Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

DAHA NEYİM OLSUN Kİ?

18 Mart 2011 0 comments Article Anılar

Osman Gökçe

Oranın adı Çayırlık’tı. Solundan Esendere akardı. Sağında Kerzel Mahallesi vardı. Berit’ten beri, sevgilisine gözü kara delikanlılar gibi koşan Esendere orada biraz yavaşlardı. Deli Elif’in Mağarası’nın(1) önünden aşağı doğru ağzını kulaklarına kadar açıp bağırarak dolu dizgin gelirken orada sesi biraz toklaşır, kalınlaşırdı. Artık on beş delisi gibi değil de olgunlaşmış delikanlılar gibi akardı.

İçinden de Güccük Omarlar’ın (Küçük Ömerler) değirmen arkından taşan sular akardı ılım ılım. Aynı zamanda, değirmen oluğundan düşen, değirmenin altından fışkırarak ve sağa sola saçılarak çıkan suyun sesi gelirdi kulaklarımıza.

Söğütler bir harikaydı çayırların üstünde. Kalın gövdeliler vardı, ince gövdeliler vardı. Dikleşen, yana doğru uzanan ya da aşağıya doğru sarkan dallar üzerinde parlak yeşil yüzlü, ince uzun boylu yapraklar altında gölgelenirdik. Bizim köyün söğütleri başkadır. Başka köyün söğütlerine benzemez. Söğüt gölgesi yiğit gölgesidir söylemi bizim köyün söğütleri için söylenmişir. Yaz günü temmuz, ağustos aylarında her yer sarı sıcakta çatır çatır yanarken Çayırlık bir cennet serinliği yaşatırdı bizlere.

Kardeş ve evleri bitişik olan Kara Ahmet’le Irahvan Koca’nın evlerinin örtmeleri Çayırlık’a bakardı. Örtmelerin önünde dut ve söğüt ağaçları altında Kerzel’in yaşlı kadınları bir öbek, genç bayanları da başka bir öbek oluşturur otururlardı yaz günü öğleden sonraları. Uzaktan kirmen eğirdiklerini, iğ eğirdiklerini görür ve kahkahalarını duyardık.

Çayırlık’ın üst sol ucunda Molla’nın, üst sağ ucunda da Cinli Memmet’in (Mehmet) evi vardı. Bu ailelerin hanımları da daha çok yukarı mahallenin hanımları ile birlikte dolu dolu akan Abara’nın(2) kenarlarında otururlardı.

Ben ve arkadaşlarım da Çayırlık’ın demirbaşlarındandık. Zamanımızın çoğunu burada geçirirdik. Kuşluktan önce gelir, kuşluk vaktine kadar burada oyalanır, kuşluk vakti Karakaya’ya davar sağmaya giden kadınları, kızları  seyretmek üzere biz de Karakaya’ya giderdik. Çoğu kez de Kılıç Osman’ın dutlarının altına otururduk.

Öğle yemeğinden sonra yine Çayırlık’ta buluşurduk. Ben hançer atardım söğüt gövdelerine. Eşeli’nin oğlu İmirze, Ali Kızıltepe vb yaşta benden küçük olan çocuklar çevremizde bizi hayranlıkla izlerlerdi. Bir tür erkekliğe ve kabadayılığa hazırlanıyordum herhalde. O yıllarda köy çok kavgalı idi. Hançer kullanmak, silah taşımak, sağa sola korku salmaya çalışmak özenilecek davranışlardandı. Kim bilir ben de bu tür özentiler içindeydim o günlerde.

Sonradan öğretmen olan ve ne yazık ki genç yaşta Osmaniye Bahçe köyünde hayata gözlerini yuman Eşeli’nin(3) oğlu İmirze’yi çocukluğunda da çok severdim. Eşeli şakacıydı, bize takılırdı bazen, laf atardı, kızdırmaya çalışırdı. Akrabalıkları var mı bilemiyorum ama, aynı mahallede oturan Koca Hasan’ın avradı, arkadaşım Deggil Ali’nin (4) anası Eşeli de çok şakacıydı.

Ben her iki Eşeli’yi de çok severdim. Bana o mahalledeki çocukluk aşklarımla ilgili yarenlikler yaparlardı. Birlikte gülüşürdük. Özellikle Koca Hasan’ın avradı Eşeli, kızlardan beni memnun edecek güzel sözler taşırdı bana şaka ile karışık. Hangisi doğru hangisi yanlış bilemezdim. Ancak o ünlü sözdeki gibi yalan da olsa hoşuma gidiyordu.

İmirze ve güzel bir kız olan ablası Pammuk babasız çocuklardı. Babaları ölmüş anaları Eşeli de emmileri Cinli Memmet’le evlenmişti. Bu çocuklar da emmilerinin yanında kalıyorlardı.

Köyümüzde, ben bilerek yalnızca iki örneği olan bu kardeş avradı ile evlenme olayına daha çocukluğumda da tepki duyardım. Belki de böyle bir tepkinin etkisiyledir ki sessiz, kendi halinde boynu bükük bir çocuk olan İmirze’yi, güzel ve cana yakın bir kız olan ablası Pammuk’u boyundan büyük bir koruyucu edasıyla kollamaya çalışırdım. Emmileri Cinli Memmet de bana çok tatsız bir adam gibi gelirdi. Sert suratlı, top gibi zıp zıp zıplayarak hareket eden, kısacık boylu, tiz sesli, bağırtılı konuşan birisiydi.

xxx

Güz havası düşmüştü her yere. Güneşin rengi değişmişti. Söğütlerin yaprakları teker teker düşüyor ve seyrekleşiyordu. Biraz hüzünlü, biraz heyecanlı, biraz sevinçli ve daha bir çok biraz duygular içindeydim. Karışıktım yani. O zamanki adı ile ortamektebe yazılacaktım o yıl. Bu yaşımda bile beni terketmeyen, ağrısı, acısı dinmeyen Ericek hasreti başlayacaktı.

Gümüş anamdan ayrılacaktım. Önceleri hiç aklıma gelmezmiş meğer onu ne kadar çok sevdiğim, ona ne kadar çok bağımlı olduğum, ne kadar çok güvendiğim, ne kadar çok sığındığım. Kendi gücümü kendimden bilirmişim. Değilmiş meğer. Oynamaya çıkıyordum köyün içine, evde bir şey unutmuşum gibi çabucak geri dönüyordum anamın yanına. Anam “Çabuk geldin, kimseyi bulamadın mı?” gibisinden bir şeyler diyordu. Ben de başka bir şeyler geveliyordum. “Susadım” deyip kalaylı satırdaki (5) anamın yağı alınmış, duru, ekşi ayranından tas tas içiyordum. Üzerinde konuşmuyorduk ama ikimiz de biliyorduk aramızdaki kaygılı duyguları. İkimiz de tedirginliğimizi kendimize saklıyorduk. Ya da öyle sanıyorduk.

Yıllar sonra anladım anamın benim deliliğime, benim de onun aklına ve sabrına ne kadar çok muhtaç olduğumuzu ve bir tür birbirimizi bütünlediğimizi.

Şakalaşıyorduk anamla. Bana “Sonra Yarpız’a (6) gidince göresin gelir, haydi git E..’ye bak” diyordu. Gülüşüyorduk. E.. benim çocukluk aşkımdı. Yalnızca bakışırdık. Anam daha önce hiç böyle demezdi. Köyün içine gitmemi de, E..’ye bakmamı da pek istemezdi. Döğüş olur, kötülük gelir diye korkardı. Ama şimdi öyle yapmıyordu. Hoşlanacağımı düşündüğü ne varsa yapmamı istiyordu sanki. Yalnızca, sık sık “Ağan duymasın” diyor ya da evden çıkarken arkamdan “Ağan gelmeden gel” diyordu.

Başka yerlerde de bu geleneğin olduğunu sanıyorum. Bizim köyde gelin gidecek olan nişanlı kızlara evde herkes iyi davranır. Onu kırmamaya çalışırlar. Aslında yalnız Gümüş anam değil bütün horanta (7) tıpkı gelinlik kıza davranır gibi  gibi bana iyi davranıyorlardı. Beni hoş tutmaya çalışıyorlardı. Üvey demeye dilimin varmadığı Asiye anam dışarı çıkarken ayakkabımı çiftliyordu. Ağam bana eskisi gibi fazlaca yumuş buyurmuyordu. İsteklerini ve yapılması gereken işleri öbür kardeşlerime söylüyordu. Bacılarım, kardeşlerim (8) gözümün içine bakıyorlardı. Çıraklarımız ve ortaklarımız bile beni ayrı tutuyorlardı. Evin şehzadesi olmuş çıkmıştım.

Babam Maraş’tan takım elbiselik kumaş almıştı özenerek. “Bu İngiliz kumaşı” diyordu. O zaman Ericek’te terzi yoktu. Çardak’ta vardı. Birlikte terziye gittik. Ölçülerim alındı. Kunduracıya gittik ayakkabı ölçüm verildi. Babam sıkı sıkı tembih ediyordu ustalara “En iyisi olsun ha” diyerek. Onlar da “Sen merak etme Omar Ağa “diye yanıt veriyorlardı.

Babamın benim için Maraş’tan aldıkları arasında bir pardösü ve bir de okul şapkası vardı. Pardösünün iki yüzü de giyilebiliyordu. Bir yüzü krem, diğer yüzü sarımtırak renkteydi. Cafcaflı bir boyun atkısı da vardı. Okula gittikten sonra arkadaşlarımın pardösümü kıskandıklarını hissediyordum. Bununla gururlanıyordum.

O yıllarda ortamektepliler ve liseliler ayrı özellikte şapkalar giymek zorundaydılar. Liselilerin şapkalarının önü havaya kalkık, alnı kokartlı ve daha gösterişli idi. Babam bana liseli şapkası almış Maraş’tan. Onu beğenmiş. Ortamektepte başka, lisede başka şapka giyildiğini bilmiyor çünkü. Yalnızca gözüne hoş gelene bakıyor. Pardösü gibi bu şapka da okulda çok konuşuldu. Arkadaşlarım, bence birazcık da kıskanarak, “Senin şapkanın tepesi Atlas Dağı’na bakıyor” diye benimle dalga geçmeye çalışırlardı. Okul yönetimi de şapkamı değiştirmemi istiyordu. Ama değiştirmedim. Geçiştirdim. Hoş görülmemde çalışkanlığımın da payının olduğunu sanıyorum.

xxx

O günlerde bir öğle sonu yine arkadaşlarımla Çayırlık’taydık. Molla Emmi evine geçiyordu, bize takıldı. Bunu sık sık yapardı. Bizimle şakalaşırdı. Büyükle büyük, küçükle küçük olurdu. Yarı şaka yarı ciddi laflar ederdi. Karşılıklı gülüşürdük. Şapka giymediğimiz, gömleklerimizin kollarını yukarı doğru kıvırıp kollarımızın yarısı açık gezdiğimiz için “Bu ne böyle, başı açık götü açık orta yerde dolaşıyorsunuz” derdi. Biz, onu eski düşünceli olmakla, o da bizi hafiflikle suçlardı. Bizler ona “Sen uyu millet gökyüzünü fethetti,  Amerikalılar aya gidiyor” gibisinden laf atarken o da “Bu Amerikalıların etmediği kalmadı. Şimdi de aya gidecekler, oradan başımıza sıçacaklar” diyordu ve bizler yerlere yatıyorduk gülmekten.

Öteden kardeşim Hacı göründü, yanımıza geldi ve yavaşça “Ağam seni çağırıyor” dedi. Değirmenin suyu kesilmişti. Sustuk, ortalık sessizleşti ve ben kardeşimle eve yöneldim. Kötü Eşeler’in evlerinin arkasına geldiğimizde Ağam caminin önünden bize doğru geliyordu.  Bana “Gel” dedi. Sol elimi sağ eliyle tuttu ve Hacı’ya da “Sen eve git” dedi.

Elim elinde köyün üst ucuna doğru birlikte yürümeye başladık. Eli kocamandı, eli sıcacıktı, eli yalnızca elimi değil bütün bedenimi sarmış sarmalamış, avucunun içine almış gibiydi. Elim ısınmıştı, bedenim ısınmıştı, yüreğim ısınmıştı. Öylesine güven duydum ki Berit Dağı ile birlikte yürüyormuşum gibi geldi bana. Yolda bir kaç kişi ile selamlaştı. Bana hiç bir şey demedi. Ben de zaten o bir şey sormazsa sesimi çıkaramazdım.

Berber İmmet’in dükkanına girdik. İmmet boştu. “Emmi buyur” dedi, koltuğu düzeltti. Ağam “Yok” dedi. “Tıraş olacak ben değilim, sen şu deliye bir akıllı tıraşı yap” diye ekledi. İmmet Ağama takıldı, “Akıllıya bak hele. Asıl deli sensin. O senden de benden de akıllı” dedi. Onlar gülüştüler ben sesimi çıkaramadım. Tıraş süresince birbirlerine takıldılar. Önceden de duyardım. Orta Mahallede bir dul, genç kadın vardı. Oldukça da güzeldi. İkisi de ikişer evli olmalarına karşın Ağam ve Berber İmmet o kadının peşindeydiler. Konuşmalarının bir yerinde “Seni oralarda bir daha görmeyeyim. Karnını yararım” dedi Ağam. İmmet gülerek ve beni omuzumdan sarsarak “Bak görüyor musun deli kimmiş” dedi. Güşüştük.

Berberden çıktık. Ağamın biraz önceki neşesi gitmişti. Sessizleşmişti. Yine elimi tuttu, yine aynı şeyleri hissettim. Önce Çayırlık’a doğru yürüdük. Balamın Pınarı’na kadar çıktık. “Bir su içelim mi” dedi. Çömeldi. İki elini birleştirerek bir tas gibi yaptı. Avuçladı suyu pınarın gözünden ağzıma tuttu. Kana kana içtim. Sonra kendi içti aynı yöntemle. Berit’e baktık Boğaz’dan ikimiz de sözleşmiş gibi. Bütün bir yaz geçmiş olmasına rağmen, Kapı Kayası’nın koyağında kar ve Berit’in başında bir topak bulut vardı.

Esendere’nin kıyısından, söğütlerin arasından, Karakaya’dan, Çayırlık’tan köyün alt ucuna kadar yürüdük. Elim elindeydi ve hiç konuşmuyordu. İbişoğlu İbrahim’in dükkanının önünde Beyinoğlu Mustafa ve İbişoğlu birlikte oturuyorlardı. Onlara selam verdi, saygı gösterdi. “Emmilerim nasılsınız” diye hal hatır sordu.  Ödüşler’in kapısının önünden geçtik. Tek Köprü’ye yöneldik. Karayusuf’un kızı Eşe geliyordu kızı Irahma (Rahime) ile karşıdan. “Yeşillen oğlum” (9) dedi. “Kızını oğluma alacağım” diye Eşe’ye takıldı. Onlar gülüştüler. Irahma  da ben de sesimizi çıkaramadık, başımızı öne eğip yere baktık.

Köyün alt ucunu dolaştık, geri döndük, bizden ayrı yaşayan diğer üvey anam Mor Döne’nin evinin önünden geçtik. Onun oğlu kardeşim Büyük Mehmet bana baktı. Ben de ona baktım. Seslenmedik birbirimize. Başımı kaldırdım babama baktım. Babam, daha bir üzgün görünüyordu. Mor Döne üzgün görünüyordu. Benim için asıl önemlisi, Mehmet üzgün görünüyordu. Biz ikimiz çok iyi kardeş olduk Büyük Mehmet’le. Karlı bir kış günü, onu Ericek’te Molla Emminin evinin alt tarafındaki ve Çayırlık’ın üst tarafındaki musalla taşında görünce o günkü bakışmalarımız geldi gözümün önüne. Düşüyordum, kardeşim Kasım’ın koluna tutundum.

Güneş batıyordu eve geldik. “Gümüş bir kahve yap” dedi Ağam. Beni bıraktı. Hiç bir şey demedi. Bir iş buyurmadı. Beni neden çağırdığını o zaman anlamamıştım. Aradan çok yıllar geçti. Osmaniye’deydik.  Oğlum Ali İzmir Bornova Anadolu Lisesi sınavını kazandı. İşte o zaman anladım. Ama geç kalmıştım.  Artık ellerim bomboştu.
xxx

Ertesi günü Kuran sesiyle uyandım seherde. Gaz lambasının önünde Mushaf elinde eğilip eğilip kalkıyordu koca gövdesi. Onun Kuran okuması bizim için bir işaretti. Kalkma vakti gelmiş demekti. Doğruldum, yatağın içine oturdum. Farketmişti beni. Duayı topladı, “Osman, oğlum uyandın mı” dedi. Bütün bedenimi ateş sardı. Çakmak çakmak oldu gözlerim. Anama seslendi, abdest aldı, namaz kıldı.  Heybeler dolduruldu. Hazırlandık. Anamın ağzını bıçak açmıyordu. Ben Cenderme Memmet’ten alınan sarı katıra, o da deli katıra bindi. Karanlıkta yola çıktık.

Katıra binerken anam karanlıkta beni öptü. Yüzü ıslaktı. Kocasına belli etmeden ağlıyordu. Yumruk kadar bir çocuk katırın sırtında. Bir bilinmez yola çıkıyordu. Anam için benim Yarpız’a gidişim bugünün uzay yolcusundan daha çok heyecan verici olmalıydı. Ağama farkettirmemeye çalışarak ben de ağladım.

Aşağı Sugediği, Hopur ve Kamışcık köyünü karanlıkta geçtik. Şardağı’ndan güneş yayılırken ovaya Kitiz’e (Esence)  gelmiştik. Köyün içinde yeni kalkıp işe güce giden bir iki kişiye selam verdi.  Kitiz altında Göksun çayını yarı yıkık bir köprüden dikkatlice geçtik. Sevmedim Göksun Çayı’nı. Çok yavaş akıyordu, içi karanlıktı. Köpük yoktu. Coşku yoktu. Esendere geldi gözümün önüne. İçime bir kor düştü.

Çölbey Çiftliği’nin sol uzağından geçerken beyaz itler düştü peşimize. O hiç aldırmadı. Geçtik. Kötüre’ye vardık. Kürt Hüseyin’in evine indik. Daha kuşluk olmamıştı. Kürt Hüseyin ve kaynı Kürt Memmet bizim tarlaları ortak işletirlerdi. Yaz aylarında ailecek Ericek’e gelirler, güz gelip de işler bitince Kötüre’ye dönerlerdi. Dönüşleri biz çocuklar için hüzünlü olurdu. Çocukları ile oynardık. Birbirlerimizi çok severdik. Özellikle Yeter bir başka çocuktu. Az konuşurdu. Daha çok bakardı. İri kocaman ve kara gözleri vardı. Saçları dümdüz arkaya taranmış ve belik örülmüş olurdu. Aynı yaştaydık. Fakat bana hükmederdi. Ona karşı çıkamazdım. Yeter, evlerinde bize hizmet etti. Orada çok kalmadık. Katırlara binerken “Oku, iyi olur” dedi. Oraya varışımızdan ayrılışımıza kadar geçen yaklaşık iki saatlik süre içinde yalnızca bu üç sözcük çıktı ağzından.

Kötüre’yi sol köşesinden çıktık. Binboğa’ya doğru bir dere vadisinden yükselmeye başladık. Vadinin biraz genişlemiş bir yerinde yandan bir ark akıyor ve arkın kenarlarında dut ağaçları bulunuyor, ağaçların da gölgesinde koyunlar yatıyordu. Üç beş köpek üzerimize saldırdı. Çobanlar köpekleri durdurmak için bağıra çağıra bize doğru koştular. Ben heyecanlandım. Babam yine sakin gözüküyordu. Çobanlar köpekleri uzaklaştırdı. Babam çobanlarla sohbet etti. Sonra yine yola koyulduk.

Tırmanmaya başladık Binboğa’nın döşlerine doğru. Çıka çıka bir surata geldik. Ağcaşar İğdemlik’ti orası. Koyun çobanımız İrecep Emminin köyü. Yamacın içine gömülmüş ve yalnızca ön duvarı görülen bir ev, sol tarafta küçük bir yeşilliğin içinden çıkan azıcık bir su, bir pınar ve bizi karşılayan yumruk kadar bir kadın. İrecep Emminin eşi. Kadın şaşırdı bizi görünce. Nereye oturtacağını bilemedi. Öylesine içten saygı gösteriyordu ki başının üstüne oturtsa az gelecek gibi davranıyordu.

İrecep Emmi oğlu Hasan’dan yakınırdı. Anasına sert davrandığını söylerdi. Bu kadını görünce çocuk yaşımda Hasan’a düşman kesildim.  Babam ona iltifatkar davrandı. Ona Hatun diye hitapetti. Babamın bu davranışı hoşuma gitti. Heybeleri boşalttı. Kocasından sözetti. Selamlarını söyledi. Hasan’ı sordu. “Birazdan gelir” dedi. Hasan geldi. İrecep Emmime hiç benzemiyordu. İri yarı bir adamdı. Bize saygı gösterdi. Ama ben anasına kötü davrandığı için kinimi yenemedim. Ona hiç seslenmedim.

Adını kim koymuş, ne zaman koymuş, neden böyle koymuş bilmiyorum. Bana göre burada ne bin boğa yaşardı ne de bir boğa. Ağaç yok, orman yok. Güz gelmiş otlar da sararmış. Sular çekilmiş, hayat durmuş gibiydi. Bir Berit’i düşündüm, bir de bendeki efsanevi Binboğa’ya baktım. Şaşırdım.

Şimdi düşünüyorum. Binboğa başlangıçta böyle olamazdı. Onu birileri bu hale getirmiş olmalı. Kim öldürmüş bilemem. Ama o gün gördüm, Binboğa ölmüştü.

Bu satırları yazarken haritaya baktım. Ağcaşar İğdemlik 1620 metre yükseltili bir yermiş. Ağcaşar muhtarına ulaşamadım. Komşu köy Göznepınarı muhtarına ulaştım. İğdemlik 8-10 haneli bir oba, bir mezra imiş. Herkes Almanyaya gitmiş. Bir kaç yaşlı yaşıyormuş yalnızca. Bunlardan birisi de İrecep’in oğlu Hasan’mış. Hasan’nın oğlu da, İğdemlik mezrasının da bağlı olduğu 130 nüfuslu Ağcaşar köyünün muhtarıymış. İrecep ölmüş, eşi ölmüş. Kalanlar da Alamancı olmuş. Yani dağ ölünce dağlılar da dağı terketmişler.
xxx
Afşin’e öğleden sonra vardık. Önce okula gittik, sonra Berber Celal’e. Fotoğrafım çekildi. Berber Celal hem berberlik ve hem de fotoğrafçılık yapıyordu. Siyah bir bezi dükkanının camiye bakan taraftaki duvarına astı. Önüne bir tahta sandalye koydu. “Otur” dedi. Şipşak bir vesikalık çekti. Başım açık, tam cepheden ve iki kulağım görülecek biçimde. Sonra “Gel Ömer Ağa, hatıra olur, ikinizin de bir fotoğrafını çekeyim” dedi. Çekti. Ben ayakta, babam sandalyede oturur vaziyette. Bir elimi omuzuna koymuşum. Başımda o liseli şapkası. Takım elbisem, kıravatım tastamam. Ayaklarımız cami bahçesinin çimleri arasında gömülü. Boydan bir fotoğraf.

Beritten Beri adlı şiir kitabımın ortasına koydum o gün çekilen ikimizin fotoğrafını, onun için yazdığım şiirle birlikte. Aşağıdaki dizeler o şiirdendir :

….
Bir köy ağasıydı benim babam
Ama bildiğiniz gibi değil
Köyleri bırakınız kainata sığmazdı hayalleri
Ama hepsi güzel, hepsi iyi, hepsi gerçek gibi
Her dara düştüğümde hayalleri ile gelecek gibi
Gelip tutacak gibi ellerimden
Arslan pençesi gibi elleri

O gün kaydım yapıldı. Köye döndük karanlıkta, geç vakit. Yattım, uyuyamadım uzun süre. Sabahı bekliyordum sabırsızlıkla. Nice zaman sonra dalmışım ve bu nedenle de biraz geç kalktım. Sabahı zor etmiştim. Gündüz gözü ile köyümü görmek ve onun bendeki güzelliğini yaşamak istiyordum. Bir gün önce gördüklerimden ve yaşadıklarımdan sonra köyümü özlemiştim, arkadaşlarımı özlemiştim, Çayırlık’ı özlemiştim, çocukluk aşkımı özlemiştim. Kalktığımda Ağam çoktaan evi terketmişti. O her zamanki gibi bilinmez bir yöne doğru gitmişti. Evin iş güç sahibi bireyleri de dağılmışlardı. Anam beni gönlünce ağırlıyordu Kabe’den gelmişim gibi, Yemen’den askerden gelmişim gibi.

Yarım asırdan fazla zaman geçti aradan. Birgün oğlum Ali “Baba bu senin için” diye bir paket uzattı elime. Merakla açtım. Çerçevelenmiş bir fotoğraf çıktı. Ortamektebe kaydım sırasında çekilen bu ilk vesikalık fotoğraf. Ali onu daha önce görmüş, saklandığı yerden gizlice almış, bir fotoğrafçıya götürmüş, büyüttürmüş, çerçeveletmiş ve bana armağan olsun diye getirmişti. O zaman o Bilkent Üniversitesi Endüstri Mühendisliği’nde okuyordu, ben de E.Ü. Ziraat Fakültesi’nde Prof. Dr. ünvanlı bir öğretim üyesiydim.

Hepimiz çok şey kazandık, çok şey  yitirdik yaşamımızda. Mutluluklar kazandık, iyilikler, güzellikler kazandık. Sevindik. Kederler kazandık, kaygılar, ağrılar kazandık, çileler çektik. Üzüldük. Ben de denizler dolusu keder, gökyüzü kadar hüzün kazandım. Kazancın ne zor şey olduğunu öğrendim. Anam da  “Yitik zor şey” derdi , önemserdi. Haklıymış. Anladım.

Yarım asrı aşkın bir zaman önce ilk çıktığımdan beri her sene köyüme gittim. Benim için her zaman Bilbilcik’in ötesi Fizan (10) kadar uzaktı. Köyümse herzaman nefesim kadar yakın. Hiç bir cennete değişemezdim köyümü. Zaman zaman yakınlarım “Neyin kaldı ki her yıl bunca yolu tepiyor ve buralara kadar geliyorsun” diye bir bakıma beni kayırmaya çalışır gibi konuşurlardı.

İşte, Ali’nin o fotoğraf çerçevesini getirdiği gün ben yitiklerimin en büyüğünü bulmuştum : Çayırlık’ta oynadım. Söğütlerin gövdelerine hançer attım. Babam elimi tuttu, yüreğim ısındı. Anam tereyağda kaygana yaptı. Saçımı okşadı. “İpek saçlı oğlum, yağmur gözlüm, Del’Osman”ım” dedi. Güldü. Mutluydu, mutluydum.  Köyümde daha neyim olsun ki?

Bornova, 07.03.2011

Açıklama

1. Deli Elif’in Mağarası : Berit Dağı’nın kuzeye bakan Ericek’in arkasındaki ve Haytalar’ın karşısındaki yamacında ünlenmemiş ama önemli iki büyük mağarası vardır. Bunlardan doğu tarafında bulunan ve göreceli olarak daha küçük olanına Deli Elif’in Mağarası derlerdi. Ben Deli Elif’i tanıdım. Haytalar’dan olduğu ve o mağarada yaşadığı söylenirdi. İlginç bir öyküsü vardı. İleride Deli Elif’i yazmaya çalışacağım.
2. Abara : Esendere’den Balamın Pınarı’nın altından çıkarılan Güccük Omarların(Küçük Ömerler) Değirmen Arkı. Sözcüğün diğer anlamları için bakınız  Türk Dil Kurumu Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü.
3. Eşeli : Bizim köyde Ayşe’ye Eşe derlerdi. Sözcüğün buradan türetilmiş olabileceğini düşünüyorum. Nasıl ki Grekçe’den (Eski Yunanca) sözcük alan Avrupa ülkelerinin her biri o sözcükleri başka başka biçimde kendi dillerine katmışlarsa biz de dilimize giren yabancı sözcükleri Türkçe kuralları içerisinde ve yeni bir biçimle dilimize kazandırabiliriz. Arapça’da nasıl söylendiğine bakılmaksızın Ayşe’ye Eşe, Huriye’ye Hürü diyebiliriz. Ayşe ve Huriye Türkçe değil ama Eşe ve Hürü Türkçe’dir. Bu bağlamda Eşeli de bana göre, benim çok sevdiğim Türkçe bir bayan adıdır.
4. Deggil : Çocukluk arkadaşım olan Koca Hasan ve Eşeli’nin küçük oğlu Deggil Ali’nin bu lakabı nereden geliyordu bilmiyorum. Bu sözcükle ilgili kaynak taramasında özgün bir anlamını bulamadım. Sözcüğün metinlerde kullanılışı  Değil sözcüğünün bozulmuş bir biçimi olarak görülmektedir.
5. Satır : Bakırdan yapılmış, kalaylanmış silindirik su kabı, kova. 
6. Yarpız : Afşin’in eski adı.
7. Horanta : Aile bireyleri.
8. Kardeş : Bizim köyde yalnızca erkek kardeşleri kapsar.
9. Yeşillenmek : Erkeklerin bayanlara karşı kendisine çeki düzen vermesi, kur yapkası.
10. Fizan : Libya’yı oluşturan üç bölgeden birisi. Türk kültüründe Fizan, uzaklığı ve ıssızlığıyla bir sembol olmuştur. Bu yüzden “Fizan’a kadar sürmek” deyişi doğmuştur. Osmanlı döneminde padişahın veya üst kademe yöneticilerin bunu bir tehdit unsuru olarak kullandığı söylenir.

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress