Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

DERDİMİN YARISI BEBEK

16 Haziran 2010 0 comments Article Ericek

 

Osman Gökçe

Bana sorarsanız hiç kuşku yoktur. Söylenenler baştan aşağı doğrudur: Ericekli kadınların her birisi bir güzellik kraliçesidir.

Çocukluğumdan beri bunu duyarım. Köyümüzde söylenir, övünülür. Komşu köylerde söylenir, yerinilir. Afşin’de ortaokula gittim, orada da söyleniyordu.

Ortaokula ilk başladığımda babamın dayısı uşaklarından Halil dayımın, Halil Atmaca’nın evinde kaldım bir yıl. Değirmencilik yapardı. Gençliğinde pehlivanmış, iyi güreşirmiş. Her yerlere, düğünlere çağırırlar, gidermiş. Çoğunlukla şalvarı da alır dönermiş. Ericek’teki hiç bir düğünü de kaçırmazmış. Kocaanam yani Fındık ebem bibisi oluyordu. Biraz da bu gerekçeyle Ericek’e sık sık gelir gidermiş. Ericek’i, Ericeklileri, Ericekli yiğitleri, Ericekli güzelleri anlata anlata bitiremezdi.

O yıllarda, bizim köyde bekar kızlar başlarını örtmezlerdi, başları açık olurdu. Omuzlarından aşağı bilek kalınlığında mor belikleri sarkar, topuklarını döverdi. Bazıları alınlarında öne dökülen bir tutam perçem, kekil (kakül) bırakarak, bazıları da bırakmadan saçlarını iki yandan dümdüz arkaya tarayarak belik örerlerdi, ördürürlerdi.  Başlarının ortasında ince bir çizgi belirirdi. Saçlarının içlerine, kulaklarının arkasına çiçek takarlar, gül sokarlardı.

Evlenince sırma fes giyerlerdi gelinlerimiz. Ben, koca baş ya da uzun baş denen baş bağlama biçimine zor yetiştim. Bu tür başlara sahip olan kadınlara kalaklı derlerdi. Sonradan attı amma, anamın kalağı vardı. Uzun baş denilen baş bağlamada fesin tepesi düz değil konik biçiminde yükselerek sivri bir uçla sonlanırdı. Daha bir uzun gözükürlerdi kadınlar uzun başla. Başın ince ve çok renkli sarıkları arasına çeşit çeşit renklere boyanmış kartal tüyleri sokulurdu. Baş süslenirdi. Gerek sırma fesli başlarda ve gerekse koca başlarda iki yandan lüle lüle zülüfler sarkardı. Çünkü bu başlar, günah diye saçı örtmek için değil süslenmek için yapılırdı. Onun için helezoni halkalı, kara burma zülüfler al yanaklarda özgürce sallanırdı. Hele de taze gelinse, zülüfler çerçilerden satın alınan kutu kremleriyle hafifce de yağlanır ve parlatılırdı. Yanaklardan sarkan zülüflerin yanında ayaklı denen altın takılar, süslemeler vardı. Alınlarında sarı gaziler (1) dizili olurdu. Arkadan, fesin altından bellere doğru uzanan örülmüş belikler omuzlarını, sırtlarını süslerdi. Rüyalardan çıkıp gelmiş gibiydiler.  

Ne ünlü İtalyan ressam Leonardo da Vinci’nin (1452-1519) Mona Lisa’sı ve ne de  İstanbul’un koca şairi Yahya Kemal’in (2.Aralık.1884-1.Kasım.1958) ünkü Endülüs güzeli onların ellerine su dökemezlerdi. Leonarda da Vinci ve Yahya Kemal Ericek’e hiç gelmediler ki gözleri güzel görmüş olsun.

Ericek’in güzellerini soracaksanız aşiretimizin aşık oğlu Karacaoğlan’a sorun. O bilir, o anlatır, dili düzgündür. Benim gibi eveleyip gevelemez. Dimdirek söyler, dosdoğru söyler. Karacaoğlan der ki gözlerin Gürcistan’ı, Hindistan’ı, Türkistan’ı değer. Az gelir. Bağdad’ı, Basra’yı, Belh’i, Bosna’yı, Buhara’yı da katar. Yetmez. Cezayir, Tunus, Mısır, Yemen ve tüm Arabistan’ı feda eder. Acem’i, Arnavut’u, Çerkes’i, Kürt’ü de verir Türkmen kızının gözlerine. Karacaoğlan’nın güzelinin gözleri Anadolu’ya, İstanbul’a, Rumeli’ne ve hasılı bütün cihana bedeldir. Karacaoğlan der ki

Nasıl methedeyim şöyle güzeli
Elinde bergüzar gül ile oynar
Alma yanak, kiraz dudak, diş sedef
Espir ala gözler mil ile oynar

Salavat getirsin cemalin gören
Bakışın turna da sekişin ceren
Uğradığın yeri edersin viran
Bülbül has bahçede gül ile oynar 

Hiç abartı yok, Karacaoğlan doğru söylüyor. Berit Dağı’nda yaylayan Türkmen Tecirliler’inin güzelleri Karacaoğlan’ın dediğinin ilerisini ve ötesini de değerler.

Ama, güzelin kaderi her zaman güzel olmuyor. Ericekli güzellerin de kaderleri her zaman güzel değildi. Hem çok yakınımdakilerden bilirim bunu, hem de diğerlerinden. Çok gördüm, çok dinledim.

Onları yani köyümüzde o yıllardaki kocası çok eşli olan kadınları saydım, yüzdeye vurdum. Yüz haneden beş hanede  çok eşlilik vardı. Kaçaklar buna dahil değil.

Başbakan Prof. Dr. Sadi Irmak (17.Kasım.1974-31.Mart.1975), (Erkekler poligamdır, kadınlar monogamdır) gibisine gazetelere düşen açıklama yapıyorsa, izin büyük yerdendir. O bilmeyecek de ben mi bileceğim? Gerçi, gazeteci Ayşe Arman’a mektup yazan bir kadın okuyucu her ne kadar biraz fesatlık yapmış ve “Erkekler poligamdır. Çok eşli, çok eşli. Kadınlar da poligamdır. Çok eşli ama gizli gizli” diye güya bir ifşaatta bulunmuşsa da aslolan erkek başbakanın dediğidir herhalde (07.Ocak.2009, Hürriyet)!

Benim çocukluğumda, Prof. Dr. Sadi Irmak daha başbakan olmamıştı. Elbette, Ericek’teki ya da bir başka yerdeki çok eşlilikler için çok daha ciddi ve başka gerekçelerden de söz edilebilir. Örneğin, olayın İslam dini ile ve hatta daha gerilere giderek İslam öncesi toplumsal yaşam biçimiyle ilişkileri üzerinde durulabilir. Yine örneğin, her yerin ve her toplumun içinde bulunduğu özgün koşulların etkileri incelenebilir. Olaya cinsiyet farklılıkları bağlamında bakılabilir vs. Bütün bunları sayıp dökmek, nedenler üzerinde kafa yormak mümkündür. Ancak, neye yarar. Türkmen güzeli Ericekli kadınların yaşadıkları acıları kimler hangi bedelle ödeyebilirler?

***

Güzelliklerini saymaya ve yazmaya gücümün yetmediği Ericekli kadınların, çok evlilik olgusundan kaynaklanan acılarının yanında kervan çekmez başka acıları da vardı, göz yaşları da vardı. Bunların başında da anamın “Allah düşmanımın başına bile vermesin” dediği evlat acısı geliyordu. Ama, Allah ya da başkası veriyordu işte. Bizim kadınlarımız da çaresiz çekiyorlardı. Bu konuda bildiklerimi ve tanık olduklarımı kısaca anlatmaya çalışacağım.

Kış günleri, her taraf kar ve çamur olduğu için, çocukların oyun alanları alçak damların üzeriydi. Kar yağınca damların karı kürünüyor, üzerleri lolanıyor (2) ve kuru bir zemin ortaya çıkıyordu. Biz çocuklar da bu damların üzerinde kendimize göre çeşitli oyunlar oynuyorduk. En çok da tepik oynuyorduk, çotulum eşşek oynuyorduk.

Bu alçak damlar biz çocukların oyun bahçeleri gibiydi. O zaman hiç bilmediğimiz ve görmediğimiz kentli çocukların oyun bahçelerini, top sahalarını düşleyemezdik elbette. Biz bu damların üzerinde mutluyduk. Evimizin bulunduğu Orta Oba’da Karaca Mustuk’un, Bekçi Ali’nin, Gurruk Ali’nin, Hacı Mehmet Hacı’nın Ve Kenan Kadir’in damları bizim oyun alanlarımızdı. Bu damların üzerinde yalnızca erkek çocuklar oynardı. Bir de delikanlılar, erkek tazı gibi sağa sola gezinirler, tesbih çekerek ya da zincir sallayarak sevdiklerini gözlerler, uzaktan uzağa bakışmanın fırsatını ararlar ve kendi aralarında söyleşirlerdi.

Kız çocuklar ise örtmelerde, kapı önlerinde çizik oynarlardı, sümtü oynarlardı. Yeni firiklenmeye (3) başlayan ve delikanlılıkla çocukluk arasında kalan yaş grubundakiler huysuz oluyorlardı, yaramaz oluyorlardı. Kah bir alt yaş gruplarıyla tepik oynuyorlar ve dengeyi bozuyorlar, kah gidip kızların oyunlarını karıştırıyorlar, onların çiziklerini siliyorlar, kah da bir üst yaş grubuna katılıp onlarla kızlardan, kadınlardan konuşmaya çalışıyorlardı. Delikanlılar onlara “Daha öküz olmadan göpe sıçma” (4) diyorlar ve pek yüz vermiyorlardı. Bir alt gruptakiler ise oyunlarını karıştırdıkları için onlardan uzak durmaya çalışıyorlardı. 

O zaman yeterince farkında değildim. Çok yakınımda örnekler olmasaydı belki hiç farkında da olmayacaktım. Ama oldu, hem de bol bol ve en acısından.

Ben ve arkadaşlarımın o damların üzerinde keyifle oynadığımız yıllarda, çetin geçen karlı bir kış mevsimi korkunç bir çocuk kırımı yaşadı köyümüz, köylümüz, kadınlarımız, gelinlerimiz. Her gün, neredeyse her gün, bir bakıyorsunuz beyaz karlar içindeki ince çığırda (5) kara giysili iki üç adam mezarlıklar yolunda yani ya Boztepe ya da Bilbilcik yolunda. Bu iki üç adamdan birisinin kucağında ise üzeri bir bezle örtülmüş ölü bir bebek, gömmeye gidiyorlar. Gündelik bir görüntü. Kimsenin fazlaca dikkatini çekmiyor. Kimse olağan dışı görmüyor ya da bana öyle geliyor.

Ama, oyun damlarında arkadaşlarımla oynarken benim dikkatimi çekiyordu, irkiliyordum.  Her giden bebeğin arkasından Fındık kızın gidişi geliyordu gözlerimin önüne. Babam, ilk oğlunun ilk kızına anasının adını vermişti. Ancak, Fındık kız yaşamadı, öldü.

Kocaanam yani Fındık ebem kucağında sabahları doğramaç içirirdi bizlere. İçine mısır ekmeği doğranmış tarhana çorbası, bulabildiğimiz kadarı ile, bu gün de soframızın en değerli yemeğidir.

Gerçekte kocaanam, küçük kardeşimi benden daha çok sever görünürdü. Onu daha çok kucağına alırdı. O, kocası Hacı Resul’ün adıydı çünkü. Bense yalnızca kaynının adı, Kara Osman’dım. Ama bu durum beni üzmezdi. Ben büyüğüm ya buna aldırmazdım. “Olacak o kadar” der gibi davranırdım. Ayrıca da bilirdim ve anlardım,  o beni de çok seviyordu.

Fındık kızı, kucaktan kucağa taşırdık. Fındık ebemin bizlere yenilerde bıraktığı çok zengin anılar yığını içerisinde ve bunun verdiği hoş bir duygusallıkla hepimiz çok severdik. En büyük dinlencesi, akşamları kim bilir nerden eve döndüğünde, biz çocukları dizlerine oturtarak sevmek olan babam da Fındık’ı hepimizden daha farklı bir biçimde severdi ya da bana öyle gelirdi.

Biz böyle severdik de ya anası Fadime  nasıl severdi Fındık kızı acaba? Nasıl yanmıştı ona, nasıl ağlamıştı, neler yaşamıştı? Bunu anlamak için sanıyorum ki ana olmak gerekir. Çünkü, analar anlar ancak, anaların acısını.

O yıllarda okumuştum, Kerime Nadir’in Posta Güvercini romanını ve o yıllarda posta güvercinliği yapmıştım Ali ile Fadime arasında. Gider gider gelirdim Yoncalı’ya. Bibim Şerif, ablam Hürü, gelinliğimiz Fadime Yoncalı’da aynı evdeydi. Üstelik, bibim çocukları Ağca ve Döndü ile de iyi arkadaştık. Oynardık, eğlenirdik, yarışırdık. Ağca benden de Döndü’den de büyüktü. Zaman zaman beni kızdırırdı, üzerdi. Ama Döndü ile daha iyi arkadaştık. Gerçi Döndü’nün de vardı hınazalıkları. Fakat onun bunları yaparken beni üzmek istemediğini hissederdim, anlardım ya da ben öyle sanıyordum. Hatta, bazen Ağca’ya karşı güçbirliği bile yapardık.

Fadime evimize geldikten ve gelinimiz olduktan sonra da aramızdaki sırdaşlık ve dayanışma devam etti. Fındık kıza nasıl ağladığını benden gizlemezdi. Ailenin öbür bireylerinden uzak ve gizli ama, benim yanımda çekinmeden sümüğünü çeke çeke ve hıçkırıklara boğularak ağlardı. Fındık’ın boş kalan beşiğini toplarken ve kaldırırken yanındaydım, gördüm. Onun bezlerini, beşik örtüsünü, zıbınını koklayarak katlayıp dürerken ve sandığının dibine saklarken yanındaydım, gördüm.

Yetmedi. “Beni Bilbilcik’e götür”dedi birgün. Gümüş anamdan izin aldık. Babam ve Ali evde yokken gittik. Fadime yattı, kalktı küçücük toprak yığınının üzerine, taşa toprağa bulandı. Gözyaşları sel gibi. Gördüm ve hiç aklımdan gitmedi.

Fadimeler tek de değildi. O yıl en az yüz çocuk ölmüştür. Yaklaşık üçyüz hane olduğu söylenen köyümüzde her üç evin birisinden bir çocuk cenazesi çıkmıştır. Hiç kimsenin hiç bir kuşkusu olmamak gerekir ki her ölen çocuğun anası da Fındık kızın anası gibi yanmıştır.

Ne sala okunduğu duyuluyor ve ne de namaz kılındığı görülüyordu. Sanki bilinçli bir sessizlik ve neredeyse gizlilik içerisinde çocuklar toprağa veriliyordu. Köyün içinde çok konuşulmuyordu, bir ölüm olayı gibi görülmüyordu, bir cenaze yası havası da yaşanmıyordu. Belki de “Gökten ne yağmış da yer onu çekmemiş, kabul etmemiş” özdeyişinde olduğu gibi bir yenilmişlik yaşanıyordu. “Yaşınız daha küçük, yenileri olur inşallah” diye gelinlere dil ucuyla sözümona başsağlığı dileniyor ve teselli ediliyordu. Onlar da büyüklerin gözyaşlarını görmesinden utanarak ve yüzlerini öte tarafa devirip başlarını ağağı eğerek hiç bir şey olmamış gibi ahıra,  sığırların altlarını temizlemeye gidiyorlar, öküz pisliklerini atıyorlar temekten (6), iki kollarında iki ağır satırla su çekiyorlar Esendere’den ve evin içinde herkese her zamanki gibi hizmet ediyorlardı.

Ölen çocukların, çoğunun bıyıkları yeni terleyen babalarının  ise hiç esamisi okunmuyordu, hesaba katılmıyorlardı. Onlara, güya rahatlatmak için “Bir kere de su atınmadım dersin” gibilerinden eşşek şakaları bile yapılabiliyordu.
 
Özellikle şimdi, bütün bunlar çok ağırıma gidiyor. Haklı ya da haksız, şu ya da bu nedenle o bebelerin bu kadar hiçe sayılmalarına, önemsenmemelerine içerliyorum. Göğsü kan içinde kalan gelinlerimizin acılarına karşı gösterilen toplumsal duyarsızlıklara içerliyorum. Bastığı yeri bile bilmeden baba olan delikanlıların, ana-baba çekincesinden, saygısından daha doğru dürüst kucaklarına bile alamadıkları, sıcaklıklarını bile doyasıya tadamadıkları küçücük bebeleri kara toprağa gömülürken çevrede gördüğüm ve yaşadığım ilgisizliklere, aldırmazlıklara  içerliyorum. Yaşadıklarımın bu kısmını keşke hiç yaşamamış olsaydım bile diyebiliyorum.

Aslında, yukarıda da belirtiğim gibi, ölümler yalnızca benim Kırım Yılı dediğim tek bir yıla da özgü değildi. Çocuklar her yıl ölüyordu. Yalnızca, Kırım Yılı daha çok ölmüşlerdi.

Bu satırları yazarken üşenmedim, oturdum, saydım. O yıllarda böyle bir acıyı kaç kadında kaç kadınımız yaşıyordu diye bir hesap çıkardım. Başta kendi ailem olmak üzere, içini dışını iyi bildiğim en yakın 20 haneyi örnek seçtim. Sonucu görünce şaştım kaldım. İnanılması güç ama, doğru. Örnek seçtiğim 20 hanede toplam 37 kadın vardı ve bunların 20’si evlat acısı çekmişti. Başta Gümüş anam, Asiye anam, gelinimiz ve evli bacılarımın ikisi olmak üzere rekor da bizim ailedeydi.

Köyümün kadınları, onlar güzelliklerince güzelliği yaşamayanlardır. Özendik, en güzel adları koyduk onlara. Adlarına Cennet dedik. Cennet güzellikleri görsün istedik. Olmadı. Dayandılar, ortak oldular yokluğumuza, yoksulluğumuza. Hatın koyduk adlarını. Hatınlık beklediler, veremedik. Onun yerine ortak getirdik, kumalar getirdik üstlerine. Sineye çektiler. Kim bilir, ay ışığı düşünülerek Kamer dendi, gün ışığı düşünülerek Şemsi dendi onlara. Ama ne ay yüzü  gördüler, ne gün yüzü.  Gösteremedik. Gümüş gibi ışıl ışıldı yüzleri Gümüş kızların. Ama gülemediler. Sultan deyip baştacı ettiklerimiz, koca Bağdat kentinin adını kendilerine ad olarak seçtiklerimiz, Peygamber eşlerinin adlarıyla kutsadıklarımız, Döndüler, Döneler, Dudular, Elifler, Emişler, Hürüler, Meryemler, Merişler, Senemler borçlu kaldık sizlere. Ağıtçı yaptık sizleri. Ama, ağıt bile yakamadınız süt kokulu bebelerinize. Günahkarlar gibi, elden günden gizlediniz gözyaşlarınızı. Ancak, içinizden birisi, hepiniz adına  “Derdimin yarısı bebek” diyerek dile getirdi duygularınızı (7):

Şu Nadir’in yolu ırak
Kollarımı kırdı felek
Kim ne derse desin
Derdimin yarısı bebek (8)

Osman Gökçe,16.03.2009,Bornova/İzmir

AÇIKLAMALAR

1.Gazi : Küçük altın, II. Mahmut zamanında çıkarılan altın sikke
2. Lolamak: Toprak damları, akmasın diye silindir biçimindeki lo denilen bir taşla ileri geri giderek sıkıştırmak
3. Firiklenmek: Mecazi anlamda, büluğ çağına adım atmak
4. Öküz olmadan göpe sıçmak: Yaşının üstünde davranışlarda bulunmak. Göp, kağnının bir parçası. Kağnıya koşulduğunda öküzün kıç seviyesinde düz duran kalın bir tahta, lata
5.Çığır: Karda açılmış ince yaya yolu
6. Temek: Ahır artık ve atıklarının dışarı atıldığı delik
7. Bu paragrafta geçen tüm isimler Ericek’te kız çocuklarına verilmiş isimlerdir
8. Nadir, Afşin’nin soybağımız olan bir köyüdür. Ender olur ama, arasıra köye dışarıdan gelin de alınır. Tamamına ulaşamadığım bu ağıdı yakan ve yakın akrabamız olan kadın, Nadir köyünden gelin gelmişti.  
   

 

 

 

 

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress