Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

İNANIŞ, İBADET, İNTİHAR VE BİR AĞIT

16 Haziran 2010 0 comments Article Ericek

 

Bir ozanımızın (Orhan Veli) dediği gibi “İstanbul’un orta yeri sinema” ya da başka bir ozanımızın (Nurettin Durman) dediği gibi “İstanbul’un orta yeri minare”  ise Ericek’in orta yeri de camidir.

Toprak damlı küçük bir bina, minaresi yok o yıllarda. Küçük bir bahçesi var. İçerisinde ahşap bir çekme kat, kadınlar için yapılmış. Giriş kapısının karşısında, solda tek odalı bir yapı var, hücre diyorlar buraya. Demokrat Parti iktidara geldikten sonra, 1950’lilerde yapıldığını sanıyorum. Camiden daha yeni idi. Çocuklar için Kur’an kursu olarak kullanılıyordu. İmamımız da Yarpuzlu İsmail Hoca idi.

Kur’an kursu dedimse de, bu günkü anlamda ve konumda bir Kur’an kursu düşünülmemelidir. Bu gün sayıları 7995’e ulaşmış olan, 10703 öğreticisi, 18641’i erkek ve 166342’si kadın olmak üzere toplam 184983 öğrencisi bulunan örgütlü ve donanımlı Kur’an kursları ile Ericek’in 1950’lerdeki Kur’an kursu karıştırılmamalıdır (1).

Üç-beş çocuk görürdüm ben, oraya gidip gelen. Yaşlıların o yıllarda, 300 hanelik dedikleri köyümüzde taş çatlasa 10 kişiyi geçmezdi kursa giden çocuk sayısı.  Hepsi erkekti, içlerinde kız çocuğu görmedim ya da anımsamıyorum. Dedağzı (Dedekızı) ve Demirci Köse’nin oğlu Mehmet, Yaşil’in (Yeşil) en küçük oğlu Hasan, Ahmet Halıt’ın oğlu Hafız aklımda kalan isimlerdir. Ben gitmedim, kardeşlerim gitmedi. Emmim, dayım, bibim ve teyzem yakınlığındaki hısım ve akrabalarımın çocuklarından  da giden olmadı. Bu konuda İsmail Hoca’nın da işin üzerinde fazlaca durduğunu söyleyemem.

İçerisinde kadınlar için ahşaptan yapılmış çekme katı olan camimize kadınların gittiğni de hiç görmedim. Daha sonraki yıllarda, sayıları üç-beşi geçmeyen bazı yaşlı kadınların böyle bir heves gösterdiklerini ve fakat bunun da uzun sürmediğini anımsıyorum.

Alhas Ali’nin anası Tope (Sondaki e uzun okunacak) Döndü, kardeşlerimin (Bekir, Eşki Mehmet, İbrahim Etem) sünnet düğününde bize gelmiş. Eski evimiz camiye 30-40 metrelik bir uzaklıkta idi. Bahçemizle cami arasında yalnızca bir yol vardı. Çarşaflanmış bir kadının camiye doğru gittiğini görmüş ve kim olduğunu sormuş. Cevabını alınca da Tope Döndü’nün şairliği tutmuş şunları söylemiş :

TOPE DÖNDÜ’DEN TAŞLAMA

Kurban olayım Tanrı’ya
Tosbağa (2) bindi kağnıya
Bu ne tevir (3) iş ki böyle
Vurdur vurdur git camiye

Abaranın (4) yolun beller
Üç gazili (5) altın sallar
Bu zillinin (6) ettiklerin
Söylemeye yetmez diller

Andırın’da yayla yaylar
Taşoluk’ta keklik avlar
Oynaşı (7) etek altında
Kocasıyla oyun oynar

Çıkar Morun Yatağı’na
Sümbül (8) toplar eteğine
Kim bilir kaç kişi girdi
Bu zillinin yatağına

Böyle demiş Tope Döndü. Der der, elin ağzı könceğinin (9) bağı değil ki çeke bağlayasın. Çevredekilerin, “De hele, de hele” diye ısrar etmeleri karşısında, Tope Döndü aslında uzunca bir deyiş döktürmüş. Ancak, benim elime o deyişin tamamı geçmedi. Tope Döndü’de dillenen bu nefis toplumsal hiciv örneğinin yalnızca bu kadarını bulabildim.

Komşu köylümüz Karadutlu İsmail Ceviz’den  öğrendiğim, hoşuma giden buna benzer iki anonim  dörtlüğü  de bu münasebetle aşağıda veriyorum:

KARADUTLU VE ERİCEKLİ TAŞLAMASI

Kekilini (10) gosga(11) tarar
Hep kocamış neye yarar
Ehliyetsiz eşek sürer
Karadut’un güzelleri

Göçü yaylaya aşırır
Kaya dibinde buluşur
Çipri (12) altında sevişir
Ericek’in güzelleri.

Ali Kızıltepe de bir başka anonim örnek verdi bana. İlginç bulduğum bu örneği de okurlarla paylaşmak istiyorum:

TELLİ CENNET

Öte geçe beri geçe
Bir kar yağar seçe seçe
Ericek’te bekçi Çaça
Telli cennet geçmedi mi

Sıçanın (13) düşmanı püsük (14)
Benim gönlüm sana küsük
Haytalar’da Kuru Hösük
Telli Cennet geçmedi mi

Altımda da atım kara
Ben sürerim hara hara
Müdürler’de Küçük Kara
Telli Cennet geçmedi mi

Balığa da vurdum taşı
Akıyor gözümün yaşı
Zeytin’de Halil Onbaşı 
Telli Cennet geçmedi mi

Yana yakıla telli Cennet’i arayan kişiye Küçük Kara, “Vallahi ben akşamüstü koyunları otlatırken ve bir pekmez şerbeti ile bir çökelek dürümü yerken çalpak (15) gördüm, bir gelin geçti ama telli miydi telsiz miydı göremedim” demiş.

Caminin kadınlar için yapılan o çekme katına çıktığımı hatırlıyorum. Ama, namaz kılmak için mi yoksa başka bir nedenle mi çıktığımı hatırlamıyorum. Fakat, kardeşim Hacı (Gökhan) ile aşağı salonda bir kaç kez, kıkırdaşa kıkırdaşa namaz kıldığımızı biliyorum.

Çok küçüktük. Babam, belki İsmail Hoca’nın da telkini ile bizi camiye götürüyordu. Oyundan çağrılıyoruz, yalan yanlış abdest alıyoruz, tozlu ayaklarımız temizleneceğine çamura batıyor ve o halde  biz de cemaate karışıyoruz. Hareketlerimizde sağımız, solumuz ve önümüzdekileri taklit etmeye çalışıyoruz ama gene de yanlışlıklar yapıyoruz. İçimiz kaynıyor, başlıyoruz kıkırdaşmaya. Hele hele, önümüzdekilerin eğiliş, kalkışları ve secdeye varışları sırasında, neredeyse burnumuza değecek olan popolarını da gördükçe gülme krizine giriyoruz. Bir taraftan da, ön saflarda namaz kılan babamın güldüğümüzü anlamasından da çok korkuyoruz. Neyse ki babamın bizi camiye götürme hevesi çok sürmedi, azat edildik.

Benim o döneme ilişkin gözlemlerime göre, bizim köyde genelde de namaz kılma ve camiye devam etme oranı oldukça düşüktü.

Bir kere gençlerin, genç kızların, gelinlerin ne namaz kıldıklarını ve ne de kendilerinden bu yönde aşırı bir beklenti olduğunu gördüm. Zaten bekar kızların evleninceye kadar başları da açık olurdu. Arkalarında mor belikler sallanırdı. Topukları döven ve beni sivilceli çağımda şairliğe özendiren kaküle karışmış tor belikler için yazdığım şiiri aşağıda veriyorum:

BELİKLER(16)

Yazdığım her mısra saçından bir tel
Başımdaki sevda mor beliklerin
Geceleri rüya gündüz muhayyel
Beni hülyalara kor beliklerin

Peri kızlarından miras mı kaldı
Huri kızlarından örnek mi aldı
Kalbimi aşk denen sahraya saldı
Neler etti bana sor beliklerin

Bugün yine gördüm seni düşümde
Bir başkalık vardı bu görüşümde
Kolların boynumda başın döşümde
Kaküle karışmış tor beliklerin

Yaz gelince de kulaklarının arkasına ya da saçlarının içlerine sarı çiçekler takarlar, yürekleri yakarlardı. Bir gören bir daha bakardı.

Evleninceye kadar başları açık olan kızlar, evlenince alınlarına gazi dizili, iki yanları altın ayaklıklı (17), işlemeli sırma fesler giyerlerdi. Ayaklıkların uçlarında çeyrek altınlar dizili olurdu, yalp yalp yanar ve sallanır dururdu. Yanlarından da uçları eğmelenmiş zülüfler sarkar, enselerinden siyah pürçükler çıkardı.  Duluğu (18) turna zülüflü ve üstü iki kor (19) ayaklıklı taze gelinler nadide çiçekler gibi gözümüzün ve gönüllerimizin süsü idiler. Yollarına can verirdik. Her güzelden  daha güzeldi Ericek’in güzelleri.

Elbette elimde bir istatistik, yapılmış bir bilimsel çalışma yok. Fakat köyümden ayrıldığım 1954 yılından bu yana, uzun ya da kısa süreli olmak üzere, hemen hemen her yıl köyüme giderim. Benim gözlemlerime göre, evli kadınlar arasında da namaz kılma oranı çok düşüktü ve erkeklerden daha da azdı o yıllarda.

Aslında, yaşlı erkeklerin de yarıdan çoğu namaz kılmazdı. Ağcalar, Ödüşler, Kötağralar, Kara Yusuflar, Karabaş Ayciler, Kürt Haliller, Cettel Mehmetler, Karolar, Kocalar, Seferler, Alhas Aliler, Dilli Kirtikler, Kasap Halitler, Poluçlar ve daha bir çok ailede durum böyle idi.

Kasap Halit, yetmişinde karasabanla Havuz Tepe’nin sarp suratında çift sürebilen güçlü ve dobra bir adamdı. Arkadaşım, bacım Eşe’nin eşi ve Kasap Halit’in torunu öğretmen Mehmet Bal’ın, namı diğer Kürt Mehmet’in anlattığına göre, İsmail Hoca camiye gelmesi için haber salmış dedesine. Hasap Halit buna çok kızmış ve bildiği en ağır küfürleri etmiş, haberi getirene de “Git Hoca’ya söyle, benim o tarakta bezim yok. Hem her gideni kabul ediyorlar. Gidip de gelen var mı kuzum?” demiş. Kasap Halit, ara sıra bir hayvan keser ve etini satardı. Mehmet Bal’ın anlattığına göre hem dedesinin ve hem de degerçekten topal olan babası Topal Süllü’nün alnı hiç secdeye değmemiş. 

Afşin Ortaokulu’nda iken babamdan daha büyük ve babamın dayı çocuklarından olan Atmaca İsmail, İsmail dayım benimle dalga geçer ve beni kızdırırdı. “Sizin köyde erkekler meydanda güreşiyorlar hanımlar da seyrediyorlar. Bu ne biçim iş ? ” derdi. Bununla da yetinmez, davul zurna eşliğinde kızlarımızın orta yerde, erkeklerin gözleri önünde oynamasını ya da tersi yani erkekler halay çekerken bayanların onları seyretmesini bir ahlaksızlık, namussuzluk ve neredeyse dinsizlik sayıyordu. Bense, o yıllarda, Afşin ne kadar şehir sayılırsa, şehirlilerin bu anlayışına şaşırıyordum. Ben de onları kınıyordum. Hanımları kapkara izarlar (Kara çarşaf), peçeler içindeydi. Ben kadınların bu türlü örtünmesini ilk kez köyden kente gidince Afşin’de gördüm. Hiç hoşuma gitmedi. Köylülerimiz daha güzel giyiniyorlardı. 

Ortaokulda, Türkçe dersimize gelen, adı Cemal olan, soyadını unuttuğum bir ilkokul öğretmeni vardı. Beni severdi. Ona yöresel sözcükler getiriyordum köyümden. Türk Dil Kurumu için derleme yaptığını söylüyordu. Örneğin, “Evme” sözcüğünü ve “Dike dike üstüne gitmek” deyimini getirdiğimi anımsıyorum. O yıllarda bizim köyde azıcık kent ve kentli görmüşlerin özentisi olarak kullandıkları  “Acele etme” yerine tüm köylüler “Evme” derlerdi. Belki hepsi ve belki de bir çoğu önceden ve başkaları tarafından derlenmiş ve bilininen sözcük ve deyimler getiriyordum. Ama olsun, öğretmenim benim getirdiklerimi sevinçle karşılıyor ve bu tür çalışmalar için beni yüreklendiriyordu.

Bu yakınlıktan yararlanarak, Cemal öğretmene bir gün, Ataş Habbalar’dan Atmaca İsmail’in, İsmail dayımın yadırgadığım ve tepki duyduğum yukarıdaki değerlendirmesini sordum. Öğretmenim bir açıklama getirdi. O gün bilemezdim, doğrusu, bu gün de yeterince bilmiyorum, öğretmenimin açıklamasının bilimsel olup olmadığını. Ama, o açıklama o gün bana ilginç gelmişti ve bu gün de ilginç gelmektedir.

Öğretmenim özetle (İslami gericilik önce kentlerimize girmiştir. Zaman içerisinde havuza atılan taşın dalgaları gibi merkezden çevreye doğru yayılmıştır. Büyük merkezlerde, bu gerici yaşam biçimi yerini zamanla çağdaş yaşama terkederken, küçük kent ve kasabalar henüz bu dalganın yeni ulaştığı ve yaşandığı yerler olarak gözükmektedir. Ne mutlu ki bu dalgalar en uçlara yani köy ve mezralara kadar ulaşmadan Atatürk gelmiştir ve bu dalgaların yayılmasına set çekmiştir. Korkma, kasabalıların bu karanlık düşünceleri köylülerin aydınlığını örtemeyecektir. Köyünüzün aydınlık yüzünü savun ve bundan da asla utanma) diyordu.

Öğretmenimin öğüdünü ömrüm boyunca tutmaya çalıştım. Köyümden, köylümden ve köylülüğümden, bazılarında olduğu gibi sözde değil özde bir biçimde hiç ama hiç utanmadım ve hiç yerinmedim. Onur duydum ve fakat hep borçlu kaldım onlara:

KÖYÜM (20)

 Köyüm
 Sevdası serimde bir kördüğüm
Yumar yummaz gözlerimi
Her gece düşümde gördüğüm
Karanlıkların aydınlık yüzü
Nefesimin son sözü.

Köylülerim ki
Yüreğimdeki
En yanık türkü
Söyledikçe dilimi yakan.
Yerlerine yetiremediğim
Anlata anlata bitiremediğim
Masal kahramanlarım, efsanelerim benim
Nasıl da unuturum sizi.

İsmail Hoca, askerliğini uzaklarda ve revirlerde yapmış, kafası açık, sözü dinlenir, ağır başlı bir ihtiyardı. Köyümüzde en uzun süreli hocalık yapmış bir hoca idi. Belki, Dedemin dostu ve Kocaanamın (Babaanne) da hemşehrisi olduğu için, kimbilir belki de saygıya değer gördüğü için olacak, babam İsmail Hoca’yı çok sayardı. Bizlere de dede dedirtirdi. Yaşlı bir adamdı. Eşi Saime nine Uşaklı idi. Askerlikte evlenmişler. Saime ninenin ilk kocasından olan bir oğlu bir kaç kez bizim köye geldi. Esrar içtiği söylenirdi. Ben esrar sözcüğünü ilk kez bu nedenle duydum. İsmail Hocanın torunu Burhan, kardeşim Hacı (Gökhan) yaşlarındaydı ve oyun arkadaşımızdı.

İsmail Hoca’nın tepedeki evini köylü yapmıştı, İmam Evi olarak. Tek katlı küçük bir evdi. O yıllarda imamların maaşları yoktu. Harmanda, hasatta imam hakkı diye ürünlerden bir pay verilerek imamın geçimi sağlanıyordu. Bazı kişilerin imam hakkını vermekte gönülsüzlük ettikleri, bazılarının da hiç vermedikleri söylenirdi. Muhtarların da durumu aynı idi. Onlar da harman yeri harman yeri gezerek hak toplarlardı.

Derlediğim bilgilere göre, imam sözcüğü, Arapça emm yani öne geçmek, sevk ve idare etmek kökünden gelmektedir (21). İslam toplumlarında, imam hatiplik ve cami görevlerini yürütenlere de Hademe-i Hayrat (Hayra hizmet edenler) denilmekte ve bu görev, bazen ücretli bazen de gönüllü olarak yapılmaktaydı. İslamın ilk yıllarında imam hatiplik hizmeti doğrudan doğruya Hz. Muhammed tarafından yapılmıştır. Daha sonra halifeler, valiler ve benzer yetkililer de aynı hizmeti yapmışlardır.

Selçuklular’da imamlar devlete bağlı olarak çalışmakta, maaşlarını hazineden almakta idiler. Osmanlılar’da ise imamların geçimi hizmet verdikleri mescid ve camilerin vakıflarından karşılanmaktaydı.

Genç Türkiye Cumhurüyeti’nin Büyük Millet Meclisi, daha 20 Nisan 1924 Tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu bile çıkarmadan önce, 18 Mart 1924 Tarihli 442 Sayılı Köy Kanunu’nu çıkarmıştır. Bu kanuna göre, köy imamları köy derneğinin seçmesi ve müftünün buyrultusu ile  atanır. İmam olacaklarda ilmihal, amel-i erbaa, yeter derecede Türkiye coğrafyası, sağlık işleri bilgileri ve okunaklı yazı yazma özellikleri aranır. Köy imamlarına da köyce şimdiye kadar ne veriliyorsa gene o verilecektir. Ancak verilen şeyler, ihtiyar meclisi aracılığıyla toplanıp verilecektir (Md 83,84,85). Köy imamı, köy ihtiyar meclisinin doğal üyesi olup birden çok imam olan köylerde ihtiyar meclisine üye olacak imamı kaymakam seçer (Md 23,86).

Daha sonra, 1960 İhtilali’nin arkasından kabul edilen 1961 Anayasası’nın 154. maddesine dayanarak 22.06.1965 Tarihli ve 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun, Suat Hayri Ürgüplü’nün başbakanlığı döneminde çıkarılmıştır. Bu kanun ve bu kanuna dayalı olarak çıkarılan diğer mevzuata göre, imam hatipler Cami Görevlileri olarak nitelendirilmiş, aylık maaş bağlanmış, sağlık sigortası ve emeklilik hakkı gibi güvencelere kavuşturulmuştur.

Böylece köy imamları, hademe-i hayrattan (hayır hademesi olmaktan) çıkıp, uzunca bir süreçte, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin  memurluğuna terfi etmişlerdir.  Bu iyi mi olmuştur, kötü mü olmuştur? Neler getirmiştir, neler götürmüştür? Beklentiler, terfi mi etmiş  yoksa dibe mi vurmuştur?  Bu ve benzer soruların yanıtlarını işin uzmanlarına bırakarak Ericek’in orta yeri ile ilgili 1950’li yılların olgularını anmaya devam edelim.

Başka yerlerde de olduğu gibi, bizim köyün camisinde de ayakkabı hırsızlığından ve teravih namazına gelen cemaatin zaman zaman rahatsız edildiklerinden  yakınılırdı. Bir ramazanda İsmail Hoca, cami ile arası çok da iyi olmayan Kürt Halil’i yakalamış ve neden teraviye gelmediğini sormuş. O da “Ham çarıkla camiye gelinmez. Zar zor satın aldığım lastik ayakkabımı giyer gelirsem de çocuklar çalar. Hem de ben teraviyi bilirim, bir başlarsa sabaha kadar sürer. Ertesi günü oduna, kevene, çifte çubuğa geç kalırım hocam” demiş.

Camiden ayakkabı hırsızlığı  konusunda en çok üç bıçkın çocuk suçlanırdı. Bunlar benden bir kaç yaş büyük olan Hacı Mehmet Hacı’nın küçük oğlu Kara Duman, ünlü ağıtçımız Keprim Karı’nın oğlu Karı Mustafa ve Kürtçe Osman’nın oğlu Minik Hasan adlı çocuklardı. Bu çocuk çetesinin geceleri tavuk hırsızlığı yapıp birlikte pişirip yedikleri de söylenirdi.  Aslında yaptıkları ciddiye alınmaması gereken çocukça muzipliklerdi. Nitekim öyle de oldu, yetişme çağının taşkınlıkları hoşgörü ile karşılandı ve bu çocuklar daha sonra dostlukları ve arkadaşlıkları aranan iyi insanlar olarak yaşadılar.

Ne var ki bu kişilerden Kara Duman, köyümüzde ilk kez yaşanan bir olayın kurbanı oldu. Eşi Karadutlu Cemile tarafından vurularak öldürüldü. Ne bu olaydan önce ve ne de bu olaydan sonra köyümüzde kadınlar tarafından işlenmiş bir cinayet duydum.  Ayrıca, bir intihar olayının dışında, eşi tarafından ya da bir erkek tarafından öldürülen bir kadın cinayeti de hatırlamıyorum. Adına yakışır bir biçimde bir kara duman gibi sağılıp dağılan, çöküp kalkan Kara Duman Mehmet’in bir kadın elinden, üstelik de eşi olan bir kadın elinden gitmesi, benim gibi herkesi çok üzmüş ve çok şaşırtmış omalıdır. Toprağı bol olsun.

Sözünü ettiğim intihar olayı, cami çevresindeki Orta Oba’da 1943 yılında meydana gelmiştir. Bu da köyümüzde bir ilk olaydır. Bu güne kadar da yalnızca bir intihar olayı daha yaşanmıştır. Yani  yaklaşık 60-70 yıllık bir zaman diliminde iki intihar olayı gerçekleşmiştir.

 O yılın yani 1943’ün üçüncü ayında, Demirci Köse’nin, Göy Omar’ın ve Demirci Ali’nin kardeşi Demirci Ahmet daha 3-4 aylık evli iken eşini öldürmüş ve kendisi de intihar etmiştir. Anlatıldığına göre, evliliklerinin üzerinden 3-4 ay geçmiş olmasına karşın, karı koca birleşemiyorlarmış. Güya, gelinde gözü olan bir başka köy delikanlısı muska yazdırmış. Oğlanı yani Ahmet’i bağlatmış. O nedenle birleşemiyorlarmış. Dedi kodu yayılmış ve kızın ailesi Danabaşlar da kızı çıkarmaya yani geri almaya karar vermişler. Bu iş, kızın ablasının kocası Ahmet Halit’in evinde konuşulurken, Demirci Ahmet damın üstündeymiş ve konuşulanları bacadan duymuş. Akşama kadar beklemiş ve akşam olunca hanımını alıp evine götürmüş ve arkasından da tabanca ile hanımını ve kendisini vurmuş.  Bunun üzerine Demirci Ahmet’in dayısı Kör Ökkeş aşağıdaki ağıdı yakmış :

DEMİRCİ AHMET’İN AĞIDI

Kapımızın önü pınar
Akar bulanı bulanı
Ahmet’in gelin anası
Ağlar dolanı dolanı

Ağşar (22) Ahmet’in yatağı
Parlar kutnunun eteği
Ahmet’e muska yazdırmış
Karabaşlar’ın köpeği

Koyun kuzu olur şişek (23)
Tabancası dolu fişek
Neden uydun el sözüne
Ahmet Halit zaten eşşek

Kaldırın bunun salını
Düşman çalsın davulunu
Ya nidicin itin dölü
Bunlard’alsın muradını

Kurt içinde koyun olmaz
İnsan da şeytana uymaz
Kaldırın gitsin salını
Adam kendisine kıymaz

Ne yatıyon Sar’Ahmet’im
Kalk haline bak Ahmet’im
Eşin önde sen arkada
Kalk eşine bak Ahmet’im

Esendere güldür güldür
Tabancası yıldır yıldır
Ne yatıyon Sar’Ahmetim
Kalk da düşmanını öldür

Kan dolmuş yattığı köşe
Üç kardeş düşmüş telaşa
Sar’Ahmet’im düğün kurmuş
Yiğitler çıksın güleşe

Biri burda biri şurda
Tutulmuşlar yeğin derde
Niye geldin koca baba
Böylesi hayırsız yurda

Yüce kaldırın salını
Gitsin görünü görünü
Bu kimin nesi derlerse
Demirciler’in gelini

Titire kavak titire
Dibinde Ahmet otura
Gelin kucağına alıp
Püsküllü bebek yetire

Dağlar dağların söykesi (24)
İndi dağların öfkesi
Sırma aba ipek zıbın
Kaldı Ahmet’in soykası

Koyun kuşansın kılıcı
Ahmet de ata binici
İk’elimde iki soyka
Ne zaman sabah olucu

Bir dedikodu yüzünden canına kıyan 1940’ların delikanlısı Demirci Ahmet’in adı, kardeşi Demirci Ali’nin oğluna vuruldu. Kendi gitti adı kaldı yadigar. Kim bilir, Demirci Ali’nin Uzak Doğu bilgelerini andıran mistik havasında, köyde hoca olmadığı zamanlarda okuduğu ezanlardaki ince ve güçsüz sesinde ve daha sonra onun Kıran Deresi’nin yukarısında dağ başında inzivaya çekilişinde, yalnızlığa sığınışında kardeşi murada ermemiş Ahmet’in öyküsü de etkilidir. Herkes için (kardeş yarası duvardaki kovuk) değildir.

Diğer ve ikinci intihar olayı da yıllar sonra Tivrizler’de yaşandı. Tivriz İmirze’nin askerden izinli gelen oğlu Yusuf, izin bitiminde kıtasına geri dönmeden babasının evinde intihar etti. Bir karı koca anlaşmazlığının neden olduğu ileri sürüldü. Köyümüzde bol bol bulunan Karacaoğlan’nın kızlarından adsız birisi de mutlaka ağıt yakmıştır, Topal Habba’nın oğlu kadersiz Yusuf için. Ama elime geçmedi. 

 

Açıklama

1. (www.diyanet.gov.tr
2. Tosbağa : Kaplumbağa
3 Tevir : Çeşit
4. Abara : Esendere’den kaldırılmış Hamit’lerin önündeki su arkı
5.  Gazi : Alna ya da yanaklara dizilen küçük altın
6.  Zilli : Hafif kadın
7. Oynaş : Gizli sevgili, Dost, metres
8.  Sümbül : Bir çiçek
9. Könçek : Dizdonu, Don
10. Kekil : Alna dökülen saç
11.  Gosga : Süslü püslü, Havalı
12. Çipri : İnce dallar
13. Sıçan . Fare
14. Püsük : Kedi
15. Çalpak :Yarım yamalak görme
16. Gökçe, O., (2008), Beritten Beri, +1DRC Yayım-Yayın, İstanbul
17. Altın ayaklık : Yanaklara takılan altın dizilerinden yapılmış ziynet
18.  Duluk : Yüzün yan tarafı, Yanak, Duvarın dibi
19.  İki kor : İki sıra
20. Gökçe, O., Basılmamış
21. (www.diyanet.gov.tr, www.dingorevlileri.blogcu.com).
22.  Ağşar :  (Bulunamadı)
23.  Şişek : Bir senelik koyun ya da keçi
24.  Söyke : Yaslanılan yer (Söykenmekten yani yaslanmaktan gelir), Dağlar dağların söykesi
de dağlar dağlara yaslanır anlamına gelir

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress