ziyaret edip başında bir elham okuyacağım” dedi. Döndü kolumdan tuttu, beni biraz kenara çekti ve kulağıma eğilerek “Senden utanıyor, kocasının mezarına gideceğini söyleyemiyor” dedi.

Bibim elimizin bilinen kurallarına göre evlenmiş, Yoncalı’ya gelin gitmiş, çocukları olmuş, onları evlendirmiş, torunları olmuştu. Bütün bunlarda törelerimize ters düşen hiçbir şey olmamıştı. Bir yanlışlık, bir yamukluk yoktu. Fakat koca bibim yine de Hacı Resul’un yani babasının sağ kalan en büyük erkek torunu, daha yenilerde ölen biricik abisi Omar Ağa’nın büyük oğlu ve evladı yerindeki erkek yeğeni Hacı Osman’ın yanında kocasının yanına değil, ölmüş kocasının mezarına gideceğini bile bir tazecik gelin utangaçlığı ile rahatça söyleyemiyordu. Bu anımı, bir şeyi eleştirmek ya da bir başka şeyi övmek için değil, bir zamanlar bizim oralarda, bizim ailemizde edep denilen şeyin ne anlama geldiğini ve nerelere kadar uzandığını anlatmak için yazdım.               

Onlardan ayrıldık. İniş daha kolay oldu. Kale’den indik, Çıtırık Deresi ve Taşlı Tarla’nın önünden geçerek köye döndük.

Çıtırık Deresi Havcılar’dan iner ve Taşlı Tarla’nın altından Esendere’ye karışır. Taşlı Tarla’da o zaman iki kardeş aile yaşardı. Büyüğü Kürt Ali, diğeri onun küçük kardeşi Cettel Mehmet. Havcılar’la Ericek’in arasında, Çıtırık Deresi’nden çıkarılmış bir arkın altında, Yapraklı Güne’nin yamacına yaslanmış yalnız iki evdi. Bir başka  kardeşleri Kürt Halil’in evi ise köyün içindeydi. Kürt Ali’yi yakından tanırdım. Tek oğlu Karaca arkadaşım, kızı Esme de komşumuzdu. Kürt Ali omzunda mavzer, ekşi suratlı, ileri yaşında bile geyik gibi taştan taşa seken, çevik yapılı, yel gibi yürüyen, nedenini bilmiyorum ama çoğu kez kaçak gezen ve fakat altın gibi yüreği olan bir adamdı. Benim bilgilerime göre bizim köyde Kürt yoktu. Kürt onun takma adıydı. Köyümüzdeki takma adları bir başka bölümde ele alacağım. 

Esendere uzun bucaktır. Baytaran kokulu yamaçlardan ve kekik kokulu derelerden derlenerek çoğalır. Ta Yan Yurt’tan, Çavdarın Gediği’nden  kalkar Ericek’e ulaşır ve bundan sonra başlar kavga konusu olmaya. Komşu köyler Kamışcık su ister, Tombak su ister.

Delikli Taş’ın içinden geçen büyük arkın adı Çerkez Arkı idi. Çünkü bu ark bir Çerkez köyü olan Kamışcık’a su götürmek için çıkarılmıştı başlangıçta. Ancak sonraları su yetmez olmuş ve kavga başlamış. Bu kavgalar tam da benim çocukluğuma denk düşer. Çerkezler geliyor, Çerkezler gidiyor, Ericekliler toplanıyor, karşılıklı silahlanılıyor,  Ericekliler tam bir dayanışma ve birlik içinde oluyorlar ve Kamışcık susuz kalıyor.

Ericekliler birbirlerini yerler. Ancak, köycülük meselesi ortaya çıkarsa hepsini unuturlar, birlik olurlar. Düğünlerde, bayramlarda kurulan güleşlerde (güreşlerde) de bu böyle olurdu. Çardak’ta, Korkmaz’da, Kamışcık’ta, Tombak’ta, Nadir’de, Kitiz’de, Tüysüz’de nerde ve hangi köyde olursa olsun bir Ericekli güleşirken oradaki diğer Ericekliler,  güleşen kan düşmanı bile olsa arkasında dururlar ve hatta yıkmadan yıktı diye kavgaya girerler, silaha da sarılırlardı. Çoğu kez bir yolunu bulurlar ve şalvarı da alır gelirlerdi.

Tombak’la su ilişkisi ve su çekişmesi Kamışcık’a göre daha uzun süre devam etti. Bunun temel nedeni Tombak’ın Esendere bucağında olmasıydı. Esendere’nin sularını Ericek’te kesseniz bile daha sonraki yan derelerden toplanan ve Ericek’te sulanan tarlalardan sızan artık sular Tombak’a akardı. Sanıyorum, Tombak’la Ericek arasında var olan akrabalıklar ve yakınlıklar nedeniyle de zaman zaman Tombaklılara göz yumulurdu. Ben Tombak’la Ericek arasında su yüzünden kavgaya dönüşen bir durum görmedim. 

Önceleri daha çok köyler arasında yürüyen Esendere suyunun kavgası daha sonra iç kavgalara dönüştü. Ericekliler, başka nedenler yetmiyormuş gibi, bir de su yüzünden  birbirleriyle kavgaya tutuşur oldular. Ark bekçilikleri çıktı ortaya, bir düzen kurulmaya çalışıldı. İtişler, kakışlar, kürek kavgaları derken önce küçük yaralanmalar sonra da cinayetler geldi sıraya.

Su yüzünden işlenen duyduğum ilk cinayet Tozlu Bey Cuma’nın, Gürcü Fatık’ın değirmencilik yapan adını bilmediğim kocasını kürekle başına vurup öldürmesiydi. Bu olay 1940’larda oluyor. Ben yetiştiğim zaman Tozlu Bey Cuma cezasını çekmiş hapisten çıkmıştı ama hep kaçak geziyordu. Jandarmalar köye üst ucundan girerler Tozlu Bey Cuma çarığı çitlediği gibi martinini kapar köyün alt ucundan vurur kendini Esendere bucağına ya da Livlik’e yani dağa doğru. Tozlu Bey Cuma’nın tazı gibi kaçtığı söylenirdi.

Köyün üst ucuna zaten çıkamıyordu. Öldürdüğü değirmencinin iki oğlu vardı. Küçüğü Reşit ılıman ve ehliz (28) bir delikanlıydı. Fakat büyük oğlan Poluç kavgacıydı. Belki de babasının öcünü alma görevini kendinde görüyordu. Tozlu Bey Cuma’ya nefes aldırmıyordu. Tozlu Bey Cuma da çok dikkatli, kendisinin öldürülmesine fırsat vermiyordu. Martini omuzunda geziyordu. İyi ki böyle yaptı ve eceliyle öldü. Böylece Poluç da hapis yatmaktan kurtuldu.

Düşmanlıkta bir gelenek vardır. Şelek altında olanların üzerine varılmaz. Poluç şelek altındaydı. Babası öldürülnmüştü. Tozlu Bey Cuma yalnızca can korkusundan değil, gelenekler gereği şelek altındaki düşmana saygılı olmalıydı, onun semtine yakın gitmemeliydi, onu tepelememeliydi. Yiğitlik bunu gerektirirdi. Doğrusu Tozlu Bey Cuma da bu geleneğe saygılı davranıyordu. 

Tozlu Bey Cuma’nın Livlik’te, Hopur’un altında, Sel Deresi’nin kayalıklar içerisinden geçen bir yerinde ve yönünüz dağa dönükken sağ tarafta bir ini vardı. Kaçak günlerinde saklandığı yer. O küçük mağarayı kuzu güderken çok gördüm. Fakat uzağından geçerdim. Zaten yaklaşmak da zordu. Girerken hep kayaların üzerinden atlaya atlaya gidilir ve böylelikle de mağaraya giden kişinin arkada izi kalmazdı. Bu mağaraya ayı ini der gibi Tozlu Bey Cuma’nın İni deniyordu.

Bu in için başka şeyler de söyleniyordu. Ermeni çarpışmaları sırasında dağa çıkan İbişoğlu İbrahim’in de bu inde yattığı ve saklandığı konuşuluyordu biz çocuklar arasında. Daha da ötesi, o yıllarda İbişoğlu’ndan da ünlü eşkıya olan Beyinoğlu Mustafa’nın da ininin burası olduğu söyleniyordu. Birlikte kuzu güttüğümüz benden iki yaş büyük olan dayımın oğlu Mustafa bana ekelik taslıyordu “Ulan Osman bu ini cendermeler değil Allah bile bulamaz” diyordu. Ben de çocuk aklımla, yanımdan hiç ayırmadığım dedemden kalan gümüş saplı hançerimi okşar gibi tutarak, bir gün kaçak düşersem diye kendime yer belliyordum. Ben kaçak düşmedim ama Omar Ağa düştü, bu inde yattı. Öyküyü başka bir bölümde anlatırım.

O öyküyü, belki özüm dayanır bir başka bölümde anlatırım da, burada okurun dikkatini bir diğer konuya çekmek istiyorum. Köylümün gösterdiği hayran olunası adlandırma hünerinin atlanılmamasını ve anlaşılmasını istiyorum. Köylüm, bir usta yazar gibi, bir çok pınarın birden çıktığı bir düzlüğe Karnıyarık demiş. Betimleme gücü yüksek bir ozan gibi, dağlardan kopup derelerden fırtına gibi akan suya Esendere demiş. Sesi kulaklarınızdan hiç gitmeyecek bir ulusal marş gibi coşkusu ile babamın evinin arkasından geçen Esendere’nin bir yan koluna Çağlak Deresi demiş, çağlayarak akıyor çünkü. Sel Deresi demiş, Tozlu Bey Cuma’nın ininin önünden taştan taşa uçarak akan suya.  Tozlu Bey demiş, koşunca arkada yalnızca tozu görülen ve kendisi bir küheylan at hızı ile gözden kaybolan bir kaçak adama. Ve daha niceleri.
 
Bugün sularımızı besleyen dağlarımızın çıplaklaştırılıp kurutulduğunu, Esendere’nin kalan suyunun da sağa sola taşına taşına bitirildiğini ve artık esmediğini, Çağlak Deresi’nin çağlamadığını, Sel Deresi’nin sesinin kesildiğini ben de biliyorum. Ama anılarda da kalsa, bu onların elimizle yıktığımız, yok ettiğimiz geçmiş güzelliklerini ve saltanatlarını yok saymamızı gerektirmez.                

Bir yandan sular azalırken, çekilirken diğer yandan da su gereksinimi eskiye oranla artığı için su kavgaları da günlük olaylara dönüşmüştü. Aralarında başka hiçbir nedenle hiç bir husumet olmadığını sandığım Kürt Ali ile Kör Veli de, Çakaloğlu denen bir yerde, bir Esendere bucağında bir su dalaşında karşılaştılar. Kör Veli Çakaloğlu bucakta, Mecitler’e ve Tombak’a giden yolun üzerinde Kürt Ali’yi vurdu. Silah sesi sabahın tan vaktinde parçaladı gökyüzünü, iniletti Esendere bucağını, cami damında (o zaman minare yoktu) ezan sesi sustu, köpekler hep bir ağızdan uludu, Ericek kızıl kana bulandı, Ericekliler ayağa kalktı, yollara düştü, Yapraklı Güne titredi, Taşlı Tarla şaşkın, Çıtırık’ın suyu sağa sola saçıldı, Berit Dağı olup bitenleri yüceden seyretti ve gözlerini kapattı kederinden.

Kürt Ali’nin kızı Esme komşumuzdu. Livlik’in önünde purun (29) başında evleri vardı. Gongul Bekir’le evliydi. Gongul Bekir kumar belasından yeni yeni kurtarmıştı kendisini. Esme kerpiç kesmeden ve çamur sıvasından yeni çıkmıştı, yeni kurtulmuştu. Başını sokacak bir evi olmuştu. Esme’nin evi başına kepti (30). Yalın ayak, başı açık, don gömlek dışarıya fırladı. Nereye gideceğini, ne yapacağını  bilmeden yörep (31) aşağı koptu (koştu). Tökezleyip tökezleyip düşüyordu. Eli, yüzü kanadı. Dizi tutmaz oldu, yıkıldı. Babasının başına vardı, ağıt yaktı.

Bir güzel kızdı Esme, bir güzel gelin, bir güzel komşu. İnce, uzun, söğüt dalı esnekliğinde bir beden, hep gülen bir yüz, açık bir ten, yanaklarını süsleyen küçük benler, bal rengi gözler, konuşurken anam gibi ya da ablam gibi ruhumu  okşayan sevecen ve ılık bir ses, başındaki ucu boncuklu ağ bürgünün (32) kenarından iki duluğuna (33) sarkan sarı saçlar. Bir rüya kadındı Esme, babası vurulmadan önce.

 Bir gün önce akşamüzeri Kürt Ali bize gelmiş, çocuklara cebinden alıç çıkarıp vermiş. Asiye anam da ona kömbe (34) vermiş. Gitmiş. Böylesi adamlara nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun diye sorulamaz. Gitmiş, gidiş o gidiş. Esme’yi de almış götürmüş.

KÜRT ALİ’NİN AĞIDI

Vurulmaz ki vuram kıram
Olmaz olası kaderi
Sabahınan dan  namazı
Mustafa vermiş haberi

Yaşa koca babam yaşa
Tekerim dayandı daşa
Hökümetten kaçar iken
Bak başıma gelen işe

Cebinden kömbe çıkarttım
Nereden koydurdun azık
Ne demişti gavur dölü
Bu ihtiyar buna yazık

Babam cadde yolda yatar
Savcı kağıdını tutar
Bunun için mi doğurdun
Sürünesi Gara Yeter

Babam hayfın alınmazsa
Ölenecek inilerim
Yara azgın sinek konar
Dal getirir korularım

Ellik ellik sürücüyüm
Soyka (35) kalası kaderi
Nola vuran adam olsa
Kahbenin zine bideri (36)

Şu senin büyük başına
Düşman hürmet etmedi mi
Düşman silahı çekince
Aracılar tutmadı mı

Sapadan gel koca babam
Ne diye bindin motura
Kıramamış yiğit babam
Canını vermiş hatıra

Taşlı Tarla Alayurt’ta
İniledi gene dertler
Koca babam can verirken
Silahını kapmış itler

Kaderden yükümü tuttum
Allahım ben sana nettim
Babam beni del’ediyor
Yeri yurdu viran ettim

Gene de yandım özümden
Çekinme baba sözünden
Kocamamış koca babam
Kurşun mu değdi dizinden

Ne ağlıyon aslan emmim
Azıcık düşman uyusun
Karaca’dan umudum yok
Durun yavrular büyüsün

Çakaloğlu kanlı düşek
Cep dolusu dolu fişek
Büyüsün de biriciğim
Düşmana silah çekecek

Bulanır göğsüm bulanır
Yatmış kanlara belenir
Yakışır mı koca babam
Dağlarda kaçak dolanır

Esendere çağlayarak değil ağlayarak akar. Akan Berit Dağı’nın suyu değil gözyaşıdır. Kah Kürt Ali için akar, kah Senem için akar :

 Bizim eller acılı eller
Yürekler sancılı eller
Günleri ağıtla geçer
Analı bacılı eller

Tanrı çok güzellik vermiş
Güllük gülistanlık vermiş
Duramamış insan oğlu
Özüne rezillik vermiş

Yakıp yıkıyor her şeyi, yenemiyor içindeki şeytanı ve Esendere’yi küsendereye çeviriyor.

Senem adını çok severim. İyiliği, sabrı, hatır-gönül bilirliği, bir de güzelliği ile anlatıla anlatıla bitmeyen, dillere destan olan, kendisini hiç tanımadığım ebem (anamın anası),  Senem ebem  bana ilk sevdiren oldu bu adı. Anasının adı, Gümüş anamın dilinden hiç düşmezdi. Senem ebemden anam aracılığı ile naklen öğrendim pek çok güzel öğütleri. Bu öğütlerden hakkında kitap yazılsa az gelir diye düşündüğüm birisi var ki burada onu anmadan geçemeyeceğim. Dermiş ki Senem ebem “Kalma kötünün sözüne bilse iyisini eder”. Bu öğüde her zaman sadık kalmayı başarabildim diyemem. Ama bu öğüdü bütün ömrüm boyunca unutmadım, çevremdeki herkese öğrettim, kendim de zaman zaman çok nimetinİ gördüm. Ericekli deli çocuk Hacı Osman’ın, eğer varsa ufak tefek başarısı bunda bu öğüdün  payı çoktur. 

Herkesin çok bildiği “Silahı şeytan doldurur” özdeyişini de ilk olarak Senem ebemin Gümüş anama öğrettiği öğütlerden öğrendim. Silahı şeytanın doldurduğuna kendi yaşamımda da tanık oldum. Ancak öğrendiğimi her zaman uygulayamadım ve kusurlar ettim. Çok şükür ki ucuz atlattım. Ama herkes her zaman ucuz atlatamıyor, tıpkı Sofu gibi.

Sofu, Senem’in abisi. İkisi de Senem ebemin torunu ve dayım Hacı Kaye Ahmet’in çocukları. Dayım anasının adını kızına, Ahmetçik köyünde bir kız kaçırma  olayı nedeniyle vurulan abisinin adını da oğluna vermiş. Yeri gelince birisine “Gardaş” diye sesleniyor. Örneğin, “Gardaş kuzular seni bekliyor” diyor ve oğlu Sofu kuzuları gütmeye götürüyor. Diğerine de “Ana” diyor. Sabahleyin çifte çubuğa giderken “Ana tarhana daha kaynamadı mı, getir de içek”  diye keyif çıkarıyor. Ne güzel değil mi? Elbette güzel. Ne var ki güzelliklerin ömrü kısa oluyor.

Senem adını, ebem Senem karı kadar Onun adını taşıyan bu küçük Senem de bana çok sevdirmişti. Yeni yetip geliyordu. Başı açık, saçları örüklü yani arakası belikli (37) idi. Dayımın ikinci avradı Döndü’dendi. Yalnız gülünce değil, her zaman güller açardı yanağında. Tanıyanlar unutamadı ne Senem kızın yanağında açan gülleri ve ne de Senem kızın bilek gibi beliklerini. İri, söbe gözlerinin içi ışıl ışıldı. Oturup kalktığı saniyelik bir işti. Cıva gibiydi.

Sofu ise karıncayı incitmez, gülmekten ve güldürmekten iki dudağı bir araya gelmez, laf ebesi, laf ekesi, herkesin sevdiği çalışkan bir çocuktu. En çok da avratların çokuntusunda (38) bulunur, hoş sohbeti ile onları gülmekten kırar geçirirdi. Kendisi ile Berit Dağı’nda, Morun Yatağın’da, Yedi Kardeş’te, Kara Gölde kuzularımızı güttük. Çabuk küserdi ve küskünlüğü sürdürürdü. Dağ başında kuzu sürüsünün arkasında iki çocuk. Ne kadar küs durulur? Gönlünü alırdım, barışırdık.

Ötegeçe’de, Çakaloğlu’nun arkasında Yan Ark’ın başında bir kömleri vardı dayımın. Çor çocuk oradalar, gelinleri bacım Hacce, büyük kızları Melek, Sofu, Senem ve diğerleri. Süt sağıyorlar, ekmek ediyorlar, ot yoluyorlar, kazma kazıyorlar vs. Senem ebemin öğüdünü Sofu tutmamış. Şeytanın doldurduğu silah patlamış ve küçük Senem, torun Senem kanlar içinde kalmış. Saçma talamış (39) yüzünü, Senem can vermiş, bir sonraki bayramda Senem’in yaşıtı kızlar Senem’siz oynamışlar oyunu. Gümüş küpeli Senem, anası Döndü saçından bir tel kesip almadan ala kanları aka aka makineye bindirilmiş ve Bilbilcik’e gömülmüş. Anası yakmış ağıdı. 

HACIKAYE SENEM’İN AĞIDI

Yeni geldi bahar yazlar
Çiçeğini açtı özler
Bayramda oyun oynuyor
Senem’in yaşıtı kızlar

Vardım ki süzmüş gözünü
Saçma talamış yüzünü
Uğur uğur sudan gelir
Bilmen mi Senem kızını

Kömümüzün ardı tepe
Kulağında gümüş küpe
Makineye bindirdiler
Alkanları aka aka

Kundurasın’aldım gıçından (40)
Kınaman yandım içimden
Ölenecek kokulardım
Kesip almadım saçından

Kömümüzün (41) önü kavak
Yaprak döker ufak ufak
Senem’i gelin etmedim
Eli kına başı duvak

Sıçramış da çıkmış daşa
Daha neler gelir başa
Acel’ettin Senem kızım
Hasiret gittin kardaşa

 Esendere uzun bucak, Esendere aşağı bucakla devam eder. İbişoğlu’nun Köprüsü’nden aşağısı Esendere aşağı bucaktır. Esendere buradan da, sulu ya da kuru bir çok yan dereyi toplayarak ve daha pek çok acılara ve sevinçlere tanık olarak Cahan’a doğru akar gider. Mecitler denen ve o zamanlar yalnızca iki evin bulunduğu mevkide Ericek köyünün sınırlarından çıkar, Tombak köyünün sınırları içine girer. Pıtıklar, Oruçlar ve Sarıgüzel obalarını geçerek Tombak’a ulaşır ve daha sonra da Cahan’a dökülür.

Mecitler adı, buradaki iki aileden birisinin adıdır. Mecitler ailesi, halk arasında 93 Harbi diye de bilinen 1876-877 Osmanlı-Rus Harbi sırasında ya da sonrasında Anadolu’ya göçle gelen Kafkasyalı bir ailedir. Çerkez ya da Çeçen olabilir. Ben Mecitler ailesini tanımıyorum. Benim çocukluğum döneminde buradaki Çerkez ya da Çeçen aileye Gavgav Mahmutlar deniyordu. Gavgav Mahmutlar, Mecitler ailesinin ya devamı ya da onlardan bu çiftliği satın almış bir başka soydaşlarıydı.

Mecitler’deki diğer aile Türktü. Sanıyorum, o yıllarda Ericek köyüne bağlı olan Urum Kocalar obasından buraya gelmiş yerleşmişlerdi. Bu aileye Çam Hasan Omarlar  deniyordu.

İlkokuldan sınıf arkadaşım Hurşit Urumlar’dan gelirdi okula. Ortağımız olan dul kadın Mavili Eşe, çocukları,    Osmaniye Kavakçılık Araştırma Bölge Müdürlüğü’nde muhasebecim olan torunu Halil Gül, sesinden çekiniyormuşçasına alçak sesle konuşan ve Topal Döne bibimle evli olan Gedik Mehmet  Urumlar’dandı. Döne bibim dedemin kardeşi Kara Osman’ın yani benim adımın kızıydı. Belki biraz da babasının adı olduğum için beni diğer kardeşlerimden daha çok sevdiğini sanırdım. Öyle algılardım davranışlarını. Ben dışarıda okurken tatillere geldiklerimde yaklaşık 3 km’lik yoldan topal ayağı ile yek bas yek bas topallayarak beni ziyarete gelirdi.

Mavili Eşe, gözümde neredeyse Ağam kadar iri yapılı, güler yüzlü, yüksek sesle konuşan, çocukları üzerinde mutlak hakimiyeti olan bir dul kadındı. Ben de herkesle kavga eden yaramaz bir çocuktum. Benim için “Osman’ıma değmeyin, Osman’ım yaz mayısı gibidir, bulaşırsa çıkmaz” derdi. Bu sözler hoşuma giderdi ve beni sakinleştirirdi. Sonradan öğrendim yaz mayısının baharda taze ot yiyen ötürüklü hayvanların dışkısı olduğunu. 

O yıllarda yaklaşık 20-30 evli, Ericek-Çardak yolunun solunda, yüzü mavi çiçekli yonca bitkileriyle örtülü küçük bir höyüğümsü tepenin arkasında, Ericek’e bağlı bir obaydı Urumlar. Kendilerine özgü bir şiveleri vardı.

Bilgiçlik taslamaya başladığım liseli yıllarımdan beri Urum adının Rum adından geldiğini düşünürdüm ve fakat bizim bildiğimiz Urum Kocalar halkı ile Rumları yani Yunanlıları birbirleriyle bağdaştıramazdım. İstanbul’da Orman Fakültesi’nde okurken Büyükdere’de gördüm ilk kez Rumları. Acemice ve cüretkarca  heveslerle, bizim Urum Kocalar halkı ile buralarda tanıdığım Rumların aynı soydan olup olmadıklarını düşündüğüm olmuştur.

 Bu bölümü yazarken aklıma geldi ve asla bir uzman araştırıcı özeniyle değil, yalnızca kendimce bir merakla Urumlar üzerine bilgi edinmeye çalıştım. Dağınık bir çok bilgilere ulaştım. Bir de bilimsel bir makaleye rastladım internette, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Altınkaynak’ın “Ukrayna’dan Hırıstıyan Türkler Urumlar Ve Onların Folklor Ürünlerinden Örnekler” başlıklı (42). Bu çalışmada bir Kırım Tatar Urumlarından bir de Anadolu Urumlarından söz edilmektedir. Birincilerin şivelerinin Kırım Tatar Türkçe’sine, ikincilerininkinin ise Kars, Erzurum ağzına yakın olduğu bildirilmektedir. Ayrıca Türkiye’deki yerleşim yerlerinin de Beştaş, Beşköy, Tekkilise, Yedikilise, Evreni, Kümbet, Tersun, Santa, Cinis, Ölenk, Hadit, Karakum, Parmaksız olduğu yazılmaktadır.   
 
Urumlardan gelen Çam Hasan Omar’la Kafkasya kökenli Gavgav Mahmut’un evleri karşı karşıya idi. Aralarında yalnızca bir yol vardı. Tombak arkının altında kavaklar, söğütler, erikler, elmalar ve daha başka bir çok ağaçların içine gömülü rüya gibi iki evdi. Çam Hasan Omar’ın oğlu Süllü teyzemin kızı ve kendisine teyze dediğimiz adı gibi melek yüzlü, melek ruhlu Melek teyzemle evliydi. Mehir Karaca’nın oğlu Duran’la evli olan Habba ablam nedeniyle Tombak’a sıkça gider gelirdim ve bu gidiş gelişler sırasında da Melek teyzemle de görüşür ve buraları iyi tanırdım.

Bu iki evin hemen üstünden geçen Tombak arkının biraz yukarısından da Ericek-Tombak yolu geçerdi. Yolun üzerinde ve solunda bir taş yığını, bir düşek vardı. Bu Çakal Halil’in düşeği idi. Buradan her geçişimde kahverengi siyah pur taşları yığınından oluşan düşeğe bir taş da ben atardım. Bunu ihmal etmezdim. Çünkü Çakal Halil’in dedemin kardeşi olduğunu ve Mecitler ailesi tarafından kamalarla öldürülüp param parça edilerek Esendere’ye atıldığını, daha sonra her parçasının Esendere uzun bucağın bükleri arasında bir başka yerden toplandığını büyüklerden duymuştum. Akıl almaz bir biçimde kinleniyordum.

Tombak’a her vardığımda Habba ablam zaten sorardı. Halil dedemin düşeğine taş attım mı, orada elham okudum mu diye sorguya çekerdi. Bu konuyu konuşurken öfkelenirdi, ağzına geleni söylerdi, harekete hazır bir silahşör gibi gerginleşirdi, neredeyse öç almak için yola çıkacak sanırdınız.

Köylüler arasında, insan adına çekermiş derler. Bu söz hiç değilse Habba ablam için doğru idi. Habba ablamın adı Ataş Habba idi. Babamın anası Koca Ana’mın anasının adıydı. Koca Ana’m Fındık, bir zamanlar adı Yarpuz olan şimdiki Afşin ilçesindendi. Ailelerine Ataş Habbalar derlerdi. Soyadı yasasından sonra da Atmaca soyadını almışlardı.

Bir gün Yarpuz’da üç-beş kadın bir arada konuşurken içlerinde bulunan Koca Ana’mın anası Ataş Habba Tanrıya da dil uzatmış, kahırlanmış, öfkelenmiş, küfretmiş. Diğer kadınlar da günah işlediğini söyleyerek kendisini uyarmaya, tövbeye ve sabra çağırınca “Ne soracak Allah benden” demiş, “Ben mi yazdım kara kaderimi? 14 yaşımda koca verdi, 18 yaşımda aldı, Yemen’e gitti gelmedi, iki çocuğumla dul kaldım. İt uğursuz sürüsü azgın kulları ile boğuşarak, dalaşarak yokluklar içinde büyüttüm iki Yemen yetimini. Daha ne istiyor benden, ne verdi ki ne alacak ” diye kükremiş.

Başına gelenler yüzünden dayanamayıp Allah’a bile dil uzatan büyük ebem Ataş Habba, kendinden sonraki habbaların başına gelenleri iyi ki görmedi, iyi ki bilmedi. İkisi de kendi adı olan  torunu İkinci Ataş Habba ve torununun çocuğu Üçüncü Ataş Habba’nın kara yazgılarını iyi ki öğrenmedi. Kendisi ölü iken doğdaç (43) bebeği ilk ve son bir kez kucağına verilen tazecik gelin İkinci Ataş Habba’nın ölü yüzündeki hüznüne iyi ki tanık olmadı. Kardeşi, kollarında kurşunlanan  Tombak gelini Üçüncü Ataş Habba’nın  ağıtlarını da iyi ki duymadı. Yoksa, Berit’in karını Ericek’in başına yağdırırdı. Dil uzatmak şöyle dursun, Atlas Dağı’nda (44) taş kalmazdı gökyüzüne atılmadık.

Hacı Resul’ün kızı İkinci Ataş Habba emmideşlerinden Arap Hamit’le, oğlu Omar da Hamit’in bacısı Bağdat’la evlenmişler. Her iki evlilik de daha başlangıçta bozulmuş. Ne var ki Ataş Habba hamile kalmış. Hiçbir ayıp yanı, günah yanı olmamasına ve olağan bir hamilelik olmasına karşın yine de Ataş Habba babasından ve abisinden utanır ve hamileliğini gizlemeye çalışırmış. Kuşaklar bağlarmış sıkıca beline. Belki biraz da bu uygunsuz davranışların sonucu olarak doğum sorunlu olmuş, bebek canlı doğmuş ama anası ölmüş. Çabalar boşa gitmiş, zavallı bebek de çok geçmeden anasının arkasından ölmüş. Yarpuz’dan Ericek’e, Hacı Resul’e gelin gelen Ataş Habba’nın anası gurbetteki Fındık Karı ağıt yakmış. Olay 1933 yılında geçmiştir.

ATAŞ HABBA’NIN AĞIDI

Habba’ma hasta dediler
Haber aldım obasından
Habba kızım can veriyor
Kar istemiş babasından

Bülbül konar daldan dala
Habba benzer gonca güle
Habba’nın doğdaç bebeği
Dolanıyor elden ele

Kıratı kapıya çekin
Çeyizi üstüne dökün
Habba’m da gelin gidiyor
Ağ eline kına yakın

Bakın şunun poşusuna
Ben kurbanım komşusuna
Dokuz aydır küs bekledi
Darılmadım gişisine (45)

Fistan diktim ağlı basma
Habba’m gezer yosma yosma
Emmin de takım etmedi
Küsme Habba kızım küsme

Omar oğlum orak biçer
Kolun sallayı sallayı
Habba’m geliyor azıktan
Zülüf telleyi telleyi

Kapımızda gül dikili
Yeşil yaprağın içinde
Habba’m geliyor öteden
Gümüş takılı saçında 

Çakal Halil’in düşeğini anlatıyordum, yarım kaldı. Düşeğe taş atmak, düşeği büyütmek orada düşüp ölen kişiye saygıdan, sevgiden, anılarını canlı tutmaktan, onun düşmanını düşman dostunu dost bilmek ve öcünü almak niyetinden  kaynaklanır. Habba ablam da benden Halil dedemi öldürenler için bunu istiyordu. Bu düşek geleneğinin kaynağını bilmiyorum. Aslında bir ölüm kültürü olarak da sınıflandırılabilecek olan bu gelenek Ericek’te de çok yaygın değildi. Bildiğim kadarı ile, ancak bir iki yerde bu tür düşek vardı o yıllarda.

Düşek sözcüğünün düşmek fiilinden geldiği ve fakat birden çok anlamlar yüklendiği görülmektedir. Örneğin  tohum ekilen yer, kutsanan yer, ziyaret, türbe, döşek anlamlarına gelmekte ve bu anlamlarda da kullanılmaktadır.

Anadolu’nun bir çok yerinde de düşek geleneği vardır. Soylarının  Maraş ve Antep dolaylarından geldiklerini ileri süren Çorum  ili Sungurlu ilçesi Kamışlı köyünde, Hacı Bektaş’ta, Divriği’nde, Banaz’da, Saimbeyli’de, Toros Türkmenlerinde ve daha bir çok yer ve topluluklarda düşek geleneği görülmektedir (46).

Mecitler’de bir düşek vardı ama Mecitler’de vurulup düşen bir kişi değildi. Çakal Halil dedemden yıllar sonra, eşi Melek’ten de melek insan olan Çam Hasan Omar’ın büyük oğlu Süllü de kapı komşuları Çerkez aile Gavgav Mahmutlar tarafından öldürüldü. Herkes yandı. Süllü ağzı var dili yok, karıncayı incitmez, toprağa sevdalı, işe sevdalı bir Allahlık adamdı. Dul eşine kardeşi imam nikahı attı, yetimlerini amcaları büyüttü. Süllü’ye düşek yapılmadı. Bu olayın ardından, iki can aldıktan sonra Mecitler’de Mecit soyundan yani buraya adını veren Çerkez aileden kimse kalmadı. Göçüp gittiler.

Kim bilir bugün belki Çakal Halil’in düşeği de dağılmıştır, yok olmuştur. Keprim Karı da öldü. Hacı Kaye Ali Keprim Karı’nın sesinden Çakal Halil’in ağıdını saklamış. Bendeki ile örtüşüyor. Şimdi bunları yazarken Keprim Karı’yı dinliyorum. O yıllarda çobanlık yapan kardeşi Bekir Ağa bu olayın tanığı imiş. Ancak, korkusundan kimseciklere söyleyememiş.

Çakal Halil Keprim Karı’nın emmideşlerindendi (47). Ağıtlar yakılırken  ağıdı yakan ağlar. Ama daha sonra ağıdın her söylenişinde ağıdı çağıranlar her zaman ağlamazlar. Ancak Keprim Karı, kendisinin çocukluğunda yakılmış olan Çakal Halil’in ağıdını ağlayarak çağırıyordu ve Esendere de ağlayarak akıyordu Tombak’a doğru.                   

ÇAKAL HALİL’İN AĞIDI

Sırma aba ışıl ışıl
Giyme dalına dolaşır
Ne derdin var bildir Halil
Anan Döndü tez ulaşır

Anasının adı Döndü
Duyan eller buna yandı
Nasıl kıydın gavur Çerkez
Bir uyluk Tombak’a indi

Gider yolun kıyısına
Biner atın iyisine
Tel vurur da bildiririm
Kertmen’deki dayısına

Oğlum odaya odaya
Kurbanım gelen kadıya
Kelle de yok kolu da yok
Bir uyluk geldi hediye

Samana saldım samana
Ölüm getirmem gümana
Aziz kamayı çekince
Mecit’e düşmüş amana

Kapımızdan bir su akar
Akar bulanı bulanı
Öldürmüşler Halil seni
Kana beleni beleni

Damımızın ardı dere
Sular akar yara yara
Biz Halil’e düğün kurduk
Emmi dayı oynan tura

Öte Geçe’nin ekini
Biter yekini yekini
Halil de çiftten geliyor
Etek belinde sokulu

Bire Berit bire Berit
Var başıyın karın’erit
Sülemence vermem demiş
Kardaşıyın adın yörüt

Koku doldurdum şişeye
Onu da saldım Eşe’ye
Bildiririm biriciğim
Maraş’ta duran paşaya

Aşağıdan gelen kağnı
Kağnının tekeri çanlı
Bekir Ağa  görmüş bunu
Dorusu armutta bağlı

Kim bilir, Çakal Halil’in dorusu, doru atı suyun öte geçesinde o armut ağacında hala bağlı duruyordur. Kişneyerek, eşinerek hala sahibini bekliyordur, gelmeyeceğini bilerek ve hüzünle.

Açıklama

1. Öz : Çayırlıklı sulak yer
2. Cimiz : Yeraltı suyu yeryüzüne vurmuş, altından su sızan arazi parçası
3. Ekmeği çitlemek : Sulanmış yufkayı suyu çekiştikten sonra belli bir biçimde katlamak
4. Yüklük : Akşam serilip sabah kaldırılan yorgan, yatak ve yastığın yığıldığı yer
5. Sığırları kıvratmak : Sığırları derleyip toparlayıp önüne katmak
6. Atın tepiklenmesi : Binicinin atın iki koltuğuna topukları ile vurarak atı koşturması
7. Kalın : Başlık parası (Ben başlık parası kavramını liseye gittikten sonra öğrendim. Bizim köyde bunun yerine kalın sözcüğü kullanılırdı. Türkmenistan’da da aynı sözcük kullanılıyor)
8. Sünepe : Uyuşuk, sümsük kimse
9. Süzme : Yoğurt yayılıp yağı alındıktan sonra geriye kalan sulu ayranın, adına tuluk denen bez torbalarda süzülerek elde edilen yağsız yoğurt
10. Mertek : Damları örtmek için çapkının (Serme malzemesi) altında kiriş olarak kullanılan ağaç
11. Alaçık : Küçük çadır, yoksul çadırı
12. Gölük : Eşek, katır, beygir gibi yük ve binek hayvanı
13. Sıykıl : Cam gibi dümdüz ve kaygan olan
14. Gümbül : Ağaç yayık
15. Dağnemek : Bakmak
16. Devşirmek : Bir araya getirmek, toplamak
17. Kamalak : Sedir
18. Zarilenmek : İnleyerek ağlamak
19. Korulanmak : Elinde dal vb bir şeyle üzerinize gelen nesneleri kovalamak
20. Bük : Akarsu kenarlarında bulunan ağaççıklar
21. Pakla : Fasulye
22. www.doyranlı.net
23. www.havutlu.org
24. Kirmen : Tahtadan yapılmış haç biçiminde yün ya da kıl eğirme aracı 
25. (www.arslancik.net). 
26. www.hbektasgazi.edu.tr
27. Mezdağa : Göknar
28. Ehliz : Uyumlu, sessiz, kavgacı olmayan insan
29. Pur : Çabuk parçalanan yumuşak taş ya da bu yapıdaki arazi parçası 
30. Kepmek : Çökmek, yıkılmak
31. Yörep : Eğimli yer, bayır
32.  Bürgü : İnce kumaştan yapılmış bir tür başörtüsü
33. Duluk : Yanak, mecazi olarak kış günleri güneşe karşı oturulan duvar dipleri anlamında da kullanılır
34. Kömbe : Kalın ekmek
35. Soyka : Ölüden kalan giysiler
36. Zine bideri : Zina tohumu
37. Belik : Saç örgüsü
38. Çokuntu : Bir araya toplanmış insan grubu
39. Talamak : Her yerine yayılmak
40. Gıç : Ayak
41. Köm : kapalı hayvan barınağı
42. www.hbektas.gazi.edu.tr/dergi 
43. Doğdaç : Yeni doğmuş
44. Atlas Dağı : Afşin’in arkasındaki etekleri bağlık dağ
45. Gişi (Kişi) : Koca, eş
46. www.unyezile.com, www.psakd.org, www.guranidogan.com
47. Emmideş : Baba tarafından akraba

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress