Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

YUKARI OBALILAR

16 Haziran 2010 0 comments Article Ericek

 

Çocukluk işte, oluyor olmadık şeyler, yapılıyor yapılmaz işler. Çocuk olmadıkça, içinde bulunulan koşullar bilinmedikçe anlaşılması güç.

Alhas Ali kim, ben kimim? Ben kimim ki Helli’nin Kahvesi’nin önünde sandalyaya gerilmiş, ayak ayak üstüne atmış, “Küçücük dağları”, yok yok dilim sürçtü, “Büyük büyük dağları ben yarattım” havasındaki Alhas Ali’nin ayaklarını tepeliyorum, bir o yana bir bu yana? Sağ elim cebimde, yay gibi. Avucumda, Afşin’de bıçakçılara yaptırdığım, bir tür sustalı kara saplı bıçak. Yaprak kıpırdasa yerinden, saplanacak.

Ortaokuldayım. Abim Ali askerde. Artık evin büyük erkek çocuğu benim. Ailem ve aile çevrem bana bir görev yüklemiş, ailenin fedailiği. Zaten bu görev, Ali askere gitmeden önce de bendeydi. Kızmasını beceremeyen, kızarken bile gülen, anası huylu, Peygamber sabırlı, Karacaoğlan gönüllü, hep bardağın yarısı dolu diyebilen, cennetler yakışığı abime kavga yakıştırılmazdı. Küçüklerim Hacı (Gökhan) ve diğerleri de henüz şekillenmemişti. Ne oldukları ya da olacakları belli değildi.

Ama, o zaman oralarda yaşayan her aileye bir fedai, bir serdengeçti gerekti. Devlet ve yasalar ne malınızı, ne canınızı ve ne de namusunuzu gereğince koruyamıyordu. Ya zillete, hakaretlere, haksızlıklara razı olarak, boynunuzu içine çekerek, başkalarının üzerinize çöğdürmesine (1), sidik saçmasına (2) göz yumarak yaşayacak ya da her şeyinizi kendi gücünüzle koruyacaktınız. Yani, dama düşmeyi ya da toprağın altına girmeyi göze alacaktınız. Babalar “Bir gece de yatmadım, su atınmadım (3) derim”  diyecek kadar katı yürekli olacaklardı ya da öyle gözükeceklerdi, bu görevi üstlenen çocukları için.

Çevremizdeki belli başlı aileler çocuklarından en az birisini böyle yetiştiriyordu. İşte bizim ailede de bu kişi bendim. Ama işin aslında,  ortaokula gitmeden önce bu kişi bendim. Babam beni okumaya, bu kişi ben olmayayım diye göndermişti. Kardeşlerimi de böyle kişiler olmasınlar diye okutmayı hedeflemişti. Yani artık bu kişi ben değildim, kardeşlerim de değildi. Ne var ki, hamuru öyle yoğrulmuş birisine bunu anlatmak artık o kadar da kolay değildi. Ortaokula gider gitmez değişmek şöyle dursun, okumak için köyden çıkmadan önce aşılandığım ve mayalandığım bir çok düşünce ve duygular bir ömür boyu benimle yaşadılar. Hakçası, bunlardan ya da hiç değilse bunların çoğundan ne yerindim, ne de yakındım.  

Öyküyü anam anlatırdı. Şimdi adı Süleymanlı ve idare şekli de ilçe olan, o günkü en uzak komşu köyümüz Zeytin’de Ermeniler yaşarmış vaktiyle. Türk ve Müslüman çocuğu Ali bir Ermeni kıza aşık olmuş. Aşkı da karşılıksız değilmiş. Fakat kızı, dininden dönmezse Ali’ye vermiyorlarmış. Ali ve ailesi razı olmuş. Törenler yapılmış. Ali’yi bir savanın (4) içine yatırmışlar. Dört ucundan dört güçlü kişi savanın içerisinde çocuk uyutur gibi Ali’yi bir sağa, bir sola sallamaya başlamışlar. Bir taraftan da “Ali idin oldun Levan, Ali idin oldun Levan” diye nakarat tutturmuşlar. Ali böylece Levan olmuş, adını değiştirmiş, dinini değiştirmiş ve evlilik gerçekleşmiş. Gel zaman git zaman, bir gün Ali’nin eşi demiş ki “Kutsal dini günümüzdür. Git kasaptan yağsız et al, getir”. Ali içinden çok bozulmuş, kızmış. Ama kasaba gitmiş, yağlısına, yavanına bakmaksızın eti almış, getirmiş. Gelin hanım bir bakmış, eti beğenmemiş. “Bu yağlı” demiş, “Olmaz. Git yağsızını al”. Ali “Tamam” demiş, “Onun kolayı var”. Hemen bir sofra bezi bulmuş. Zamanında kendisine yapıldığı gibi eti bezin ortasına koymuş. İki ucunu kendisi tutmuş ve diğer iki ucunu da eşine vererek yine çocuk uyutur gibi eti bir  sağa, bir sola sallamaya başlamış. Bir yandan da “Yağlı idin oldun yavan, yağlı idin oldun yavan” diye bir nakarat tutturmuş. Gelin hanım öfkelenmiş, hiddetlenmiş. “Ne bu böyle” demiş, “Sallamakla yağlı et yağsız olur mu hiç?”.  Ali de taşı gediğine koymuş. “Ali Levan oluyor da, neden yağlı yavan olmasın?” demiş.

Nice yıllar, nice aylar, nice günler tanıktır. Ne Ali Levan oluyor, ne de yağlı yavan oluyor, sallamakla, sallandırmakla. Demem o ki insan yedisinde ne ise yetmişinde de odur. İnsanın doğası inatçı bir keçi. Boş yere mi dönüp dönüp aynı hataları, aynı günahları işliyor ve aynı zalimlikleri yineleyip duruyoruz?

Konumuza dönersek, ben delinin birisi idim de ya  Alhas Ali nasıldı? Bana sorarsanız, o da benden daha akıllı değildi. Haline göre Hasan Ağa (5) olma yerine, halinden fazla Hasan Ağa olmaya özentiliydi. Uzun boylu, golf pantolonlu, havalı, köy dışına ve Çukurova’ya gidip gelen, diğerlerine göre daha çok şey biliyormuş gibi davranan, cart curt eden, köydeki olur olmaz her  olaya burnunu sokabilen, çevresindekilere hükmettiği izlenimini veren, şerrinden çekinilen,  yaklaşık 35-45 yaşlarında bir adamdı Alhas Ali..

Tatile geldiğimde duydum ki ben yokken köyde bir cangama (6) olmuş, babam olayın üstüne gelmiş, tarafları azarlamış, susturmuş ve sulh etmiş. Taraflardan birisi de Alhas Ali’nin çevresindeki insanlarmış. Alhas Ali de bu durumda kendi yakınlarının haksızlığa uğradıklarını ileri sürerek onları babama karşı kışkırtıyormuş. Alhas Ali’ye kızgınlığım bu yüzden. Ona ders vermeye çalışıyorum sözümona, gözdağı veriyorum.

Kışkırtma konusunda daha çok da yeğenlerini yani Polis Ali’nin ve ablası Hodu’nun çocukları Alhas, Kör Veli ve Kara’yı yani ilkokuldaki sınıf arkadaşım ve sınıfımızın en iyi öğrencilerinden olan Kara Mustafa’yı kullanıyormuş. Bu çocuklardan Kör Veli de bu ailenin fedaisi idi. 

Ben Hellinin Kahvesi’nin önünde Alhas Ali’nin ayaklarını tepelercesine önünden bir sağa, bir sola geçerek ona sataşırken, çok olasıdır ki yeğenleri Alhas ve Kör Veli de ya içerde kağıt oynuyorlar ya da o çevrelerde bulunuyorlardı. Yani, her an kıyamet kopabilirdi.

Kıyamet kopmadı, Alhas Ali benden akıllı çıktı, kıyameti önledi. Kalktı gitti. Akşam eve gittiğimde ve her zamanki gibi bilinmez bir yerden babam eve geldiğinde hayatımın en büyük derslerinden birisini aldım ondan.

Alhas Ali babamı görmüş ve olanları anlatmış, benden şikayetçi olmuş. Babam aldı beni karşısına, başladı konuşmaya. Özet olarak, “Benim gibi olacaksan, benim gibi yaşayacaksan niye okula gidiyorsun? Gitme. Okuduğun bir işe yaramamış olur. Benim ne sen, ne de bir başkası tarafından, hiç kimse tarafından korunmaya ihtiyacım yok. Bunu cümle alem bilir. Geçmişte sana söylediklerimin hesabı başkaydı. Şimdi iş değişti, görev değişti. Okuyacaksın, büyük adam olacaksın, kardeşlerine yol göstereceksin, onlara sahip olacaksın. Parmağın daima ileriyi ve yükseği gösterecek. Üst mevkilere gelecek,  Devlete ve Millete hizmet edeceksin” dedi.

Babam varken, zaten başka kimseye söz düşmezdi. O kunuşur biz dinlerdik, o sorar biz cevap verirdik. O akşam da her zamanki gibi, emirler biçiminde bundan sonra ne yapmam gerektiğini, nasıl davranmam gerektiğini uzun uzun anlattı. Bu gün düşünüyorum da babamın o günkü söylediklerinin hepsi güzel, hepsi gerçek, hepsi yaşanmış gibiydi. Varsa başarılarım onun sözlerini tuttuğum, başarısızlıklarımsa  onun sözlerinden çıktığım zamanlara aittir.

Şimdi örnekleri ile biliyorum. Ama bu örnekleri sayıp dökmeyi uygun görmüyorum. Biliyorum ki kavgacılığa özendirilen ve yönlendirilen ya da kendiliğinden yönlenen bir çok insan, bir çok köylüm, bir çok arkadaşım ne yaşar gibi yaşadılar,  ne de yaşamlarına doydular. Yaşamadan öldüler.

***

Alhaslar Yukarı Oba’da otururlardı. Küçük Ark’ın üstünde, yüksek eğimli pur bir yamaca yapışmış gibi duran bir ev vardı. Evin ön yüzü, damı ve yan duvarlarının yarısı dışarıdan görünürdü. Fakat arka duvar ile yan duvarların diğer yarıları, yamaç oyulmuş ve içine gömülmüş oldukları için, görünmezlerdi. Alhas Ali, dul anası Tope Döndü, eşi Şemsi ve kardeşi Hanifi  bu evde yaşarlardı. Başka kimler vardı bilmiyorum. Evin kızı Hodu, Polis Ali ile evliydi.

Polis Ali babam yaşlarda ya da birkaç yaş küçük bir adamdı. Alhaslar’la akraba olan Karolar ailesindendi. Her nasılsa polis memuru olmuş. Benim bildiğim kadarı ile köyden çıkan ilk memurdu. Osmaniye’de görevli imiş. Fakat bilmediğim bir nedenden dolayı görevine son verilmiş. O da 5-6 çocukla birlikte  köye geri gelmiş. Tarla taban hak getire, perişanlık diz boyu. Polis Ali içki içer ve sürekli sarhoş gezerdi. Ben kendisini köyde ilk içki içen kişi olarak biliyorum. Yani, içkicilikte de köyümüzde bir ilkti. İçki parası bulamadığı için ispirto içtiği de söylenirdi.

Bir  güneşli bahar gününde tanımıştım Polis Ali’nin eşini ve çocuklarını. Aşağı Su Gediği’nin altında, Horlak’ta, Kamışcık yolu üzerinde hayvan otlatıyordum. Kamışcık yolunda aşağıdan yukarı doğru gelen bir grup insan göründü. Yaklaştıkça görüyordum. Renkli, kısa pantolonlu, kısa kollu ve tertemiz giysileri vardı. Çoluk çocuk çok mutlu ve çok neşeli gözüküyorlardı. O gün onlara, o çocuklara çok imrenmiştim. Sonradan öğrendim, Polis Ali’nin eşi ve çocukları olduklarını. Osmaniye’nin sıcağından kaçarak Ericek’e, köylerine yaylamaya geliyorlarmış.

Polis Ali’nin ailesinin mutlu günleri bitince oğlu Kara ile yani Mustafa Karaoğlan ile ilkokulda sınıf arkadaşı olduk. Uyumlu, çalışkan ve başarılı bir çocuktu. Babalarının işini kaybetmesi ve yoksulluluğa  düşmesinden sonra diğer kardeşleri gibi Mustafa da okuyamadı, layik olduğu biçimde yaşayamadı, kaybolup gitti. 

Ortaokula başladığım yıllarda Polis Ali ayık zamanlarında beni gördüğünde duygulanırdı, gözleri buğulanır ve bana bu gün de yol gösterecek kadar güzel öğütler verirdi. Ortaokulda iftihar listesine (7) geçiyordum. Köye, yani babama sarı zarflı mektupla bu başarım duyuruluyordu. Köyde küçükler büyüklere ya emmi der ya da dayı. Benim de dayı diye hitapettiğim Polis Ali bu başarımı duyduğunu ve bununla kendisinin de iftihar etttiğini söylerdi. Beni cesaretlendirir ve taltif ederdi. Koltuğum kabarırdı.

Polis Ali’nin bu gün de aklımdan çıkmayan ve çok yararlandığım öğütlerinden birisini bir gün Çardak’tan köye gelirken yolda rastlaştığımız zaman dinlemiştim. O zaman ben Gaziantep’te lisede okuyordum.

Ailem 1959 yılbaşı günü felaketini yeni yaşamıştı. Babam içerdeydi. Yalnız ve bir başımaydım. Güneş doğmaz gecelerde Gümüş anamla sabahlara kadar Berit Dağı’nın karını Tülüce’ye, Tülüce’nin taşını da Berit Dağı’na taşıyorduk. Geceler uzadıkça uzuyordu. Sonra gece karanlıkları bitince gündüz karanlıkları başlıyordu. Bazı geceleri, Yemen’i görmüş, yaşlı, anadan üvey dayım Tatar Hüseyin’le geçiriyorduk. Hüseyin dayım sabaha kadar tütün sarar, şafak sökünce sabah namazını kılar ve “Gümüş, akşam yine gelirim” diye giderdi. Çocuk yaşta Berit Dağı sırtıma binmiş gibiydi.

 Polis Ali ile Çardak yolunda o günlerden birinde birlikte yürüdük. Köydeki sınıflandırmaya göre o Kıraçlar’dandı, bense Tecirli’ydim. Başımıza gelen felaketle ilgili dünyalar kadar dedikodu, dünyalar kadar kışkırtmalar yaşıyorduk. Bir elim kalemde, bir elim tabanca kabzasındaydı. Bir elim yüreğimde, bir elim kafamdaydı. Okulumla köyüm, aklımla duygularım karışmıştı.

Yolda, Polis Ali bana özetle “Muhakkak Ömer Ağa da benim gibi düşünür. Okulunu bırakma. Kıraçlar’dı,  Tecirli’ydi kışkırtmalarına sakın kanma. Yusuf yandı, Veli yandı, sen de yanma. Onların kaderlerini sen de paylaşma. Düşün, durmadan düşün, doğru yolu bulacaksın. Doğru bilgiye dayanmayan hiç bir kararın ve eylemin olmasın. Ortalıkta söylenenlerin çoğu, belki de tümü yanlış ve yalan. Yusuf’a, Yusuf’un babasına, oğlum Veli’ye söz dinletemedim. Sen dinle, senden umudumu henüz kesmedim” dedi. “Ha” diye ekledi “Fen bölümü de iyi, ama idareci olsan daha iyi olur”.

Kel Şeker’in oğlu Yusuf ve Polis Ali’nin oğlu Veli yani Kör Veli aile fedaileriydiler. Yusuf bir kan davası yüzünden Kılıç Hasan’ı vurmuştu. Aile büyüklerinin söz anlamaz ve dinlemez  kinine kurban gitmişti. Kör Veli de önce Sefer Kirtik’i vurdu. Kirtik ölmedi. Sonra Kürt Ali’yi vurdu. Kürt Ali öldü. Veli’nin ömrü hapislerde geçti. 

Polis Ali’nin son sözü ise, benim lise birden lise ikiye geçerken seçeceğim bölümle ilgiliydi. Yolda ve başlangıçta bu konu da konuşulmuştu. Ben, fen bölümünü istiyordum. Babam yapı mühendisi, yani inşaat mühendisi olmamı istiyordu. Beni öyle yönlendirmişti. Ama, Polis Ali’nin gönlü sosyal bilimlerde ve yöneticilikteydi. Babamı dinledim ve fen şubesine geçtim.

Yoldaşlığımız köyün girişinde bitti. O, çocukluk aşkım Sultan Karı’nın kızı Eşe’nin babası, dükkancı Ceceli’ye takıldı. Bense, yüreğimi Kerzel mahallesinde Eşe’nin yanında bıraktım, aklımla eve geldim ve en muhkem kaleye yani Gümüş anamın kucağına sığındım.  O gece de Berit Dağı’nın karını Tülüce’ye, Tülüce’nin taşını da Berit Dağı’na taşıdık sabahlara dek, sırtımızda. İkimiz de Polis Ali’yi haklı bulduk. Yola devam ettik.  

***

Alhas Ali, Polis Ali derken aklım yine ad ve takma adlara takıldı. Alhas ne anlama geliyordu, ozan ruhlu dul ve yoksul Tope Döndü’nün “Tope”si ne demekti, Tope Döndü’nün kızı Hodu’nun adı nereden gelmekteydi gibi sorular oluştu kafamda.

Bir kaynağa göre, “Alhas”  sözcüğünün kökeni “Ahraz” ya da “Ağraz”dır (8).  Başka bir kaynağa göre de “Ahraz” sözcüğünün kökeni Arapça “Ahres:Dilsiz” sözcüğüdür (9).

Ulaşabildiğim ve doğruluğundan emin olamadığım çeşitli kaynaklara göre, Alhaslar Elbistan, Doğanşehir, Kürecik, Gürün, Afşin, Nurhak Dağları ve dolaylarında yaşayan bir topluluktur. Bu coğrafyada Sevdilli, Yalıntaş, Yoğunsöğüt, Yalak, Toprakhisar, Beştepe, Büyükköy, Dere Topallı, Yazı Topallı, Aksakal, Yalıpınar, Karakuyu, Gölpınar, Kalanzöran, Pasolar, Kamolar, Kocapınar, Tahtalı, Serçekuyusu, Şerefli, Maltoplar, Han ve Alacamezar adlı köy ve mezralarda yaşamaktadırlar. Bu topluluğa bağlı aileler de Hacımamadlar, İsmailler, Kıcanlar, Kamberliler, Çevhiyanlılar, Hasanbekliler, İbiller, Kıraçlar, Kandanlar, Sevyanlar, Hacalılar, Lordinliler ve Haydarlılar olarak geçmektedir  (10).

Siverek’te de Alhas adında ve Alhas soyundan olduğu ileri sürülen bir köy vardır (11). Malatya ili Arguvan ilçesinde ise Alhasuşağı adlı bir köy bulunmaktadır (12).

Alhaslar’ın bir Kürt aşireti olduğu, Horasan’dan geldiği, ilk inanışlarının Ateşetapan, şimdiki inanışlarının ise Alevi olduğu bildirilmektedir (13). Zamanla, yurt içinde ve yurt dışında çok dağıldıkları ve önemli oranda da Hanefi inancını benimsedikleri ileri sürülmektedir (14).

Bu bilgilerin güvenirliği konusunda bir şey diyemem. Bizim köyün Alhaslar’ının  bu kaynakalarda anlatılan Alhaslar’dan olup olmadığı ve bizim köyün Kıraçlar ailesinin bu kaynaklarda belirtildiği gibi Alhaslar aşiretine mensup bir aile olup olmadığı konusunda da bir yargıda bulunamam.

Örneğin, Tope Döndü’nün lakabı Kürtçe’deki Gül’den Güle (Sondaki e uzatılarak okunacak), Hasan’dan Hasane vb bir söylenişle Top’tan Tope midir acaba? Benzer biçimde, Karolar lakabı da Kürtçe’de olduğu gibi kara sözcüğünden mi türetilmiştir? Ya da Kara Postal’ın büyük oğlu Mındılo Mıtat’ın mındılosu da bu bağlamda bir sözcük müdür?  Ayrıca bu böyle olsa bile ne anlam taşır, ne değer taşır? Gerekiyorsa, bu tür araştırmaların ve yargılamaların yapılmasını işin uzmanlarına bırakarak köyümdeki ilginç bulduğum ad ve takma adlara tekrar dönüyorum.

Polis Ali’nin eşinin adı Hodu idi. Belki de bu bir takma addı. Bilemiyorum. Hodu, Allahı var, anılmaya değer bir hanımdı. Yüksek sesle konuşur, sözünü esirgemez, kimseden çekinmezdi. Erkeklerle senli benli oturur kalkar, dostluklarında erkek ya da kadın ayırt etmezdi. Gerekirse erkek gibi kavga eder, kavgaya kavgacı çocuklarından önce seğirtirdi. Gözleri ışıl ışıl,  vücudu dolgun, teni melez zencilere yakın ve esmerin en güzeliydi. Eşine baskın gözüken ve mahallenin muhtarı gibi davranan bir kadındı. 

Hodu sözcüğünün anlamına gelince, Hodu Düziçi’nde Yeni Farsak köyünde Karacaoğlan’ın mezarının bulunduğu ileri sürülen bir yaylanın adıdır (15). Prof. Dr. Hayri Domaniç de Hodu’yu Khbabardeyce bir sözcük olarak bildirmektedir (16). Azerbaycan’da, bir Nevroz manisinde de Hodu şöyle geçer (17):

Yağ verin yağlamağa
Bal verin ballamağa
Hodu gülmek isteyir
Goymayın ağlamağa.

Hodu’ya benzer bir sözcük olan Hod ise, Gaziantep dolaylarında oynanan bir çocuk oyunudur  (18).

Halkbilim uzmanı Prof. M.H. Tehmasib ise bildirir ki Hodu ya da Kodu sözcüğünün kökeni eski eserlerde güneş tanrıçası olan Hindra ya da İndra’ya dayanır. Bu da süslenmiş gelin anlamına gelir (19). Aynı kişiye göre, bazı kaynaklar Hodu’yu putperestlerin, neredeyse Allahı yerine koydukları put olarak da bildirmektedirler. Bu put yok olunca güneşin batacağına ve yok olacağına inanılırmış.

Bizim köyün Hodu’su bunların hangisidir acaba? Belki birisi, belki hepsi, kim bilir belki de hiç birisi. Beğen beğen al.

***

Alhaslar’ın evlerinin Berit’ten yönünde Tatar Hüseyi’nin, Araplar’ın, Göy Omarlar’ın, Kır Hasan’nın, Uzun İmmetler’in ve Tivrizler’in;  Karadışlık’tan yönünde Poluç ve Kurt Mustafa’nın;  Esendere yönünde ise Sefer Köse, Kara Omar ve Kasap Halıt’ın evleri vardı.

Araplar ailesinden, eşlerinin ikisinin de adları Hacce olan iki evli Arap Hamit’i, Arapoğlu Mustafa’nın dul eşi Arap Sultan’ı, Biber Durdu’yu, Kemçik Arap’ı, Arap Osman’nı ve daha birçoklarını tanırım. Arap Hamit pekmezi kaşıkla içen, yalnız başına bir kuzuyu yediği söylenen, patır kütür konuşan, (Fiske vursan kan damlar kırmızı yanağından) türünden birisiydi. Araplar yakın akrabamızdı. Osmaniye’nin, adı şimdi Cevdetiye olan Araplı köyündeki Tecirlilerle aynı aileden oldukları söylenirdi. Osmaniye Belediye başkanlığını da yapmış olan rahmetli dostum İskender Türkmen’in babası Nuri amca da bunun böyle olduğunu söylerdi.

Tecirlilerle ilgili bir kaynakta Tecirli Bölükleri içerisinde Araplılar da vardır. Bunlar şöyle sıralanmaktadır :  Alhanlı,  Araplı, Alcı,   Akçakoyunlu (Uyduranlı),  Bekirli,  Böcüklü, Budaklı,  Çırnazlı, Domballı,  Eloğlu,  Gücüklü, Gürer (Gününoğlu), Hiboğlu, İmatuşağı, Karabilir, Kırmıtlı, Kalalı, Karaobalı, Komarlı, Ömer uşağı, Solaklı, Ulaş, Güccü,  Küçük (20).

Ericek’te, buradaki Tecirli Bölükleri diye bildirilen Araplılar  (Araplar) ve Gücüklüler de (Gücükler) biçiminde söyleniyor. Bizim köyde Alcılar da vardı. Örneğin Tivrizler, Poşo Mıtat, Kasap Halit  ve bir süre bizim işlerimizde de çalışan Kore gazisi Ecevit bunlardandı.

Ecevit köyümüzden Kore’ye giden dört kişiden birisidir. Birincisi Ökkeş Duran’dır. Ökkeş Duran çatışmaya girmiş ve sağ salim evine dönebilmiş bir Kore gazisidir. Daha sonra Cücük Durdu, Ecevit ve Göy Omar’ın büyük oğlu Açak gidip, geldiler. Bu sonuncuların çatışmaya girmedikleri anlatılırdı.

 Benim okula giderken kullandığım ilk bavulum, babamın Ecevit’ten satın aldığı beyaz aliminyumdan yapılmış Kore ya da Amerikan bavuludur. Bu bavulu Orman Fakültesi’ni bitirinceye kadar kullandım. 1959 Yılbaşı felaketinden sonra abim Ali’nin kavalı ile birlikte Ecevit’in bavulunu, kaldığım tahtakurulu yurtlarda ve gecekondulardaki bekar odalarımda en değerli iki varlığım olarak sakladım ve gittiğim her yere götürdüm. Ali’nin kavalını Haytalarlı koyun çobanı Üso Ali’den ben almıştım ve çadırımızın olduğu Morun Yatağı’nda, ben kuzuları güderken kendisi de koyunlarımızı güden Ali’ye ben getirmiştim. Ali özendi, ama kaval çalmayı iyi öğrenemedi. Çağlayan gibi bir sesle, Esendere coşkusunda söylediği türkülerine ara nağme olacak kadar öğrendi. Ben Ali kadar da öğrenemedim. Yalnızca bir türkünün nağmesini çalmayı öğrendim. Ali bu türküyü çok çağırırdı : (Aşağıdan gelen hozalı gelin- Topla fistanını toz olur gelin-Kaldırsam peçeni baksam yüzüne- Eller arif olur söz olur gelin). 

Ali’nin teberik kavalını, Ecevit’in aliminyum bavulu ile birlikte Boğaz’da, Büyükdere’de bir pansiyon odasında, oltu taşı gibi siyah gözlü bir kıza bıraktım. Ama, o türküyü dilimden hiç düşürmedim ve hiç unutmadım.    

Araplılar ya da Araplar’ın, bu adı nereden aldıkları konusunda iki ayrı görüş var. Bunlardan birincisi, Osmanlı’nın çiftçiliği öğretsin diye Mısır’dan insan getirip Çukurova’da yedi adet Fellah köyü kurduğu, bu köy halklarının çevre halkları tarafından zamanla baskınlar ve kovgunlar görerek Adana’ya göç ettiği, bunların yerine de yeni köyler kurulduğu ve bu yeni köylerden birisinin adına da, yerin eski Arap köyü olması nedeniyle, Araplı dendiği biçimindedir (21).

İkincisi ise, Tecirlilerin 1691-1696 yıllarında birkaç kez Suriye-Rakka iskanına tabi tutulduğu, daha sonra Kürt aşiretlerinin isyanları ile baş edemeyen Saray’ın bu isyanlara karşı kullanmak üzere,  tavsiye edildiği için Tecirlileri geri çağırdığı ve Araplar ya da Araplı adlarının buradan kaynaklandığı yönündedir (22).

Tecirli’nin Arabistan’a sürgünü ile ilgili babamın söylediği bir ağıt dinlerdim. Başlarına gelenleri uzun uzun anlatan bir ağıt. Babam bu uzun ağıdı duygulanarak ve gözleri yaşararak çağırırdı. Zaten rahmetli babam da, tıpkı benim gibi, çok çabuk ağlardı. Çakır gözleri boncuk boncuk yaşla dolardı. Çok özledim babamın ağlamasını, hem o yaşarken özledim ondan uzakta olduğum yıllarda ve hem de o öldükten sonra sınırsızca özledim. Sizler de babalarınızı özlediniz mi?

Öğrencilik yıllarında ve evlilik öncesi iş yaşamımda kitaplarımı, defterlerimi, notlarımı anama verirdim. Saklayacak yerim, yurdum yoktu. Anam onları köyde saklardı. Rahmetli Gümüş anam, okuma yazma bilmediği ve parayı tanımadığı için,  nasıl ki babamın kendisine verdiği örneğin beş  kuruşu beş milyar gibi titizlikle saklar idiyse benim kitaplarımı, defterlerimi ve notlarımı da Mushaf gibi saklardı. Önemli sayardı. Hatta onları diktiği bez torbalara doldurur ve hazın damının (23) tavanına, merteklere asardı ki fare yemesin diye. Ama, her zaman her şeyi kurtarmak mümkün olmuyor. Babamın çağırdığı Tecirli ağıdını da saklamak mümkün olmadı. Notlarımı bulamadım. Ancak, aklımda kalanlarla birlikte Kıllı Kürtçe’den (Kürtçe Telli) öğrendiklerimi aşağıda veriyorum:

TECİRLİ’NİN AĞIDI

Yatılmıyor alev gibi yelinden
Yaylalara doğru  gitsin göçümüz
Sarı sıcak, sivrisinek elinden
Gurbetlere gömüldüler kaçımız

Bet beniz kalmadı sararıp soldu
Soyumuz tükendi nesil kayboldu
Eğer bu çileyse çilemiz doldu
Hiç kalmadı dayanacak halımız

Duman duman Hamidiye Kalesi
Yakılıp yıkılıp viran kalası
Beti benzi bizim gibi solası
Ne oldu da bura kondu ilimiz

Göründü de Haruniye’nin düzü                   
Yoktur Fettah Beyler kime’dek nazı
Kesilmiş nefesi çıkmaz avazı
Her taraftan bağlı kaldı kolumuz

Kucağı sazlı aşıklar vardı
Düldül’den de güneş ile doğardı
İmralı’da yanık yanık çalardı
Nerde kaldı sazlı sözlü elimiz

Yeter ağalar da bu sitem yeter
İndim Kurucova’ya (Kurucaova’ya) bülbüller öter
Kız gelin kalmamış hep hasta yatar
Sehilledi (24) açmaz oldu gülümüz

Karnıyarık şu Berit’in eteği
Yelli Boyun çobanların yatağı
Gayet soğuk olur Çimen Çatağı
Kadir Mevlam ora dönder yolumuz

Dal kendire kara kaput atardık
Fişek belde, tüfek kolda yatardık
Her birimiz bir orduya yeterdik
Döğüşerek ölemedi varımız

Çapar Omar der de nolup nolunca
Çatlıyorum şu Berit’i ıssız görünce
Saçılıp da şu Parpi’ye konunca
Her tarafa yeter idi şerrimiz

Söz anamın kitaplarımı saklamasına gelmişken, bir olayı da anlatmadan geçemeyeceğim:

 İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’ni bitirip Ezine’de yedek subay olarak askerlik yapıyordum. Ölünceye kadar beni adım adım izleyen babam Ezine’ye de gelmişti. O, akşam gelir sabah giderdi, sabah gelir öğleyin giderdi. O kadar uzun yollardan gelir ve bu kadar kısa ziyaretler yapardı. Ezine’de de, daha gelişine sevinemeden gidişinin hüznü ile onu otobüse bindirirken “Bana bir keklik alsana” dedim. Babam Hiç bir zaman “Bana yıldızları al” bile desem “Hayır” demezdi. Hiç bir şeyi yapamaz gibi ve hiç bir şeye gücü yetmiyormuş gibi görünmek ve bilinmek istemezdi. Boynunu şöyle bir kıvrattı, güldü ve “Olur” dedi.    

Köye döner dönmez yakın dostları olan Kürt aşiretlerine gitmiş. Dağların arasındaki Baluşağı’ndan biri erkek, biri de dişi olmak üzere bir  çift kafes kekliği almış, getirmiş. Sanıyorum sonradan, Koçcağız köyüne bağlı Baluşağı ve Kızıldağ mezraları birleşerek Çamlıca köyü adı altında yeni bir köy kuruldu.

Keklikleri Ezine’de besledim, anamla birlikte askerlik sonrası atandığım Isparta’da besledik. Sonra, keklikler anamla birlikte Ericek’e geri gittiler. Anam onlara “Osman’ımın emaneti” diye gözü gibi bakardı. Öylesine ki keklikler anamla sofrada bulgur aşı yerlerdi, anam nereye giderse oraya giderlerdi. Elcik (25) olmuşlardı.

Anam 29 Ekim 1969 Cumhuriyet Bayramı’nda öldü.  Keklikler yine köyde kaldı. Köye daha sonraki eşim Tülay’la ve kızım Berit’le bir gidişimde keklikler yoktu. Topal olan ve en çok öten erkek kekliği Mustafa emmimin kırçıl iti kapmıştı. Diğeri de bu saldırı sırasında dağlara kaçmıştı. 

Öğle yemeği yiyorduk. Bizim için herkes elinden geleni yapmıştı ve yapıyordu. Sofrada tereyağlı bulgur aşı, köy tavuğu ve bahçemizden toplanmış domateslerle yapılmış köy salatası vardı. Herkes mutlu gözüküyordu. İçimdeki burukluğu ağzımdan kaçırdım. Demez olsaydım, dilim tutulsaydı da diyemeseydim. Ama, dedim. “Anam öldü de, bir kekliğime bile sahip olamadınız” diye sitem ettim.  

Ortalık darmadağın oldu. Herkesin sokumu (26) elinde ya da boğazında kaldı. Asiye anam sofradan kalktı. Bekir sessizce evin arkasındaki dut ağacının dibine gitti, oturdu. Yanına gittiğimde ağlıyordu. Yüzüme bakmadı. Babam Berit’i çiğnine (27) bindirdi, gitti ve akşama kadar eve gelmedi. Kendi kendime “Sen ders almıyorsan Yunus ne yapsın” dedim ve aşağıdaki ezbere bildiğim dizeleri içimden okudum :

Söz bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz

Tecirli bölükleri ya da obaları arasında burada adı geçen Hiboğlular’dan (Hiba ya da İba oğlu ya da oğulları) komşu köyümüz Çardaklı ve Çeçen olmayan bir yiğidin, bizim köyde de söylenen bir ağıdı vardı. Ben bu kişiyi köy düğünlerinde görmüş ve namını da dinlemiştim. Aklımda at üstünde, başında şapkası sağa sola yıkılmamış düz duran, kapkara iki gözle alıcı kuş gibi keskin ve delici bir biçimde bakan, sırım gibi bir delikanlı kalmış. Adı da Hiba ya da İba’ydı. Alıcı kuşların ömrü tez olur türküsünde olduğu gibi, alıcı kuş bakışlı İba’nın da ömrü tez olmuş. Vurmuşlar İba’yı, Çardak’ın altındaki Kantarma’nın bucağında. Ağıdını anası yakmış. Daha önce de kendisinden çok söz ettiğim Keprim Karı’nın, bir amatör kaydı kasetinden aldığım ağıt  aşağıdadır:

İBA’NIN AĞIDI

Gelinini götürdüler
Ağ bebeği kucağında
Öldürmüşler İb’oğlumu
Kantarma’nın bucağında

Cendermeler dolanıyor
Deli gönlüm bulanıyor
Öldürmüşler İb’oğlumu
Alkanlara beleniyor

Dostluğunan olmuş kötü
Binince korkardı atı
Böyle koçak İba oğlum
Her yerde söylenir methi

Löküsü (28) almış yürümüş
Kara gözü kan bürümüş
Nasıl kıydın gavur düşman
Yavrulu gelin var imiş

Bizim köyde, Hiboğlular obasından kimsenin olduğunu sanmıyorum. Ancak, Tecirli ve Ceritler’in karışık olarak bulunduğu komşu Tombak köyünde bu adla anılan bir aile olduğunu biliyorum.

***

Poluç sözcüğüne bir çok yerde ad ya da daha çok soyad olarak rastladım. Bu ad ya da soyadların geçtiği yerler konusunda da fazlaca bir bilgiye ulaşamadım. Adana, Manavgat, Göksun bunlardan birkaçıdır. Bir de bir Avşar ağıdında “Poluç gelir Veli’inen” diye bir bir dizeye rastladım (29). Bizdeki Poluçlar’dan Poluç Mustafa ve  Pıtık Reşit değirmenci idi. Poluç Mustafa ayrıca marangozluk da yapardı.

Yukarı Obalı Göy Omar, Demirciler ailesindendi. Demirciler ailesi inatçılıkları ile de ünlüydü. Bu özelliği Tatar Mehmet pek güzel ifade etmiş zamanında.

Tatar Mehmet hem yoksul ve hem de tembel bir adamdı. Elinin kürek tuttuğunu anımsamıyorum. Tarhana yapmakta geç kalmış. Hava kışlamış. Dama, topuk otunun (30) üstüne serdiği tarhana kurumadan yağmur başlamış. Bu günkü gibi olanaklar yok, damda serili tarhananın üstünü örtsün. “Aman Allahım kuluna acı, azıcık ara ver, koru yoksul kulunu” vb biçimde yakarışlarda bulunmuşsa da yağmur dinmemiş. Bunun üzerine Allah’la senli benli bir havaya girerek başını yukarıya kaldırmış ve Allah’a “Demirciler gibi inadın tuttu. Al hepsini götür. Bizim çocuklar doydu. Götür de sesnin çocuklar yesin” demiş.

Yukarı Oba’nın en yukarısında, Uzun İmmetler’in evleri ile yan yana idi Kır Hasan’nın evi. Kır, pur bir yerdeydi ve arkası öyle dik bir yamaçtı ki iple bağlasan adamı duramazdı.  Evin önünde bir dut ağacı vardı ve içi ağzına kadar çocuk doluydu.

İlkokul arkadaşım Ali de bu çocuklardan birisiydi. Eğitmenimiz Abdi Çiçek. Kitabımız bez torbaların içinde. Boynumuza asarız. Bir koltuğumuzun altına da bir odun parçası alırız, sınıfın sobası için. Her gün kontrol ediliriz. Odun getirmeyenler geri gönderilir, cezalandırılır, uyarılır vs.

Sınıfa girdik “Herkes kitabını açsın” dedi Eğitmen. Alfabeler torbalardan çıkarıldı, açıldı. Ali’nin önü boş. Eğitmen “Hani senin kitabın” dedi Ali’ye. Ali “Edem içti Eğitmenim” dedi. Bir çoğumuz anlamış omalıydı. Ancak ben anlamamıştım. Çünkü bizim evde sigara içilmezdi. Eğitmen Ali’ye bir şaplak attı “Ulan kitap nasıl içilir?”dedi. Ali bir taraftan yumruğu ile yaşlı gözlerini burgularken bir taraftan da kesik kesik bir sesle Edesinin kitabın sayfalarını yırtarak onlara cuğara sardığını anlattı. Ali’nin edesi babasıydı, Kır Hasan’dı. Bizim köyde pek çok ailede abi anlamına gelen ede, baba anlamında kullanılırdı benim çocukluğumda.

Ali ile birbirimize “Teyz’oğlu” derdik. Büyüyünce de yakınlığımız sürdü. Ancak, benim okullarım vardı. Yalnızca tatillerde köye gelebiliyordum. Görüşemez olduk. O Bodik emmisinin  kızı Emiş ile evlendi. Çocukları oldu ve öldüler.

Bodik kısa boylu, ayağının birisi arkaya dönük, topal bir adamdı. Ne anlama geliyor, bizim köye nereden gelmiş olabilir bu sözcük diye araştırdım. Erzincan ve Tunceli dolaylarında rastladım izine. Daha çok alevi kaynaklı metinlerde buldum onu. Tunceli’de bir köyün adı olarak çıktı karşıma. Kemah’ta kısa boylu anlamında kullanıldığı ve ayrıca bu yörede çocuk pipisi anlamına da geldiği bildirilmekteydi (31). 
Yaşlı bir kır at gibiydi Kır Hasan. Uzun boylu, beli bükülmüş, elinde cuğarası, küt küt öksüren, kırçıl bıyıkları tütünden sararmış, kaba bir sesle konuşan, hiç bir iş yaptığını görmediğim, yolu camiye düşmeyen, oruçla namazla işi olmayan, okulla arası uzak, sıkışınca arkadaki dağa kaçacakmış gibi duran ve gençliğinde alıcı bir kuş gibiymiş izlenimini veren bir adamdı. Oğlu Durmuş’un, komşuları ve abisi ile benim sınıf arkadaşımız Demirci Ali’yi bıçaklayarak öldürdüğünü duyunca çok üzüldüm. Durmuş’tan büyüktüm ve çocukluğunu tanırdım. Anası, anamın teyzesi Uzun Meryem’in kızıydı, kendisi de torunu. Götü boklu ve fistanlı bir çocuktu. Büyümüş. Uzaktan teyze oğlu olmanın yakınlığı ve bu insanların içine düşürülen açmazlara karşı duyduğum isyanın hüznü ve kızgınlığı ile Durmuş’un masum çocuk yüzünü ve arkadaşım Demirci Ali’nin Kapı Kayası kadar ağırbaşlılığını uzun bir süre aklımdan çıkaramadım. 

Kır Hasan’nın evinin altındaki komşusu Tivrizler’in evleri Küçük Arkın (Abara)  üstündeydi. İki kardeştiler, Tivriz Ali ve Tivriz İmirze. Onlara Ağzıbüyükler de denirdi.

Ağzıbüyükler, Tencililerin (Dikkat, Tecirli değil) bir obası olarak bildirilmektedir. Bir Abdal grubu olan Tencililer Karabacak, Süzenli, Başıbüyükler, Kestelli, Menekarı, Hamzalar, İslameli ve Haytalı obalarından oluşmaktadır. Bunlara boyun ya da obanın zanaatkarları olarak bakılmaktadır. Türkiye’nin çeşitli yerlerine dağılmışlardır. Günümüzde Adana, Afyon, Ankara, Antalya, Bolu, Burdur, Çorum, Denizli, Isparta, İçel, Karaman, Kayseri, Kırıkkale, Kırşehir, Konya, Malatya, Muş, Nevşehir, Osmaniye, Tokat, Uşak ve Yozgat illerinde  yaşadıkları bildirilmektedir (32).

Osmaniye Abdalları yaz aylarında bizim köye yaylaya gelirlerdi. Öte Geçe’de,  Çayırlık’ta, Harmanyeri’nde ve köyün diğer boşluklarında çadır kurarlardı. Davul zurna çalarlar, sünnet yaparlar, toplarlar ve hep birlikte yerlerdi. Ortak bir yaşamları vardı. Sereserpe yatarlar, sereserpe kalkarlar, sereserpe sevişirler, sereserpe döğüşürlerdi zararsızca.

Abdallar’la ilgili çok güzel halkbilim öyküleri var, derlemeler var. Meraklıları bunları çeşitli kaynaklarda bulabilirler. Ne yazık ki bulamayacakları da vardır. Osmaniye’li ortaokul Türkçe öğretmeni can dostum Coşkun Seyhanlı’nın derlemeleri de bu kayıplardandır. Coşkun öğretmenin dağarcığı doluydu. Sayısızca öyküler derlemişti ya da içlerinde yaşarken öğrenmişti. Abdal öykülerini onların dillerinden ve onların ağızlarından anlatırdı. Kim bilir kaç kez ve kaç saatlerce dinlemiştim, dinlemiştik, şimdi anılarda kalan dostlarla birlikte.  Kendisine “Bunları mutlaka yaz. Yazmak zoruna gidiyorsa da kasetlere kaydet” derdim. O her defasında “Tamam” derdi. Ancak, Coşkun tamamlayamadı. Ecel elini çabuk tuttu. 

 Köyümüzde de Abdal öyküleri anlatılırdı. Cangoloslarla (33) ilgili olanları çok söylenir ve çok sevilirdi.  Benim aklımda da bir öykü kalmış. Anlatayım :

Göy Omar ağır başlı ve hatırlı bir adamdı. Abdallar’dan birisi çocuğuna davul öğretiyormuş. Çocuk da zor öğreniyormuş. Abdal çocuğuna kızmış ve o sırada  oradan geçmekte  ve sırtında kara kaputu ile Ceceli’nin dükkanına doğru ağır ağır yürümekte olan Göy Omar’ı arkadan göstererek “Sen bu gidişle adam olup da kırmızı kayışlı davul mu çalacaksın? Senin de aynın (34) şu giden zomzomunun (35) aynı olacak” demiş. 

Tivrizler’in yakını ve Ağzıbüyükler’den olan Poşo Mithat da davul çalardı. Bizim köyün Ağzıbüyükler’inin Tencililerin Ağzıbüyükler’i ile bir ilişkileri var mıydı acaba?  Bunu bilemiyorum ama pek sanmıyorum da. Ancak bu Tivriz sözcüğüne biraz takıldm ve bir kaynak taraması yaptım.

Çorum’da, Trabzon’da, Almanya-Hessen-Biblis’te, Yozgat’ta ve İzmir’de Tivriz soyadını taşıyan kişilerin kayıtlarıyla karşılaştım.

Bu sözcük, davası davam olan Köy Enstitüleri’ni ve Konya-Ereğli-İvriz Köy Enstitüsü’nü  de aklıma getirdi. Yeni adı İvriz Anadolu Öğretmen Lisesi olmuş. Yanlış anlamadıysam, köyün adını da Aydınkent olarak değiştirmişler. İvriz, yalnızca Hititler’e ait olduğu söylenen eski eserlerin adı olarak kalmış.  Bir aklı evvel büyüğümüz  böyle uygun görmüş olmalı. Öyle ya, köye kent adını vermek de az akıllının işi değildir, olamaz da.

Tivriz sözcüğü ile İvriz sözcüğünün bir bağlantısı olabileceğini düşündüm. İvriz’in ne anlama geldiğini araştırdım. Bir kaynakta “Soğuk su” anlamına geldiği bildirilmektedir (36).

Ünlü gezginimiz Evliya Çelebi (1611-1682) de yolu Tebriz’e düştükten sonra (Moğollar’ın Tebriz’e Tivris dediklerini, Dürri dilinde Tivriz, Dekhan dilinde Tabriz  ve esas Farisi dilinde de Tebriz denildiğini bildirmektedir (Cihat Aydoğmuşoğlu, Tarihte Tebriz, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, danışman Prof. Dr. Eşref Buharalı, ). Tahran Üniversitesi’nden Mohammad Javad MASHKOUR da bir makalesinde Tabriz’in sıtma dökücü anlamına geldiğini yazmaktadır (37).
Hikayet-i Aşık Efgan’da da, Aşık Efgan’nın Tivriz beginin oğlu olduğu yazılmaktadır ki buradaki Tivriz bizim bildiğimiz Tebriz’dir (38).

***
Kerzel bana göre, sevilerin ve sevdalıların mahallesidir. Esendere ile dipdibe ve kucak kucağa yaşayan, bilemedin 20-30 kadar ev vardır orada. Kerzel’in insanları Esendere’nin sesiyle yatarlar, uyurlar ve Esendere’nin sesiyle uyanırlar, onun çoskusu ile işlerine giderler. Hepsi tatlı dilli, güler yüzlüdürler, çocukluk aşkımın anası hariç. O gülmez, o kızar bana, azarlar beni ya da azarlar gibi sever beni. Ama ben yine de Çayırlık’tan ayrılmam, boş olduğum günler akşama kadar. Çevremde çömezlerim vardır, söğüt ağaçlarına bıçak atarım, hançer saplarım. Alamanya gurbetçisi ve Ericek sevdalısı Ali Kızıltepe çömezlerimden birisidir. Hançeri atarım söğütün gövdesine, saplanır. “Koş Ali, getir” derim. Ali hançeri getirir ve ben yine atarım. Oyun sürer gider. 

Çayırlık bir sürü yaşlı, kalın gövdeli ve güngörmüş söğüt ağaçları ile süslenmiş yemyeşil bir park gibiydi. Kerzel’in üst ucundadır. Esendere delilendiğinde, taşdığında ve koca koca taşları sürükleyerek taşıdığında Kerzelli’ler korkarlar, evleri taşıyacak yer ararlar. Ama sel gider, Esendere kalır ve Kerzelli’ler Esendere ile yaşamaya devam ederler yıllardır. Ne Esendere’nin hiddetine küserler ve ne de diğer Ericekliler gibi kavga ederler. Arkadaşım Deggil Ali’nin babası Koca Hasan’nın büyük oğlu ağzı var, dili yok Mehmet’in başına gelenleri saymazsak, Kerzel gerçekten de seviler ve sevdalılar mahallesidir. Kavga olmaz.

Karakaya’da, söğütlerin altına yatağa vurulan cor sürülerinin (39) sütlerini sağmak için Çayırlık’tan yukarı birer ikişer yola çıkar kuşluk vakti köyün kadınları, kızları. Kollarında sütü içine sağacakları satırları (40), sitilleri (41) ile ve elbette süslenmiş olarak. Kılıç Osman’nın dutlarının altında çimenler üzerinde, her gün heyecanla bekler onları köy delikanlıları. Sayıları üç beşi geçmeyen öğrenci olanların saçları taralı, olmayanların şapkaları yana yıkıktır. Öyle yamuk yapmak da yok, herkes kendi sevgilisine bakar. Yürekleri ağızlarında, kaş altından bir bakış ya da kaçamak bir gülüş beklerler. Bütün ödülleri de bu kadardır.

Bazen biz öğrenciler Çayırlık’ta toplanır, kendimize göre aydınca söyleşilerde bulunuruz. Amerika’nın Aya adam gönderdiğinden söz ederiz. Göy Halil’in büyük oğlu Molla emmi bize takılır. Amerikalılar için “Onların etmediği kalmadı. Şimdi de Aya gidip yukarıdan üstümüze sıçacaklar” diyerek hepimizi güldürür. Demek ki bizim Ericekli eğitmen eskisi, kalaycı ve muskacı Molla Kılıç emmi bile daha o zamandan biliyormuş Amerikalıların, canları istediği zaman hiç çekinmeden onun bunun üzerlerine sıçacaklarını.  

Molla emmi kalaycıdır. Köyün kaplarını kalaylar oğlu Çavuş ve Poşo ile birlikte. Evinde basit bir düzeneği vardır. Hatta komşu köylerden de kap kalaylatmaya gelenler olur. Özellikle eğitmenlik yaptığı Tombak köyünden gelir dış müşterileri. Kendisi, Abdi Çiçek ve  Ali Demirci ile birlikte köyümüzden çıkmış üç eğitmenden birisidir.

Taşla, sopayla savaşıp yedi düveli yendikten sonra, tırnağımızla toprağı kazarak kalkınma seferberliğine girdiğimiz yıllarda en önemli eğitim sorunu okuma yazma imiş.  Devlet askerliğini yapmış, okuma yazma bilen, tarım işleri ile uğraşan köylü gençlerini bir öğretim yılı süren kurslardan geçirerek sınavda başarılı olanlara eğitmenlik yetkisi vermiş. 11 haziran 1937 tarihinde kabul edilen 3238 sayılı Köy Eğitmenleri Kanunu “Nüfusları öğretmen gönderilmesine elverişli olmayan köylerin öğretim ve eğitim işlerini görmek, ziraat işlerinin fenni bir şekilde yapılması için köylere rehberlik etmek üzere köyde eğitmenler istihdam edilmesini” hükme bağlamış. Deneme niteliğindeki ilk eğitmen kursu 1936 Yılının Temmuz Ayında Eskişehir’in Mahmudiye köyünde açılmıştır. Daha sonra yaygınlaştırılan eğitmen kurslarının açıldığı yerlerin bir çoğu Köy Enstitülerinin de kuruluş yerleri olmuştur (42).

Ericekli üç eğitmen de Malatya Akçadağ’da kurs görmüşler. Daha sonra Akçadağ’da da bir Köy Enstitüsü açılmıştı. Kurs sonrası, Abdi Çiçek Ericek’te, Ali Demirci Kitiz’de (Sonradan Esence) ve Molla Kılıç da Tombak’ta görevlendirilmiş. Son ikisi görevi bırakmışlar, köylerine dönmüşler.  Molla Kılıç kalaycılığa, Ali Demirci de kardeşleri ile birlikte demirciliğe devam etmişler. Akıllı adamlar demek ki bunlar, devlet memurunun iflah olmayacağını daha o zaman anlamışlar! Hoş, demircilikten ve kalaycılıktan da bir şey çıkmamış ya.

Özellikle, Molla Kılıç cin gibi bir adamdı. Yüksek sesle konuşur ve herkese laf yetiştirirdi. Kısacık boyluydu. Yakışıklı da sayılmazdı. Ama, bir dünya güzeli, çakır gözlü, selvi dalı endamlı, yüzü hep gülen, konuşurken sesi insanın içini ısıtan Şefre bibi ile evliydi. Yani evlenirken de cinlik yapmış ve turnayı gözünden vurmuştu. Cinliğini köyde hastalara muska yazarak da sürdürürdü. Muskayı da kara tavuk kanı ile yazardı. Muska yazdıracakların kucağında kara tavukla gitmeleri gerekirdi. Söylendiğine göre, sofralarında her akşam tavuklu pilav yenirmiş. Bir gün  Arapça okur yazar birisi, belki de rakibi Demirci Ali ya da bir başkası “Getirin bakalım, ne var şu Molla’nın muskasında” diye bir muskayı açmış ve okumuş. Muskada “Baş ağrısı, diş ağrısı Göksun’un ötgel kağnısı (43)” yazılıymış.

O zamanlar en ileri taşıma aracı kağnılardı. Göksun ovasının bütün hizmetleri, öküzlerin ve camızların çektiği gacur gucur sesi bütün ovayı dolduran kağnılarla yürütülürdü. Mazıları sıkıştırılmış ve yağlanmış kağnıların ses tonları çiftçilerin itibar kaynakları idi. Gıcır gıcır ve ince ince öten kağnılar ve sahipleri küçümsenirdi. Kağnı dediğin gacur gucur, davudi bir sesle ötmeliydi.

Rahmetli Ali abim de bu işe özen gösterirdi. “Öteyüz tarladan sapı yükleyip çkınca, kağnımın sesini evin çardağında oturan anam duymalı” derdi. Kim bilir, edebinden anamı ad edip Kerzel’deki sevgilisini mi düşünüyordu acaba? Elbette kimse bilemez. Ama anam, Ali’nin kağnısının sesini duyar ve tanırdı. Bana da azığı verir harman yerine gönderirdi. Harman yerleri genellikle beri yüzde yani Öte Geçe’de ve köye daha yakın olurdu. Elimde azık harman yerine vardığımda her zamanki gibi gülerek “Nasıl Karaoğlan, kağnımın sesini duydunuz değil mi? Benim kağnım öyle Çerkes kağnısı gibi gıcır gıcır ötmez. Benim kağnımın sesi Berit Dağı’ndan yankılanır” derdi,  komşumuz Çerkes köyü Kamışcık’ın kağnılarını küçümseme ile kasdederek.

Bu psikoloji günümüzde de gençlerin araba kullanışlarında, müzik dinleyişlerinde, motosiklet binişlerinde ve  bitimsiz yollardaki kamyon şoförlerinin kornalarında da yaşayıp gider. Bu sonuncuları ve benzerlerini, Ali’nin ötgel kağnısı bağlamında düşününce insanın  “Ey hoşgörü!  Sen ne büyük bir nimetsin” diyeceği geliyor.

Kerzel mahallesinin evleri önündeki küçücük bahçelerinde kızlar, gelinler türlü türlü çiçekler yetiştirirler, kulak arkalarına ve saçlarına gül sokarlar, ağaçların altlarında ve örtmelerde toplaşırlar, kıkır kıkır gülüşürler.  Yüreğim taze, yüreğim acemi, göğsüme sığmaz olur. Çocukluk aşkı başka, dostlar başına. Daha çok yakışıyor aşka. Hem gökyüzü kadar uzakta, hem de elinizle burnunuza tutup kokladığınız çiçek kadar yakınınızdadır. Berit’in koyaklarındaki baytaran kadar el değmemiş ve örselenmemiştir. Yaşamayanları yaşamamış sayarım.

Belki, Koca Hasan’ın büyük oğlu Mehmet’in de böyle bir çocukluk aşkı vardı. Ona kimse bunu sormadı. Çocuk yaşta evliliğe zorlandı. Aynı evde kardeş gibi büyüdüğü amcasının yetim kızı ile karı-koca olması istendi, kulak kadar tarla için. Hem amcasının kızına, hem de tarlasına sahip olması düşünülmüştü. Mehmet’in isyanı, feryadı ve kıza elini bile değdiremediği dillerde anlatılırdı. Mehmet ne tarlaya, ne de kardeş gibi yanyana büyüdüğü emmi kızına, ikisine de sahip olamadı. Kız, Mehmet’ten umudunu kesince Uzun İmmetlerin oğlu Kel Ahmet’le kaçtı ve evlendi. Bölüşülemeyen miras, kavgaya döndü ve Mehmet bibisi oğlu Kel Ahmet’i vurdu. Ben Afşin’de ortaokuldaydım. Kerzel’e kan düştü. Esendere, Ahmet’in kırmızı saçlı anası Kır Irahma ile birlikte bir daha ağladı. Ağıdı, Hürü Koco (Gökçe) ’dan aldım.

KEL AHMET’İN AĞIDI

Öküzü tarlası batsın
Battı evimin güneşi
Zeynep şimdi kimle yatsın
Alkanlar içinde eşi

Gelininin karnı yüklü
Çocuk babasız doğacak
Gözü yaş burnu sümüklü
Onu kimler avutacak

Bir’Ahmet’im bire koçum
Seni doğurmak mı suçum
Canını ataşa attın
Üç beş bölük tarla uçun (44)

Gençliğinin zoruyunan
Onun bunun şoruyunan (45)
Elin alına kapıldın
Bir yetimcik  karıyınan

Koca Hasan gardaşımız
Hem akraba hem hısımız
Aramıza bir kan düştü
Nasıl yüzyüze bakarız

Kel Ahmet’im del’Ahmet’im
Gözüm yaşı sel Ahmet’im
İçim yanar tandır gibi
Nasıl bilsin el Ahmet’im

Benden bir kaç yaş  büyük olan Kel Ahmet’in ağıdını yazarken, Seferler’in Misiriyel Ahmet’in vuruluşu geldi gözümün önüne. Oradaydım çünkü. Her iki Ahmet de kendilerini vuranların evlerine baskın yapmışlardı. Kel Ahmet, evine baskın yaptığı Koca Hasan’nın oğlu Mehmet tarafından Koca Hasan’ın merdiveninde vuruldu. Misiriyel Ahmet de Kürt Hasan Hanifi’nin evine baskın yaparken, Hanifi’nin evinin önünde kurşunlandı.  

Ben ve bir kaç çocuk Kenan Kadir’in damının üstünde oynuyorduk. Bir de baktık ki Seferler  uşağı 5-6 kişi bağırarak, küfrederek Hanifi’nin evine doğru koşuyorlar. Sefer Ali’nin oğlu Osman, Hacı, Götü Kara Mehmet, Kara Kirtik ve emmilerinin oğlu Misiriel Ahmet seçebildiklerimdi. Küçük Arkı yukarı geçince silahlar patlamaya başladı. Hanifi herhalde evinin içinden, eve doğru gelenlere ateş ediyordu. Derken, “Vuruldum” diye bir ses yükseldi. Seferler uşağı Misiriyel Ahmet’e doğru koştular. Kadınların çığlıkları, çocukların bağırışları ve köpek havlamaları köyün içini doldurdu. Misiriyel Ahmet’in kollarına girdiler ve evlerine doğru götürmeye başladılar. Ahmet’in şapkası başından düşmüştü. Sağ eli, sol göğsünün üzerinde, kanlar içinde yarasını tutuyordu.

Sonradan öğrendik. Hanifi, Ahmet’i sol göğsünden ve kalbin üzerinden vurmuştu. Kurşun önden girmiş, arkadan çıkmıştı. Misiriyel Ahmet ölmedi. Misiriyel Ahmet hiç evlenmedi de. Köyde kimin biraz evlilik yaşı geçerse, onun için “Misiriyel Ahmet gibi evde kalacak” denirdi.

Seferler Sefer Köse, Sefer Ali, Sefer Yusuf (Kurtyemez Yusuf) ve Sefer Kara kardeşler ve bunların üçer beşer oğlan çocukları ile kalabalık ve kendilerinden çekinilen bir aile topluluğu idi. Başları da epey belaya girdi. Örneğin, iyi ki ölmediler, ama Sefer Ali’nin oğlu Osman’ı Kara Ahmet’in oğlu Kara Mehmet ve bir başka oğlu Kara Kirtik’i de Kör Veli vurdu.  Kışlanın Ardı tarlamızın alt tarafında, Sarıyeri’nde, fasulye tarlaları içinde Osman’nın vuruluşunu da seyretmiştim uzaktan.

Ayrıca, yine Sefer Ali’nin yaşıtım sayılabilecek küçük oğlu Sefer de, cinsel güdülerle değil, yalnızca öç almak amacı ile küçücük bir kızın, hem de abisi Osman’ı vuranların değil de onların bir yakınlarının el kadar masum bir kız çocuğunun, zor kullanarak elleriyle kızlığını bozdu. Uzun yıllar da hapis yattı.  Neye yarar ve neyi tamir eder ki?

Doğrusu, ben uzun yıllardır düşündüğüm ve planladığım bu kitabı yazmaya başlamadan önce, bu işin beni zaman zaman bu kadar üzeceğini ve yüreğimi yoracağını akıl edememiştim. Ancak, şimdi olduğu gibi, sık sık gözlerim doluyor ve göğsüm sıkışıyor. Çünkü ben bu olayları, TV ekranlarında ve gazete sayfalarında görüp geçildiği gibi günümüz duyarsızlığı içinde görüp geçirmedim. Bu olayların içinde yaşadım. O kızın anasının ağlayışlarını gördüm, babasının kenara çekilip söğüt ağaçlarının altında ve başı ellerinin arasında kimsesiz ve sessizce gözyaşyaları ile göğsünü ıslattığını gördüm.

Başka şeyler de gördüm. Gelinler, kızlar, avratlar vardı. Öte Geçe’ye, Öteyüze, Hopur’a, Evicinin Yazı’ya, Püren’e, Kepir’e azık götürürlerdi kocalarına, kardeşlerine, çocuklarına. Ekime , dikime, çapaya, yolmaya, deste dermeye giderlerdi tarlaya, bahçeye, yabana, yazıya. Bunlar arasında da benzer saldırılara, hakaretlere uğrayanları  gördüm, duydum ve yaşadım. Sırf hakaret olsun diye “Falan kişi, filan kişinin avradınının, kızının ya da gelininin başına çökmüş, yolunu kesmiş, fistanını yırtmış”  vb türden olaylar da yaşanıyordu ara sıra.

Bu gün ve bu yaşta, hiç birini bir diğerinden ayıramadığım köylülerimle ilgili olayları yazarken bazen Denemeler’in ünlü Fransız yazarı Michel de Montaigne’nin (1533-1592) “Bir insanda bütün insanlar yaşar” özdeyişinin ne kadar haklı, doğru ve ders alınası bir değer taşıdığını düşünüyorum. “İnsan bir ekine misal-Seni eken biçer bir gün” diyen Karacaoğlan’dan biraz farklı bir biçimde “İnsanlar aslı gibidir-Toprağın ta kendisidir-Ne ekersen o biçilir-Gerisi boş söylentidir” diyorum.

***

Köyümdeki ad ve takma adların izlerini sürmeye devam ediyorum. Bir mahalleye ad olan Kerzel sözcüğü takılıyor kafama önce. Ne demek Kerzel diye düşünüyorum. Bir şeye benzetemiyorum. Sözlükleri karıştırıyorum, ansiklopedilere bakıyorum, internete giriyorum. Pek bir şey bulamıyorum.

Bir yerde,  Kerzel değil ama bir harf eksiği ile yani sözcüğün sonundaki (L) harfinin eksiği ile Kerze diye bir sözcükle karşılaşıyorum (46). Kerze, bir aydınlık ölçüsü olup 50 mm yüksekliğinde bir alev ile yanan parafin mumunun verdiği aydınlık olarak açıklanmaktadır. Bizim Kerzel ile Kerze arasında bir bağlantı kurmakta güçlük çekiyorum. Bir yorum yapamıyorum.

Kerzel sözcüğü daha çok da yabancı adlar, daha doğrusu soyadlar olarak karşıma çıkıyor. Örneğin Cenevre’de Prof. Dirk Kerzel ya da Ulrich Kerzel gibi. Böyle pek çok örnekler var. Ancak, bütün bu Kerzeller ile bizim Kerzel arasında bir ilişki kuramıyorum.

Daha yakın bir örnekle, Adıyaman’nın Gerger ilçesinde karşılaşıyorum. Gerger’in Yağmurlu köyünde Despal, Kelazin ve Kerzel diye üç adet mahalle adı geçiyor (47).  Eh, Adıyaman bize uzak değil diyorum ve Kerzel’in yakasını bırakarak Kerzelli’lere geliyorum.

Kerzel’li Kula Durdu’nun Manisa’nın Kula ilçesinden olmadığını biliyorum. Ancak, boz ile kızıl arası at rengi anlamına gelen bu sözcüğün bizim köye nasıl girmiş olacağını bilemiyorum.

Kerzel’in önder kişisi Omuk Ceceli idi. Dükkanı vardı. Şapkası başından neredeyse düşecek kadar çok yana yıkıktı. Yüksek sesle konuşurdu. Yaşil Kaye’nin kızı Sultan Karı ile evliydi ve önce bir tek kız çocukları vardı. Ama, Omuk Ceceli sonradan avradı iki etti. Başka çocukları da oldu.

Ben, omuk sözcüğü ile yamuk sözcüğünü hep bir arada anımsarım. Bana sanki, omuk adam omasından yamuk adam demekmiş gibi gelir. Omuk Ceceli’nin böyle bir yamukluğu yoktu.
Omuk Omar, Omuk İbiş ve diğer aile bireylerinde de omasından yamuk olan kimse yoktu. Bilemiyorum, belki eskiden varmıştır. Yalnız, Omuk Ceceli muhtarlık yaptığı ve ticaretle de uğraştığı için başka yamukları olabilir. Onlara da aklım ermez.

Omuk sözcüğü için de bir kaynak araştırması yaptım. Omuk, Eskimo dilinde yumurta anlamına geliyor. Saha (Yakutistan) Cumhuriyet’inde bir siyasi hareketin adı olarak geçiyor ve Saha Omuk, Yakut Milleti anlamında kullanılıyor (48). Türkolog N. V. Yemelyanov Yakut Atasözleri ve Deyimlerinin Kökeni adlı çalışmasında “Kııs oğo-omuk anala yani kız akraba olmayanlara tahsistir” anlamında bir atasözü de bulunuyor (49). Edindiğim bilgilere göre, omuk sözcüğünün Turan Dillerinde halk, millet anlamına geldiği yaygın bir görüş olarak ortaya çıkmaktadır.

Köyümüzde bana  en ilginç gelen sözcüklerden birisi ve belki de birincisi Misiriel Ahmet’in takma adıdır. Misiriel sözcüğünü söyleniş ve sonek açısından bazı Fransızca sözcüklere benzetiyorum. Yalnızca bir benzetme. Zavallı Misiriel Ahmet’in Fransa ve Fransızca ile elbette bir ilgisi olabileceğini düşünemem. Düşünemem ama, böyle ilginç bir takma adın nasıl verildiğini, açıklayamasam bile, merak etmekten de kendimi alamıyorum. 

***

Bu satırları yazarken, Barack Obama’nın Babamdan Hayaller adlı kitabını okuyordum (50). Kitabın kapağında “Irk ve kimlik mirasının öyküsü” yazılıydı. Kitap böyle sunuluyordu. Kitabın ilerleyen bir yerinde Obama, ilk kez anayurdu ve baba ocağı Kenya’ya gidişini ve bu yolculuğun sonunda Kenyatta Uluslararası Havaalanı’nda karşılaştığı bir olayı anlatır.

Obama, uçaktan indiğinde valizi gelmemiştir, kaybolmuştur. İhtimal bir sonraki uçuş menzili olan Johannesburg’a gitmiştir. Kendisini Bayan Omoro diye tanıtan esmer ve göz alıcı güzellikte bir British Airways görevlisi, Obama’dan kayıp eşyası için bir form doldurmasını ister. Obama formu doldurur, bayana verir. Bayan forma şöyle bir göz atar ve “Dr. Obama’yla herhangi bir şekilde bir bağlantınız olamaz, değl mi?” diye sorar. Barack Obama “Şey, evet babamdı” der. Sonra Bayan Omoro, sempatik bir biçimde gülümser “Ölmesine çok üzüldüm. Babanız ailemin yakın dostuydu. Ben çocukken evimize sık sık gelirdi” diye ekler.

Bunun üzerine Barack Obama ile Bayan Omoro aralarında ılık bir sohbete girişirler ve 4 Kasım 2008 Tarihinde yapılan Başkanlık Seçimi’nde ABD’nin 44. Devlet Başkanlığı’na seçilen Barack Obama kitabına şu notu düşer : “Hayatımda ilk defa, bir ismin sağlayabileceği rahatlığı, kimliğin dayanıklılığını hissettim ve  diğer insanların hatıralarında nasıl da bütün bir tarihi taşıyabileceğini gördüm. O insanların başlarını sallayarak (A, sen busun ve bunun oğlusun) demeleri ile duygulandım. Kenya’da hiç kimse ismimin nasıl telaffuz edildiğini sormadı ya da alışılmadık bir dille onu bozmadı”.

Yazgımızdır, adlarımızı biz vurmayız. Doğarız bir toplumun ve bir geleneğin içine ve adımız bizi bu topluma, bu toplumun geleneğine, göreneğine, diline ve dinine çivi gibi çakar. Bizi bize, büyüklerimize, toplumumuza, arkadaşlarımıza, dost ve düşmanlarımıza anlatır ve açıklar. 

Bu konuda pek çoğumuzun, köyden kente, ilden ile, semtten semte göçebe gibi yaşadığımız kendi topraklarımızda bile içimizi burkan, yüreğimizi kanatan garipliklerin ve dışlanmışlıkların  ya da yüzümüze, gözünün içi gülen ılık ılık bakışların sayısız anıları vardır. Adlarını, Gurbetçiler koyduğumuz yine pek çok insanımızın da yurtdışı maceralarının geride bıraktığı acılı, sancılı ve bazen de yürek ısıtan yığınla yaşanmışlıkları bulunmaktadır.

Benim de çoğu insan gibi bu tür anılarım ve yaşanmışlıklarım vardır. Yeri gelmişken, hazır addan ve sandan söz açılmışken, bunlardan birisini anlatmak isterim.

Ben Gaziantep Lisesi ikinci sınıftaydım, babam da Elbistan Cezaevi’ndeydi ve yargılanmaktaydı (1960). Okullar yaz tatiline girdi, kapandı ve cumartesi günü öğleden sonra biz yatılı öğrenciler de serbest kaldık. O yıllarda, cumartesi günleri yarım gün olarak saat 13.00’e kadar  resmi iş günü ya da çalışma günüydü.

Yine o yıllarda ve o saatten sonra Gaziantep’ten Maraş’a (Maraş’a Kahramanlık ünvanı 7 Şubat 1973 Tarihinde verilmiştir), oradan da Ericek’e gitmek hemen hemen olanaksızdı. Ama, benim duracak halim yoktu. Yuvamız bir yangın yeri gibiydi, ailemin üzerinden bir silindir geçmişti, babamın duruşması vardı ve bekleyemezdim. Koreli Ecevit’ten satın aldığımız aliminyumdan yapılmış asker bavulumu salladım sırtıma aldım, çıktım yola.

 O zaman Gaziantep-Maraş yolu Başkarakol’dan yani bizim lisenin önünden geçerdi. Tek tük araba geçiyordu yoldan. Her geçene el kaldırıyordum. Duran yoktu, soran yoktu nereye gitmek istediğimi. Gün sallandı, gün ikindi oldu. Gözlerim doldu, ağlamaya başladım için için ve yine de yolu kollayarak. Bir kamyon geldi, durdu önümde, ben el kaldırmadan. Bir çocuk indi kamyondan, muavin. Koşarak biz öğrencilerin de alış-veriş yaptığımız Bakkal Yaşar’a gitti ve elinde bir paketle, sanıyorum sigara paketiyle döndü. Fırsatı kaçıramazdım. Yalvarırcasına yaklaştım şoföre. Derdimi anlattım. Kır bıyıklı, iriyarı ve kasketli bir adamdı. “Geç arkaya” dedi. Dünyalar benim olmuştu. Kamyonun sırtına çıktım ve içlerinde ne olduğunu bilmediğim çuvalların üstüne, bavulumu da düşmesin diye sıkıca tutarak oturdum. Yayla gibi geldi bana.

Kamyon harıl gürül düştü yola ve önce aldırmadım yüzüme vuran rüzgara. Hatta koyun, kuzu güderken Berit Dağı’nda esen yellere benzettim bunu ve hoşuma bile gitti. Ama güneş batınca, suratıma suratıma çarpan rüzgarla tırnaklarıma kadar titredim. Olsun. Dayandım ve Maraş’a geldim. Bu, o kadar iyi gelmişti ki bana, sanki buradan artık Ahır Dağı’nı aşar ve yürüyerek anama ulaşırmışım gibi bir iyimserlik içine girdim ve gerçeği görmemeye çalıştım.

Oysa, gerçek öyle değildi. Elimde bavulla, Ahır Dağı’nı aşıp Resul Omar gibi, yaya olarak yaklaşık 60-70 km yolu bir gecede yürüyemez ve köyüme ulaşamazdım. Araba aramaya başladım. Sormadığım kimse kalmadı. Bulamadım. Burnumu tutsan canım çıkacaktı. Ortalık sakinleşmeye ve sessizleşmeye başladı. Orta yerde kaldım. Aslında, otele verecek kadar yeterli param da yoktu. Öyle çaresizdim ki gücüm yetseydi hiddetimden bütün Maraş’ı yakacaktım.

Bir taksi şoförüne rastladım ve sordum. “Batı Park’a git” dedi. Orada Göksun, Afşin, Elbistan ya da Kayseri tarafına giden kamyonlar bulabileceğimi söyledi. Batı Park bulunduğumuz yere çok uzaktı. Ama taksicinin arabasına binmedim, binemedim. Yürüdüm, Batı Park’a vardım. Sağıma soluma bakındım. Neredeyse, kimsecikler yoktu. Yalnızca, biraz ileride ve yolun üstünde bir kamyon vardı, yüklü. Yükü boyundan iki kat yüksek. Umutla yaklaştım kamyona. Ne şoför vardı, ne muavin. Yolu gözlemeye başladım. Derken, aradan biryerden vacur vucur yüksek sesle konuşarak üç kişi çıkıp geldi ve kamyona yanaştılar. Hemen koştum yanlarına. Derdimi anlattım. Yüzüme bile bakmadılar. Boynumu büktüm. Kamyonun kapılarını açıp binerlerken içlerinden birisi geri döndü “Ne demiştin sen” dedi, “Hangi köye  gidiyordun”. “Ericek” diye yineledim biraz çekinerek.

Çünkü, o yıllarda Ericek’in adı çok yamandı. Okulla, okuyanla anılmazdı. Vurdu-kırdıyla, silahla, hapishaneyle anılırdı. Ericekli kim, okumak ya da okullu kim. Yanyana bile düşünülemezdi.

Sonradan sarı bıyıklı, sarı saçlı, şişmanca ve yaklaşık babam yaşında olduğunu gördüğüm bu adam “Sen Ericek’ten kimin oğlusun” diye sordu. “Resul Omar’ın” dedim daha bir dik durarak. Adam, öbürlerine döndü ve aralarında Çeçence bir şeyler konuştular. Sonra adam bana döndü ve “Sen bizim kızı iki kere kaçıran Resul Ömer’in oğlusun, öyle mi?” dedi üzerine basarak ve sertçe. İrkildim, bir adım geri attım. Cebimi yokladım. Daha ortaokuldayken Afşin’de yaptırdığım ve dolma kalem gibi iç cebimde taşıdığım kara saplı bıçak yerindeydi. “Bizim kızdan mısın” diye sordu. Anladım, Asiye anamı kastediyordu. Elim iç cebimde, bıçağın sapında, mesafeli bir biçimde ve biraz da sertçe  “Hayır” dedim. 

Adam “Ne kızıyorsun yahu, Ömer Ağa benim dostumdur, gel bakalım” dedi bu sefer, sevecen ve koruyucu bir sesle. Korktuğumu kendime yediremedim ve gittim. Üç kişilik şoför mahalline beni de sıkıştırdılar. Solda şoför, onun yanında biri zayıf diğeri iri iki adam ve en sağda da cama yapışır gibi oturan ben vardım. Bavulumu da kamyonun tepesine attılar ve sapından sıkıca bağladılar.

Belki de tedirginliğim ve gerginliğim adamı etkilemişti. Yol boyunca bana fazla bir şey sormadı ve benimle çok konuşmadı. Kendi aralarında ve hep Çeçence konuştular. Zaman zaman da uyukladılar. Ben gözümü hiç kırpmadım. Aramızda kesik kesik, çok kısa konuşmalar geçti. Bu konuşmalardan, beni kamyona alan o iriyarı adamın Gücük (Küçüksu) köyünden ve bu köyden adını daha önce bildiğim Dabı Musalar’ın akrabalarından olduğunu öğrendim.

Gücük, Göksun’un Çardak’la birlikte iki Çeçen köyünden birisidir. O zamanki Göksun-Elbistan yolu üzerinde, dağın dibinde, kavak ve çeşitli meyve ağaçlarının içine bir süs gibi dağılmış, çinko çatılı ve beyaz toprak sıvalı evleriyle görenleri kendine hayran bırakan bir güzel köydü. Bu köye, daha ilkokuldayken küçük kardeşim Hacı (Gökhan) ile bir kış günü karların içinde düşe kalka,  bizimle ortak hayvancılık yapan Dabı Musalar’a gitmiştik. Fındık köyü ile Gücük köyü arasındaki Çamiçi mevkiinde, giderken kar fırtınasına tutulmuş ve sis içinde kalmıştık. Yolumuzu kaybedip donmaktan zor kurtulmuştuk. Karların donduğu, yüzlediği (51) ve ışıl ışıl gözümüzü kamaştırdığı güneşli bir günün sabahında köyümüze geri dönerken de kar gibi iki beyaz çoban köpeğinin saldırısına uğramıştık. Onlardan da zor kurtulmuştuk. Bu maceralı yolculuk iki gün sürmüştü. Yaşadığımız kar fırtınasını, çoban köpeklerinin saldırısını, rahmetli Dabı Musa’nın evinde gördüğüm ve bizim çocuk yaşımıza çok fazla gelen ilgi ve iltifatını hiç unutamadım. Ayrıca, Gücük köyü ile ilgili başka bir şeyi de hiç unutamadım.  Benzeri bizim köyde olmayan, düzgün yapılmış bir çeşmenin oluğundan kovalarına su dolduran beyaz tenli, sarı saçlı ve bal renkli gözlerinin içi gülen, benim gibi çocuk yaştaki Çeçen kızları da hiç aklımdan çıkmadı doğrusu.

Bu kamyonla yolculuğumuzun, bendeki geçmişten kalan anısı işte böyle olan Gücük köyünde biteceği anlaşılmıştı. Kamyonun farlarının ışıttığı yerden başka hiç bir şeyin görülmediği kör karanlıkta, daha sonra ne yapacağımı düşüne düşüne, Berit Dağı’na ve Elbistan Ovası’na sığmayan ve şimdi daracık bir kaba konmuş olan koca babamla kebap yediğimiz Avrat Oluğu’nu geçtik. Yüreğime yangın düştü. Canım çekildi, tepeme çıktı. Ama, canım çıkmadı. Babamın bir ziyaretimde söylediklerini anımsadım. Güçlendim. Tam Namık Kemal gibi değildi elbette, ama o anlamdaydı söyledikleri. Daha ortaokuldayken öğrenmiştim, Namık Kemal’in Magosa Zindanı’dan haykırışını. “Merkez-i hake atsalar da bizi-Kürre-i arzı patlatır çıkarız” diyordu Namık Kemal. Omar Ağa da kendince dile getiriyordu duygularını ve “Çıkacağım burdan. Kara gün kararıp kalmaz. Öyle bir anıracağım ki Elbistan Ovası’nın arpası yetmez. Göreceksin Kara Osman’ım, korkma” diyordu bana. Babama güveniyordum. Ona yaraşır bir oğul olmalıydım. Toparlandım. 

Sonra, Tecirli’nin ağıdında geçen Kurucaova’dan Saraycık Beli’ne, kamyonun iniltileriyle tırmandık. Belin üstünde istem dışı, düşüncesizce, kendiliğinden boynum sağa döndü. Gündüz geçişlerimden biliyordum. Şimdi karanlıkta görünmüyordu ama, gündüzleri buradan geçerken Berit Dağı görünürdü. Morun Yatağı’nın üstündeki geyik göbeği kokulu yamaç, Yedi Kardeş’in yukarısındaki kuzu güttüğüm koyaklı kayalar ve Oğlak Kayası görünürdü. Cama alnımı dayadım ve ağladım.

Gücük’e geldik. Kamyon, horultular çıkararak durdu. Etrafıma bir bakındım ve müthiş heyecanlandım. Kamyon, daha önce, sarı saçlı kızların oluklarından kovalarına su doldururken gördüğüm çeşmenin önünde durmuştu. O günü anımsadım. Kafamdaki düğüm çözüldü. Bu ana kadar geceyi Dabı Musalar’da da geçirebileceğim gibi bir düşüncem de vardı. Ama artık silinmişti. Çamiçi’nden geçerek şimdi yapacağım yolculuk, geçmişte yaptığım yolculuktan daha zor ve daha tehlikeli olmayacaktı.

Bavulumu istedim. Muavin verdi. Sarı bıyıklı iri yarı adam “Bu saatte bu yoldan hiç bir araba geçmez. Haydi, bize gidiyoruz. Sabah olunca yola çıkar, gidersin” dedi gayet olağan, doğal bir ses tonuyla ve dediğinin yapılacağından emin bir hava içinde. Saat yaklaşık gecenin ikisi, üçü olabilirdi. “Sağol” dedim ve Ericek yönünde karanlığın içine doğru büyük bir özgüvenle yürümeye başladım. Adam şaşırmış gibiydi. “Yahu, sen ne yapyorsun, deli misin, nasıl gidersin böyle, daha 3-4 saatlik yol var. Bu karanlıkta  ne olur, ne olmaz. Haydi gel” diye  bana doğru bir iki adım atarak çıkıştı. Ben yarı arkama bakarak “Bana bir şey olmaz” dedim. İlerliyordum. Aramıza artık karanlık girmişti. Adam, çaresiz ve bir örtülü rahatlama içinde “Belli, babasının oğlu” dedi  ve  sevecenlikle “Git, git de köpekler çıkabilir yoluna. Bari eline bir sopa al” diye ekledi. Şimdi, biraz mahcubiyet duyduğum bir gururla yanıt verdim: “Hançerim var yanımda”. Havalı olsun diye bıçak değil, hançer demeyi yeğlemiştim.

Güçlükle  taşıdığım bavulumu el değiştirerek ve her el değiştirmede diğer tarafa yamularak Gücük’ü çıktım ve Çamiçi’ne girdim. Hava güzel ve serindi. Ne sıcak, ne de soğuktu. Ben yükümden dolayı terlemiştim. Ancak, artık bu ıssızlıktan ve buradan ilk geçtiğim günkü gibi korkmuyordum. Çocuk aklımın bir ucunda duran “Ya Çeçenler, babam kızlarını iki kere kaçırdığı için, intikam duygusuyla arkamdan gelirlerse” korkusu da artık bitmişti. Arkamdan gelen yoktu. Karanlıkta türkü de çağırmıyordum. Ses, tehlikeleri davet ederdi çünkü. Gümüş anam öğretmişti bunu. “Ürmesini bilmeyen it, sürüye getirir kurt”derdi.

Dolayısıyla, ayak seslerimi dinleyerek ve hiç ses çıkarmadan yürüyordum. Orman uykuya dalmıştı. Ara sıra, küçük çıtırtılar geliyordu kulağıma. Bazen pırt diye uçan bir kuşun kanat sesi ve bazen de ağaçlardan düşen bir dal ya da kozalak sesi ile ürperiyordum. Çamiçi’ni çıkınca, karanlıkta görünmese bile, çukurdaki Fındık köyünün orada ve yakınımda olduğunu hissetmem ve düşünmem bir an için rahatlattı beni. Ama, bu rahatlama çok sürmedi. Tek tük köpek havlamaları duydum. Önlem almaya çalıştım. Karanlıkta el yordamı ile üç, beş taş topladım ve cebime koydum. Bıçağımı yokladım, yerinde mi diye ve sessizce yürümeye devam ettim, yamaçtan aşağıya doğru. Köyün alt ucundaki köprüyü geçtim, yokuşu tırmandım. Yolun solundaki küçük bakkal dükkanının önündeki sekiye çıktım. Burayı daha önceki gelip, geçişlerimden biliyordum. Burada bir çeşme, bir dut ağacı ve bir de bu bakkal dükkanı vardı. Hem biraz soluklanmak ve hem de çevreyi kollamak istedim.

Fındık, bir Çerkez köyüdür. Bildiğim kadarı ile Çerkez köylerinde, hayvancılığı daha ileri olan   bizim Türk köylerindeki gibi iri ve saldırgan köpekler olmuyordu. Ayrıca, yol da köyün kıyısından geçiyordu. Bunları düşündüm ve biraz daha rahatladım. Ancak bir endişem vardı. Yine buradan eski geçişlerimden bilirdim.  Ericek yönüne doğru Fındık köyünü çıkınca, köyün dışında, sağ aşağıda, derenin içinde iki ya da üç adet Kürt evleri vardı. Bu damların çevresinde uzaktan koyun sürüleri görülür ve köpek havlamaları duyulurdu. Bu damlarla, benim geçeceğim yol arasında yaklaşık 500-700 metre mesafe vardı. Köpeklerin ikisi, üçü bir araya gelirse, bazen böyle uzak mesafelere kadar da saldırabilirlerdi. Onun için çıtırtı çıkarmamaya dikkat etmeliydim. 

Bu düşüncelerle bakkal dükkanının önündeki sekiden indim ve hafifçe yükselerek uzayıp giden yola koyuldum. Derenin içindeki köpekli Kürt evlerinin hizalarını da tehlikesizce geçtim. Korkmaz köyüne aşan gediğe gelince, köyümün arkasındaki Livlik Dağı’nın üstünden şafak söküyordu. Ortalık çarkıtlanmıştı (52). Köye daha 7-8 km yol vardı. Ancak, yolculuğun sonuna gelmiş sayılırdım. Rahatladım. Yolun kenarına oturdum ve uzandım. Uyumuşum. Güneş yüzümü, gözümü yalarken uyandım. Kendimi yorgun değil daha da güçlü hissederek yeniden yola koyuldum.

Yoldan yaklaşık bir km. kadar sağda ve dağın dibinde olan Korkmaz köyü de bir Çerkez köyüdür. Babam, ortaokuldayken beni bu köye bir düğüne göndermişti. Burada Yusuf Alkan ve Refik Bozkurt adında iki de okul arkadaşım vardı. Korkmaz’ın kızları güzel olurdu. Bizim köylüler, bizimkilere göre daha açık giyinişli, daha açık renkli, sarı saçlı Çeçen ve Çerkez kızlarına ilgi duyuyorlardı. Gani dayım (Gani Kızıltepe) kağnı ile bir gelin getirmişti bu köyden. Çerkezler gelinleri kağnı ile alırlar, götürürlerdi. Oysa, biz ata bindirirdik. Gelinlerin kağnıya binmelerini küçümserdim. Bu düşüncem şimdi de değişmedi. Şanno emmim (Şanno Tatar) de bu köyden bir kız kaçırma macerası yaşadı. Kaçıramadı. Biraz hapis yattı. Bundan daha önce söz etmiştim. Babamın yalancı şahitliği ve omuz vemesi sayesinde kurtuldu. O yıllarda, Korkmaz’da güzelliği ile ünlenmiş ve bu yüzden adı Yarım Dünya’ya çıkmış bir kız vardı. O düğünde, benden bir kaç yaş büyük olan bu kızı da görmüştüm. Biz Ericekliler Karacaoğlan gönüllüyüzdür. Gördüğümüz her güzele tutuluruz.

Korkmaz-Çardak yol kavşağını geçer geçmez arkamdan bir adam yetişti. Yol dikleşmişti ve ben tısıl tısıl bavulumu taşıyarak ilerliyordum. Adam beni üç beş adım geçti ve sonra durdu. Nerden gelip, nereye gittiğimi sordu. Anlattım. Biraz şaşkınca “Demek Ericeklisin” dedi. Adam haklıydı. Okumak kim, Ericekli kim? Ericekli okumazdı çünkü. Sonra, biraz daha merakla kimin oğlu olduğumu sordu. Söyledim. Elinde bir değnek vardı. Geri döndü, yanıma yaklaştı, değneğin ucunu bana doğru uzattı, “Tut bakalım” dedi. Şaşırdım. Yardım etti. Değneği bavulun sapından geçirdi, bir ucunu bana verdi ve diğer ucundan da kendisi tuttu. “Haydi yürü” dedi. Çardak’a kadar hem konuştuk, hem yürüdük. Hiç yorgunluk duymadım. Babamı tanıyordu, başımıza gelenleri de duymuştu.

Güreşçiymiş, bir düğünde bizim köye güreşe gelmiş. Tarif ettiğine göre, Çayırlık’ta düğün sonu güreşine soyunmuş. O yıllarda, ünü çok yayılmış olan ve sonradan öğrendiğime göre Sofya’da ağır sıklette dünya beşinciliği bulunan pehlivan Hamit Aslan da Korkmazlıydı. Yani, Korkmazlı Çerkezlerden iyi güreşçiler de çıkıyordu. Çerkezlerin geldikleri anayurtlarında da bu tür güreş geleneği var mıydı, yoksa bu gelenekle burada mı tanıştılar ve  uyum sağladılar, bilemiyorum. Kafkasgil topluluklardan yalnız komşu Çerkez köylerinde değil, Çeçen köylerinde de ünlü güreşçiler vardı. Çardaklı Saadettin, Gücüklü Abdullah da bunlardandı.

Güzün kurulurdu düğünler Ericek’te. O zamanlar, herkesin haline göre bir günlük, üç günlük, beş günlük ya da bir haftalık düğünler kurulurdu.  Düğünlerin son gününde, komşu köylerden de gelen güreşçilerle birlikte (Düğün Şalvarı) için güreş yarışları yapılırdı. Bu yarışlarda Ericekliler şalvarın başka köye gitmesini içlerine sindiremezlerdi, kendilerine yediremezlerdi. Bu yüzden sık sık niza da çıkarırlardı. İşte, böyle bir düğünde bugünkü yol arkadaşım bizim köylüyü yıkmış, şalvarı da hak etmiş. Ancak Ericeklilerin Ericekliliği tutmuş. Olmadı, demişler. Çocuk dili ile söylersek zıllımışlar. Karışıklık çıkmış. Ericekliler, Korkmazlıları sıkıştırmışlar, üzerlerine yürümüşler. Adamın söylediğine göre, imdatlarına babam yetişmiş. Koca köyü susturmuş ve işi tatlıya bağlamış. “Gözleri ateş saçan, dağ gibi heybetli adamdı. O gün için Allah razı olsun, şimdi de Allah kurtarsın” dedi, sözü bağladı ve ortak yolculuğu da bitirdi. Adamla Çardak’ta yolumuz ayrıldı.

 Ericek’e girişte, Bilbilcik’te, mezarlıkta bir süre oturdum. Ali’nin başucunda ağladım ve elham okudum. Köye baktım. Evimize baktım. Bir zamanlar, evin çardağından çakmak çakmak çakır gözlerini kısarak, tatil günlerinde Bilbilcik’ten her çıkıp gelen yolcuya “Bu Osman mıdır” diye umutla yoluma bakıp gözleyen ve şimdi canı da, bedeni de incir çekirdeğinin içine sıkışmış olan hapisteki babamı düşündüm. İki eli iki koynunda kalan anamı düşündüm. Berit’e baktım. Kapıkayası’nda karların üzerinde güneş parlıyordu. Kolumu uzatsam Ali’nin, daha geçen yaz Alman filintası omuzunda, birlikte ur kekliklerini uçurduğumuz kayalıklardan elimi tutacakmış gibi uzandığını gördüm sanki. Toparlandım, yiğitlendim ve kendi kendime, Tecirlinin ağzından “Yeter ağalar da bu sitem yeter” dedim. Köyün içinde sevinerek, gülerek kimi bavuluma yapışacak, kimi elimi tutacak, kimi çevremde dolanacak, benden küçük 5-6 tane kardeşimin beni karşılayacaklarından emin olarak güç buldum, kaderime diklendim ve köye doğru yürüdüm.   

Açıklama:

1. Çöğdürmek : İşemek
2. Sidik saçmak : Sarkıntılık etmek
3. Su atınmak : Boy abdesti almak
4. Savan : Yer yaygısı, bir tür çul
5. Haline göre Hasan Ağa olması : Kişinin haddini bilmesi
6. Cangama : Söz dalaşı
7. İftihar listesi : Sınıf birincisi, ikincisi ve üçüncülerinin ilan edilip asıldığı liste
8. www.alxas.net
9. Doğan, D.M., Büyük Türkçe Sözlük, Rehber Yayınları no 8, 1990, Ankara
10. www.alxas.net , www.gurunluyuz.com
11. www.tatarusagi.com
12. www.yerelnet.org.tr
13. www.aleviforum.com
14. www.tatarusagi.com
15. www.genckolik.net
16. www.kafdav.org.tr
17. www.kitaplar.persiangig.ir
18. www.yesilegerci.com
19. www.anl.az
20. www.yorukturk.com
21. www.forumimaj.com
22. www.tubikam.com
23. Hazın damı : Kiler
24. Sehillemek : Kavurucu sıcağa kalmak ve marazlanmak, hastalıklı olmak
25. Elcik olmak : Kuşlar için ele alışık, ele gelir olmak
26. Sokum : Lokma
27. Çiğnine bindirmek : Çocuğu, iki ayağı öne sarkar biçimde boyun köküne oturtmak
28. Löküs : Gazlı lüks lambası
29. www.avsargencligi.com
30. Topuk otu : Cimiz yerlerde yetişen ve biçilip üzerine tarhana serilen bir bitki
31. http://tr.wiktionary.org/wiki/bodik, www.erenlerforum.org/erenler
32. www.alaviforum.com
33. Cangolos : Aptalların dilinde hortlak
34. Ayn : Benzer
35. Zomzomu : İşe yaramaz, boş ve kalabalık gövde
36. www.yerelnet.org.tr/belediyeler
37. www.teheran.ir/spip  
38. www.kulturturizm.gov.tr  
39. Cor sürüsü : Koyun, keçi karışık ve birden çok aileye ait hayvanların oluşturduğu sürü
40. Satır : Bakır kova, helke
41. Sitil : Küçük satır, küçük kova
42. www.gunlukplan.org
43. Ötgel kağnı : Sesi çok çıkan kağnı
44. Uçun : İçin
45. Şor : Dedikodu
46. Tuğlacı, P., (1979), Okyanus-Büyük Ansiklopedik Sözlük, Cem Yayınevi.
47. http://yagmurlukoyu.azbuz.com , www.saglik02.com
48. www.bilgicik.com
49. www.turkfolkloru.com
50. Obama, B., (2008), (Çevirenler: İstem Erdener, Zeynep arıkan), Babamdan Hayaller, Pegasus Yayınları, İstanbul
51. Karın yüzlemesi : Karın donması ve üzerinde batmadan yürünebilmesi hali
52. Çarkıtlanma : Şafak sökmesi, alaca karanlık olması

 

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress