Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

BENİ DE YAZIN

16 Haziran 2010 0 comments Article Ericek

 

Osman Gökçe

Yayla yolları yaz bahar aylarında coşkuludur. El aşiret düğüne yerine gider gibi yürür yaylara. Kışı azgın, acımasız ve yol vermez olan Berit Dağı uysallaşmıştır, süslenmiştir gelin gibi. Kucağını açar ve gel diye çağırır sevdalı yürekleri, sevdaları çoğaltır. Dereler bol suludur, köpük küpük köpürürler, çağlayarak akarlar. Doğa canlanmıştır. Yapraklanmış, çiçeklenmiş, renklenmiştir. Kadınlar, kızlar al yeşil giysiler içinde, tatlı bir telaş ve iştahlı bir hareketlilik halinde güle oynaya düşerler yollara. Aslında, geride bıraktıklarının burukluklarını yaşamaz da değiller ama, dağların albenisi,  Berit’in çağrısı ve baytaranının kokusu her şeyi bastırır. Sürülerin çan sesleri, çobanların kaval sesleri, türküleri, köpek havlamaları, Esendere’nin çağıltısı bir çoşkulu orkestranın, her biri birer uyumlu enstrümanları gibi çınlatırlar yamaçları. Köyde kalmak, damda kalmak gibi gelir insanlara. “Ver elini dağlar” derler. Tut tutabilirsen yollarını.  

Gidiş böyledir amma, dönüş böyle olmaz yaylalardan. Herkes ucundan köşesinden yaşamıştır, bilir.  Güzün demek biraz da hüzün demektir. Yayla dönüşünde de yaşanır bu hüzün. Güz gelip de güneşin rengi değiştiğinde, önce az hayvanlı aileler dönüşe geçerler. Kap kacak toplanır, kaplık çığı dürülür, alaçıklar bozulur katlanır, gölükler yüklenir ve köyün yolu tutulur.

Büyük sürü sahibi aileler yani dokuz direkli kara çadırlılar ise biraz daha beklerler dağları. Çiğ düşmeye başlayıp da otlar yeniden yeşerince hayvanların bundan yararlanmasını isterler. Bu nedenle de, soğuklar düşünceye kadar inmezler. İnerken de kademeli inerler. Önce daha aşağılarda bir yere konarlar ve bir sonraki aşamada da köye dönerler.

Çevreden diğer çadırlar göçtükten sonra geride kalan ailelerde bir yalnızlık duygusu yaşanır. Gidenlerin çadır yerleri öksüzleşir, küller savrulur, çadırların kıyı taşları kimsesiz, eli koynunda duluk dibinde oturan yaşlılar gibi kalakalırlar yerlerinde. Dağlar bozum bozum bozulur. Dar gelirdi o günlerde çocukluğuma dağlar, huysuzlaşırdım, anamı üzerdim. Ama yaylaya arada bir gelen babama karşı bir şey diyemezdim.

Neylersin ki o günlerde üzdüklerim yetmiyormuş gibi bu günlerde de üzüyorum anamı. Rahat bırakmıyorum Bilbilcik’te onu. Sabahları sızlayan bacaklarım ve ağrıyan kemiklerimle doğrulurken yataktan “Of anam, of anam” diyorum. Üzüyorum onu. Bütün gün boyu ya canım sıkılıyor, ya başım ağrıyor, ya da kızıyorum bir sürü bir şeye. İmdadıma anamı çağırıyorum. “Anacığım nerdesin?” diyorum. Üzüyorum onu. Sırtım kaşınsa, gözlerime duman kaçsa, toz kaçsa, arabam marşa bastığımda çalışmasa, şemsiyem açılmasa yağmurda, terliğimi ters giysem, gömleğimin düğmesi düşse yani kısaca her gün herkesin başına gelebilecek olumsuzluklardan biri başıma gelse “Ay anam, Uy anam, Vay anam, Ah anam, Of anam” diyerek onlarca kez, belkide  yüzlerce kez ona sesleniyorum, ona yaslanıyor ve ona sığınıyorum. Üzüyorum anamı. Gülerken, oynarken değil ağlarken, sıkrarken arıyorum onu. Üzüyorum anamı.
***
O yıl bizim çadırımız Düven Yurdu’ndaydı. Kapıkayası’nın hemen altında, Büyük Mağara’nın solunda bir yer. Berit Dağı’nın zirvesinden 800-1000 metre aşağıda. Yani yaklaşık 2000 metre yükseltide. Yurtlağın üst kıyısında küçük bir pınar, koca bir kara ardıçın dibinden çıkar. Arkasında, bir şerit biçiminde Küçük Kara’nın konduğu Kavak Yaylası’na doğru uzanan mezda (köknar) ormanı, önünde ise eğimi azalarak ve genişleyerek  Karnıyarık’a doğru inen kara ardıç ormanı var.

Önce dört çadırdık. Biz, Kara Mustafa, Hacıkaye Ahmet ve Gürcü Mustafa. Erkenciler gidince Hacıkaye Ahmet ve biz kaldık. Sağ işaret parmağımda bir çıban çıkmıştı. Davul gibi şişmiş, patlıcan gibi mosmor olmuştu. Bu yüzden, it de taşlayamaz hale gelmiştim. Arada sırada görmeye gittiğim Kamalak yaylası’ndaki bibimgil de Yoncalı’ya inmişlerdi. Ağca da yoktu, Döndü de yoktu artık. Dağlar iyice ıssızlaşmıştı.

Parmağımdaki yaranın adına dolama diyorlardı. Dolama ayrıca, bizim köyde daha yaşlıca kadınların giydiği, beline doladıkları, genellikle mavi bezden dikilmiş bir giysinin adıdır. Onun için bu adı sevmiyorum. Çobanımız Kömesöğütlü Kürt Haydar’ın eşi Hanım (Hanım Kalan), “Erkek dolama olur mu Osman” diye beni kızdırıyordu. Anam da her zamanki koruyuculuğu ile “Değmeyin Osman’ıma” diye beni yanına çağırıyor, gönlümü alıyordu.

Yara olgunlaştıkça ağrısına dayanılmaz oldu. Anam sütlü hamur vuruyor, soğan kabuğu sarıyor ama, yara bir türlü patlamıyordu. Ağrının canıma tak ettiği bir gün, anamın kalın yorgan iğnesini aldım, onun “ Dur Osman, Etme Osman, Yapma Osman “demesine kalmadı, hançer gibi batırdım iğneyi, yaranın başına. Yara  patladı.

Yaranın iyileşmesi sürecinde, esas tırnağım yerinden söküldü, düştü. Yerine çirkin bir tırnak çıktı. Sivilceli çağımda, lisede ve üniversitede iken, kızlar görmesin diye saklardım işaret parmağımın bu çirkin tırnağını. Acemilik işte, sonradan öğrendim, yiğide dar yer olmadığını. Şimdi, çocukluğumun yaylası Düven Yurdu’na bakar gibi bakıyorum o günkü çirkin tırnağıma. Mezda dallarını sever gibi okşayarak seviyorum onu. Düven Yurdu gibi güzel gözüküyor gözüme.
***
Günü gelip yayladan köye indiğimizde yalnızca ele avuca değil, köye de sığmaz hale gelmiş, ordan oraya zıplayıp duran yay gibi bir çocuktum. Bir gün, bahçede koz taşlıyordum. Kozlar silkilmişti. Fakat bizim koca koz ağacının tepelerinde tek tük kalmıştı. Onları düşürüp yemeye çalışıyordum. Başım ağacın tepesi ile yerdeki taşlar ve düşürebildiğim kozlar arasında gidip gelirken bir de baktım ki Kötü Eşeler’in evlerinin arkasındaki yoldan o iki adam bu tarafa doğru geliyorlar. Köyün içinde gezdiklerini ve okula öğrenci kaydettiklerini daha önce diğer çocuklardan duymuştum. Yaylaya çıkmayan ailelerden olan komşumuz Demirci Köse ve Dedekızı’nın oğlu arkadaşım Mehmet Demirci de kaydolduğunu söyleyince cinler tepeme çıkmıştı. Kıskanmıştım. Babama da kızmıştım içimden, beni şimdiye dek neden kaydettirmedi diye. Aslında, babamın beni okula göndermeme gibi bir düşüncesinin olamayacağını bilirdim amma, ihmal etmişti işte. Belki de biz yaylada olduğumuz için “Gelince gönderirim” diye aklından geçmiş de olabilirdi. Bilemiyorum. Ayrıca, o an bütün bunları düşünecek zamanım da yoktu.

 Zıpladım atladım bahçenin çitinden yola, o iki adamın önünü kesmek için. Beş on adım ilerde, caminin yanında çivi gibi durdum karşılarında. O iki adam biraz şaşkın, bense çokca heyecanlıydım. “Beni de yazın” dedim onlara. Sevecenlikle güldüler. Başında şapka olan adam Abdi eğitmendi. Onu tanıyordum, köylümüzdü. Çaça Abdi derlerdi ona. Babam yaşlarda uzun boylu, iri yarı ve bıyıklı bir adamdı. Ondan çocukların okula gidenleri de gitmeyenleri de korkuyorlardı. Adı çıkmıştı. Okuyamayanı dövüyormuş diyorlardı. Yanına yanaşılmayan sert bir adammış diyorlardı.  Ama ben korkmadım. Yanına değil karşısına çıktım. Bana güldü. Güldü ama, azıcık güldü, şöylece bıyık altından.

Diğerini ilk kez görüyordum. Başı açıktı. Karın keveni gibi tostoparlak bir kafası vardı. Saçları gür, kıvır kıvır ve simsiyahtı. Çekirge gibi kapkara bir yüz, kapkara kaşlar ve ışıl ışıl iki delik, iki göz. Üzerinde siyah bir elbise, pantol bolpaça. “Kimin bu çocuk” diye sorarken Abdi eğitmene elleri yavaşça başıma uzandı, saçlarımı okşamaya başladı. Rahatlamıştım. “Eniştenizin, Ömer Ağa’nın” yanıtını alınca aceleyle ve heyecanla sordu “Asiye’nin mi?” dedi. Eğitmen, Ömer Ağa’nın da kendisi gibi iki evli olduğunu, benim Türk kızından doğduğumu ve daha başka bazı şeyleri de anlattı. Evimizi gösterdi. Bizi tanıttı. Soyadımı Abdi eğitmen biliyordu. Adımı sordular ve ellerinde gezdirdikleri bir tomar kağıdı açıp adımı  oraya yazdılar… Ben ilkokula böyle kaydoldum.

***

Bu satırları yazarken, bir tür günah çıkarma duygusuna kapıldım ve memleketi aradım, Mirza Telli’yi aradım. Eski belediye başkanı ve emekli öğretmen Mirza ya da daha çok hoşuma gittiği için eskiden söylediğim gibi söylersem İmirze, benim hatırımı kırmazdı. Gücünün yeteceği ve yapabileceği bir isteğim, bir dileğim olursa bunu benden esirgemezdi. Sağ olsun esirgemedi ve yaşadığını bildiğim öğretmenim Rifat Erdoğan’nın telefonunu buldu ve bana bildirdi.

Aradım onu. Eşi çıktı telefona. Öğretmenimle görüşmek istediğimi söyledim. “Osman, oğlum” diye söze başladı. Hayret! Tanıdım bu sesi. Bu ses ilk kez caminin önünde duyduğum o sesti. O günkü gibi Çeçen şivesiyle konuşuyordu. Sevince boğuldum ve hafızama minnet duydum. Çok şey öğrenmiştim uzunca süren yaşamımda, çok şey de unutmuştum. Ancak, öğretmenimin sesini unutmamıştım. Elinde kağıt kalem, köyün içinde sokak sokak , ev ev dolaşan ve ailelerinin okula göndermek istemedikleri ya da okula gitmelerini umursmadıkları okul yaşı gelmiş çocukları sokakta okula kaydeden o öğretmenin sesini unutmamıştım. “Beni de yazın” diyen çocuğu buldum yeniden, bıraktığım yerde. 

O anlattı, ben dinledim. O Sorular sordu, ben yanıtlar verdim. Öğretmen olan öğrencisi Mehmet Köylü’yü sordu. “Ziyaretime geldi” dedi, memnuniyetle ve mutlulukla.  Öğretmen öğrencisi Mehmet Bal’ı sordu. İzlemiş, “Çocukları çok başarılı diyorlar” dedi. Öğretmen öğrencisi Mustafa Bilici’yi sordu, erken ölümüne üzüldüğünü söyledi.

Hep o sordu ve ben yanıtladım. Yalnızca sağlığını sorabildim, alçak sesle, saygılıca ve korkarak. Yakınmadı ve önemsemez gibi anlattı. Dinledim. Telefondaki sesini öksürükler kesiyordu, duraksayarak konuşuyordu, nefes darlığı çekiyordu. Kışı Mersin’de, yazı köyünde yani yaylada geçiriyormuş. Beni kendi köyüne, Çardak’a davet etti. “Gelirim” dedim. Ona bir şey söyleyemedim. Ancak, bu kez içimden olmak üzere, “Beni de yazın” dedim.

Bornova,26.Mart.2009

 

 

 

 

 

 

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress