Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

BAHÇEDE BANA GÜVERCİNLERİNİ ANLATAN ADAM

25 Ocak 2011 0 comments Article Anılar

 

Bir patırtı koptu sınıf kapısının dışında, koridorda. Üç beş saniye önce doluşmuştuk üç ayrı sınıfın ders gördüğü kocaman, uzun dersliğe. İlkokulda üçler, dörtler ve beşler bu derslikte, birler ve ikiler de arka tarafta  ve daha küçük bir derslikte birlikte ders yapıyorduk.

Zaten okul binasının tamamı da iki derslik, bir koridordan ibaretti. Dışarda bir öğretmen lojmanı ve bir de tuvalet vardı. Abdi eğitmen birler ve ikileri , Rifat öğretmen de diğer üç sınıfın öğrencilerini okutuyordu. Ben de üçüncü sınıftaydım (1951).

Ders zili çalmıştı. Daha önce, biz öğrenciler müfettiş geldiğini duymuştuk. Herkes heyecanlı ve telaşlı görünüyordu. Müfettişin sınıfta nasıl davranacağı, kimlere ne sorular soracağı, öğretmenle eğitmene de soru sorup sormayacağı vb  konuşmalar geçiyordu aramızda. Çoğumuz (Ya bana soru sorarsa, bilemezsem, öğretmenimi mahçup edersem, kendimi rezil edersem) gibisinden de korkular yaşıyorduk. Sınıflarımıza bu heyecan ve telaş içinde girerken okul bahçesinden de okula doğru dört kişi konuşarak geliyorlardı. Bunlar öğretmen Rifat Erdoğan, eğitmen Abdi Çiçek, muhtar Yusuf Danabaş ve adını sonradan öğrendiğim müfettiş Ali Rıza Kışlal’dı.

Bizim dersliğe müfettiş yalnız girdi. Öğretmenimiz ve muhtar dışarıda kalmışlardı. Eğitmen de kendi dersliğine gitmiş olmalıydı. Hepimiz ayağa kalktık. “Günaydın çocuklar” dedi. Sesimiz çıktığı kadar yüksek perdeden gür bir sesle “Sağ ol” diye bağırdık. Müfettiş bizi “Siz de sağ olun. Oturun yerlerinize” diye sıralarımıza oturttu.

Müfettiş geriliminden zaten ayakta duran dikkatlerimiz, kapının dışından gelen bu patırtı gürültü ile birlikte karmaşaya ve uğultuya sebep oldu. Önde oturan beşinci sınıfın büyük öğrencilerinden bazıları kapıya yöneldiler. Ancak müfettiş izin vermedi ve “Susun çocuklar, oturun yerlerinize, açın kitaplarınızı ve okumaya başlayın” dedi. Ses çıkaramadık.

Salon suskundu. Müfettiş de suskundu. Kitaplara bakıyor gibi ve okuyor gibi yapmaya çalışıyorduk ama kitaplara bakmıyorduk. Bir yandan göz altından müfettişi izliyorduk, diğer yandan da kulaklarımız kapının dışındaki patırtı ve gürültüdeydi.

Böyle ne kadar bekledik bilemiyorum. Saniyelerin seneler gibi geçtiği zamanlar olur ya işte o an biz öğrenciler için zaman öyle bir zamandı. Nefesimizi tutmuş bekliyorduk. Bir süre sonra Rifat öğretmen içeri girdi. Üstü başı dağınıktı. Eli yüzü sıyrıklar içindeydi. Müfettiş hiç bir şey olmamış gibi davranıyordu. Öğretmenimiz de hiç bir şey olmamış gibi derse başladı. Beşinci sınıfın iyi öğrencilerinden olan Memmet Bal’ı ayağa kaldırdı, eline bir kitap verdi ve “Oku” dedi. Mehmet Bal yüksek sesle su gibi okudu. Müfettiş çok beğendi. Hepimizin yüzü yumuşadı, gerginlik dağıldı, gözlerimizin içi güldü, sevindik.  Sonra müfettiş Mehmet Bal’a Sümerlerin en büyük şehirlerinin adını sordu. Mehmet duraksamadan “Ur ve Uruk” dedi. Gülmek geldi içimden. Kuyruk der gibi bir şey. Bir de Urukça’yı anımsadım. Urukça Havcılar’da yaşlı ve dul bir kadın ismiydi. Böyle şehir adı olur mu diye içim kaynadı. Ama tuttum kendimi. Gülemedim. Fakat müfettiş kocaman bir aferin çekti Mehmet’e. Şaşırdım ve kıskandım mı ya da imrendim mi bilemiyorum. Ama sevindim. Bunu biliyorum. Ne de olsa köyümüz öğrencilerinin ve öğretmenimizin onuru söz konusunydu. Ders olağanlaştı, salon olağanlaştı, öğretmen ve müfettiş öğrencilere başka sorular da sordular, yanıtlar aldılar. Bilenler oldu, bilmeyenler de oldu. Teneffüse çıktık.
  
Olayı sonra öğrendik. Muhtarın Meriş adında bir kızı vardı ben yaşlarda. Okula göndermiyordu. Köy Enstitülü Rifat öğretmen ise kızların okuması konusunda çok çaba gösteriyordu. Her türlü yasal yolu deniyordu, hapse attırma da dahil. Örneğin emmim Kara Mustafa, benden bir yaş küçük olan kızı Hürü’yü okula göndermediği için bir hafta hapis yatmıştı.

Ama öğretmen ne etse, ne yapsa yine de işler olması gerektiği gibi olmuyordu. Muhtar dahil, babalar bir türlü kızlarını okula yollamıyorlardı. Söylendiğine göre, Rifat öğretmen diğer bütün babalardan daha çok kızıyormuş muhtara. Bir de “Muhtar olacaksın” diye yükleniyormuş ona. Bu yüzden de araları çok açıkmış.  Muhtar müfettişin gelişini fırsat bilmiş ve asıl konuyu örtmeye de çalışarak öğretmeni müfettişe geçmiş. Tartışma okul bahçesinde başlamış. Koridora gelindiğinde müfettiş onları orada bırakmış, kendisi sınıfa girmiş. Onlar da tartışmayı vuruşmaya döndürmüşler. Olayın en yakın tanığı Abdi eğitmene de, yediği bir kaç yumruk pahasına onları aralamak düşmüş.   

Kız çocuklarını okula göndermeyen yalnız muhtar Danabaş Yusuf da değildi. Hemen hemen hiç kimse göndermiyordu. Benim aklımda, bütün okulda yalnızca üç beş kız vardı gibi  kalmış. Açak Osman’nın kızı Durdu, Kirik Mehmet’in kızı Eşe, Çolak Sülemen’in kızı Bağdat gibi. Bunlar da ara sıra geliyorlardı. Devamlı gelmiyorlardı.

Şimdi düşünüyorum da daha çok para cezasından, hapis cezasından korkan arkasız aileler kızlarını okula gönderiyorlardı. Dişli aileler adeta bundan muaftılar. Örneğin benim bacılarımın hiç birisi okula gönderilmedi. Omar Ağa, yerinin ve zamanının en aydın kişilerinden birisi olmasına karşın kızlarını okula göndermiyordu. Onun kızlarını okula yazmak ve çağırmak da cesaret işiydi doğrusu. Büyükler neyse ne, en küçüğü 1955 doğumlu Dudu bacım bile okula gönderilmedi. Dudu daha sonra dışardan ortaokulu bitirdi.

Yalnız Omar Ağa mı, eski Muhtar ve köyün bakkalı Omuk Ceceli o zaman tek kızı olan yaşıtım Eşe’yi de okula göndermiyordu. Diğer yaşıtlarım Kocalar’ın Ahmet’in kızı Gümüş, Hacıkaye Ahmet’in kızı Melek, Gürcü Mustafa’nın kızı Habba, Dirgen Ali’nin kızı Eşe, Ayci’nin kızı Esme, Sefer Ali’nin kızı Elif, Eski Muhtar ve köyün ulularından Yeşil’in kızı Döndü ve daha niceleri okula gönderilmiyorlardı.

Atalarımız 622 yıllık koca Osmanlı İmparatorluğu saltanatında böyle görmüşlerdi, böyle öğrenmişlerdi. Yalnız kızlar değil erkekler de aynı durumdaydılar aslında. Koyun gütmek,  kuzu gütmek, çift sürmek, oduna gitmek, keven getirmek dururken okul da neyin nesiydi? Çoğu babalara erkek çocuklarını okula göndermek devletin bir angaryası gibi geliyordu, angaryaya alışık köylülerim için.

Ama Rifat öğretmen aman vermiyordu. Komşu Çeçen köyü Çardak’tan yoksul bir dul kadının daha dünkü baldırı çıplak çocuğu ve bugünkü genç Köy Enstitülü Cumhuriyet öğretmeni, vurdulu kırdılı bir Türkmen aşireti köyünde adeta yel değirmenleriyle güreşiyordu. İnançla ve korkusuzca.

Başardı. O yılki beşinci sınıftan kıl şalvar içinde gıçında donu olmayan Topal Süllü’nün oğlu Mehmet Bal, bir hat tarlası tabanı bulunmayan ve bir köşker kütüğü ile geçimini sağlamaya çalışan Halla’nın oğlu Mustafa Bilici, Uzun Halil ile evlenen dul anasının peşinden komşu köyümüz Tombak’tan köyümüze yetim olarak gelen, keseri ve malası ile ailesini açlıktan korumaya çalışan Memo Ali’nin oğlu Mehmet Köylü yatılı öğretmen okullarına yerleştiler. Öğretmen oldular, öğretmenleri Rifat öğretmen gibi. 

Altı asırda yapılamayan işin 30-40 yılda daha fazlası gerçekleştirilmişti. Okula en sert kış günlerinde bile sırtında bir gömlek, bacağında bir şayak şalvar ve çorap bulamayıp dolak sararak ayaklarına giydiği ham çarıkla gelen Mehmet Bal öğretmen oldu. Adı sonradan Türkoğlu olan Eloğlu ilçesine Milli Eğitim Müdürü oldu. Öğretmeni gibi öğretmen olmaya özen ve çaba gösteriyordu. Solcusun dediler görevden aldılar. Sanki böyle bir adam kapitalist olabilirmiş gibi. Solcu değil de sağcı olabilirmiş gibi. Tam o günlerde kader de bekliyordu tetikte. İlk oğlu bir taksinin altında can verdi. Mehmet o taksiciyi vurabilirdi. Vurmadı. Mehmet kendisini solcusun diye görevden alanları vurabilirdi. Vurmadı. Oysa yetiştiği ortam böylesi bir davranışa yabancı değildi. Ama vurmadı. Daha kötüsünü yaptı. Mehmet kendini vurdu, sağlığını vurdu. Çilekeş bir eş ve yeni yetişen üç erkek çocukla düştü düştü kalktı, psikiyatri kliniklerinde yattı, çıktı. Eşi ellere dikişler dikti, kendisi toparlandığı dönemlerde dersler verdi.

Son dönemlerinde E.Ü. Tıp Fakültesi Psikiyatri  Servisine yatırıldı. Karı koca dört ay orada hapis gibi yaşadılar. Aynı fakültede okuyan en küçük oğlu Alkan hergün yanlarındaydı. Ben ancak günde bir kere gidebiliyordum. Başta bacımın bir paket sigarası olmak üzere, ufak tefek ihtiyaçlarını görüyordum.

Alkan’nın arkasından bağlanmış uzun saçları vardı. Yanıma geldiğinde eğilir, bükülür, büzülür, çocuklaşırdı. Ona o zamanlar çiçekçi derdim ve onu bu hali ile çok severdim. Aramızda bir parolaydı çiçek. Hastanede ise beyaz gömlekler içinde büyürdü, doktorlaşırdı psikiyatri hastası Mehmet’in başında. İlaçlarını verir, yapılması gerekenleri anlatır ve izlerdi.    Babasının elektroşokuna dayanamaz anası ile birlikte sessizce ağlaşırdı. Görenleri ağlatırdı. Taşıdığı boyundan büyük yük altında boynu çöp gibi incelmişti. Bütün servis “Küçük doktor” diye severdi Alkan’ı. Ama babası öyle demezdi ona. “Sen Mustafa’sın, Mustafa Kemal’sin, sen benim babamsın” derdi.

Mehmet’ten çok dinlemiştim Düziçi İlköğretmen Okulu’na gelmeden önceki ve sonraki yaşamını. Kendi anlatımıyla “Bizler nasıl oldu da dayandık bilmiyorum. Hayvanlar  gibiydik. Hayvanlar gibi yaşıyor, hayvanlar gibi büyüyorduk. Atatürk kurtardı bizi. O olmasaydı Osmanlı saltanatı bir 622 yıl daha sürseydi bile yine de öğretmen olamazdım” diyordu. Mustafa Kemal’e böylesine bir minnet ve tutku ile bağlıydı.

Mehmet, Düziçi İlköğretmen Okulu öncesi yaşamı kadar, ağır ve amansız bir dertten kendini kurtarıcı bir kahramanmış gibi görüyordu herhalde Alkan’ı. Belki bu nedenle ona “Sen Mustafa Kemal’sin” diyordu. Kim bilir belki de taksi altında canveren birinci Alkan’ı bu ikinci Alkan’da yeniden dirilmiş bir doğaüstü yaratık gibi görüyordu.

Mehmet’in hayatının iki doğaüstü kahramanı vardı. Birincisi Atatürk, ikincisi Alkan’dı. İkisini de aynı adla çağırıyordu. “Sen Mustafa Kemal’sin” diyordu. Alkan da ona aşağıdaki gibi sesleniyordu, o günlerde yazılmış bir şiirinde :

“BABAMA
(Onuncu Yılında Ege Üniversitesi Hastanesi Psikiyatri Servisi Bahçesi)

Hangi aşka düşsem,
Annemin ortancalarını suluyorum
Oysa yerleşiktir çiçekler
Güneşli balkonların çiçekleri
Göçer anılarımda hüzünlü kokuyor

Bahçede bana güvercinlerini anlatan adam
Adım Mustafa değil
Ve ben senin değil sen benim babamsın

Hangi aşka düşsem
Ateşli çocukluk kabuslarıma dönüyorum
Okunmuş beyaz bir başörtüsü sarılıyor boğazıma
Yarbaşı trenlerinden tüm inenler üstüme üstüme geliyor
Kardeşlerimi arıyorum

Her düştüğüm yerde
Adımla başlıyor acılarım
Ne zaman abiyim, kardeşim karıştırıyorum
Dağıldığım asvalt bir yoldan bedenimi topluyorum
Kendimi arıyorum

Bahçede bana güvercinlerini anlatan adam
Adım Mustafa değil
Ve ben senin değil sen benim babamsın

Hangi aşka düşsem
Koca bir adamın elinden tutuyorum
Anlımda taşıyorum, elektriğin yanığını
Ben aşka değil, hayata düşüyorum
Bırakma elimi, ellerini arıyorum

Onuncu yılında hastane bahçesinin
İçimde taklacı bir güvercinle yaşıyorum
Kırılıp inceldiği yerden
İmkansız bir aşka düşüyorum
Aynılaşmaktan korkup, hatırlıyorum

Bahçede bana güvercinlerini anlatan adam
Adım Mustafa değil
Ve ben senin değil sen benim babamsın”.

Osman Gökçe
Bornova, 25.01.2011

Not: Alkan bugün İzmir Tepecik Eğitim Hastanesi’nde jüri önünde sınavını verdi ve Çocuk Hastalıkları ve Sağlığı Uzmanı oldu.

 

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress