Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

MEZDAĞA

26 Nisan 2011 0 comments Article Anılar

Bir ormancının günlüğünden

MEZDAĞA (1)

Osman Gökçe
osman.gokce@ege.edu.tr
http://www.osmangokce.net/

Ona,  Gürcü şair Titsian Tabibze’den dizeler okumuştum bir akşam. O şiirde şair  “En iyisi anayurtsuz doğmak-Karşı koyulmaz duygularla anayurt çocuğu olmaktansa” diyordu. Hapiste yatarken anayurduna olan amansız  özlemini böylece dile getiriyordu. O da Titsian Tabibze gibi anayurdundan koparılmıştı. Biliyorum o beni duymuyordu ama ben onun beni duyduğunu ve onun da kendi anayurdunu Titsian Tabibze gibi özlediğini varsayıyordum.

O yıla kadar çok insan yüreği değmişti yüreğime. Ama insan eli hiç değmemişti. O yıl değdi (1990). Yüreğim yaralandı, dikiş atıldı. By-pass olmuştum. Bornova’daki kiralık konutumuzun balkonunda bir sağa bir sola yürüyordum, ameliyat sonrası raporlu günlerimde. Herkes işe güce gidiyordu. Evde kimse kalmıyordu. Balkonda onunla arkadaşlık ediyordum.

Onu benim gibi ormancı olan bir arkadaşımdan, Ege Ormancılık Araştırma Müdürü İlker Acar’dan  özel olarak istemiştim. Toros göknarı (Abies cilicica) olsun demiştim, memleket koksun diye. Bir yüksek yer fidanlığından bir tenekenin içinde ve  daha 3 yaşında iken almış getirmişti.

Ona gözüm gibi bakıyordum. Konuşuyordum onunla. Ölümü koklamış ve yaşamın değerini daha iyi anlamıştım. Çok ağır ve sorunlu geçen ameliyat sonrası sıkıntılı günlerimde ondan güç buluyordum. Berit Dağı geliyordu gözümün önüne, Kapıkayası geliyordu. Kayalardan kayalara sıçrayarak koşan sırım gibi ince ve sağlam yapılı  o kara suratlı köylü çocuğunu görüyordum. Yüzüm ibrelerinin arasından bir görünüyor bir kayboluyordu.  Onun bana anımsattıklarını kendi kendime konuşurken, köyümden 1500 km uzakta olmama karşın, yüzyüze bir köylümle konuşuyor gibi oluyordum. Bendeki Berit Dağı efsanesini bütün ayrıntıları ile yaşıyordum.

Bornova Profesörler Sitesi’ndeki bağımsız bahçeli evimize taşındığımızda, girişte kapımın önüne diktim onu çok büyük bir özenle bir pazar günü (1993). Pazar günleri genellikle ve bir engel olmazsa özel ve özentili olurdu sofralarımız. Bu pazar da öyle oldu. Bu pazarı da göknarın dikilişi onuruna ayranlı bir Berit Dağı sofrası ile kutladık. O gün hep yaylaları konuştuk ailem ve sofra ehli yakınlarımla. Şiirler okuduk, türküler çağırdık. Berit’in başından seslendik Elbistan Ovası’na, Dadaloğlu gibi. Karacaoğlan sevdasıyla kokladık Berit’in çiçeklerini.  Güldük, ağladık. Sonra “İzmir’in de bir Berit’i var” diye teselli bulduk, böbürlendik kızım Berit’le.

Birgün Tülay (eşim) “Allah herşeyi çift yaratmış derler. Bak senin de iki Berit’in var. Biri Berit Dağı, biri de Berit kızın. Ama göknar yalnız. Bir göknar daha dikmelisin” dedi. Kaçırır mıyım fırsatı. “Haklısın” dedim. Daha lisedeyken ezberlediğim ve yeri geldikçe de sık sık okuduğum Nedim’in MÜSTEZAD (2) şiirinden aşağıdaki dizeleri eşimin sabrına sığınarak bir kez daha okudum:

Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz 
Baş üzre yerin var 
Gül goncasısın gûşe-i destâr senindir 
Gel ey gül-i rana

Şakalaştık ve gülüştük. Aradan üçbeş zaman geçti, Ali Genç’i aradım. Afşinli, hemşehrimdi. Ormancıydı. “Ali, bana bir Kazdağı göknarı (Abies equi-trojani) bul getir” dedim. Getirdi. Kazdağı göknarını da Toros göknarının karşısına diktim. Kendimce bu ikili ile evliliğim arasında bir benzerlik kurmuştum. Tülay Batılı, ben Doğuluyum. Uzak ellerdeniz. Bu bir çift göknar da birbirine uzak ellerdendi.

Diyalektik yasalarından olan (Karşıtların birliği ve savaşımı) yasasını andırır bir biçimde birlikte yaşasınlar diye düşündüm. Onlar da karşılıklı olarak büyüdüler komşu komşu. Bütün aile onlara özel bir biçimde bakarlardı. Özellikle Toros göknarını ailemden biri gibi sayarlardı. O, ailemin bireylerine göre bir tür bir Ericekli , Berit Dağlı ve benim yakınımdı.  Ali (Oğlum), gelir gider takılırdı, göknarları kastederek “Baba bizimkisi daha güzel değil mi” derdi.  “Taabi oğlum”derdim. Yaz gelip de evi uzunca bir süre terkedip yazlığa gideceğimiz zaman bakıcıyı sıkı sıkı tembihlerdik.  “Sakın kurutma ha” derdik. Herkes üzerine titrerdi onun.  Yüksek yerlerin ağacı olduğunu, alçaklara ve sıcaklara dayanamayabileceğini bilirlerdi. Bunu onlara kaç kez anlatmıştım.

Göknarlar gökyüzüne dimdik çıkarlar. Bir milim bile sağa, bir milim sola sapmazlar, eğilmezler. Sedir (Kamalak) ağacı da yükseklerde ve göknarın alt zonunda yetişir. Onun da gövdesi düzgündür ve dik büyür. Ancak sedirin en uç sürgününün boynu aşağı doğru eğik durur. Sedirlerle aynı yükseltilerde yanyana ya da karışık olarak ormanlar oluşturan kara çam birgün sormuş. “Yahu” demiş, “Şeyhinin önündeki derviş gibi her yerin doğru da neden böyle başın hep öne eğik” diye takılmış sedire. Sedir bir inanmış kul edasıyla “Göknar” demiş, “Benden yukarıda göknar var”.

Başka bir söylenceye göre de göknarlar dağları kardeş sayarmış, esen rüzgarlarda kayalarla birlikte uğuldaşır ve kendi dilleriyle aralarında söyleşirlermiş :

Dik doruklar eşimdir
Bulutlar kardeşimdir
Birlikte söyleşiriz
Kayalar sırdaşımdır

Başım göklere değer
Dalım toprağı döver
Sedir selama durmuş
Önümde boyun eğer

Diye türküler çağırırmış.

Gerçekte de dağlar dik başlıdır, onurludur, sabırlıdır. Göknarlar da öyledir. Onlar da dik başlıdırlar, onurludurlar, sabırlıdırlar. Santim santim büyürler ve o dev gibi koca gövdelere çok uzun yıllar sonra ulaşırlar. Kapımın önündeki göknar da gösterilen onca özene karşın 24 (6+18) yılda yalnızca 2 metre 85 santim boya ulaşmıştı. Yani ancak yıllık yaklaşık 12 santim büyüyebilmişti. Göknarlar böylesine ağır ağır büyürler, sonra da boyları 30 metreye kadar ulaşır ve insan eli değmezse yıllarca yaşarlar. Ülkemiz dağlarında 400 yaşında göknarlar olduğu saptanmıştır.

xxx

2010-2011 kışı çok ılk ve yağışlı geçti İzmir’de. Göknar açısından aklıma gelen bir olumsuzluk yoktu. Ben bir ameliyat daha oldum. İyi geçti. Bahara sorunsuz çıktık. Nisanın başlarıydı. Göknarın taze ibrelerinin çıkmaya başlaması gerekirdi. Hergün bakıyordum ona. Ama ibreler çıkmıyordu. Üstelik eski ibreler sararmaya da başlamıştı. Toros göknarı yani Ali’nin deyişi ile bizim göknar kurudu. Çünkü 2010 yazı amansız bir sıcaktı. Göknar daha kışa girmeden bu sıcak vurgununu yemiş ve  yarı diri yarı ölü girmişti kışa. Kışta bir olumsuzluk yoktu ama göknar yaz vurgunundan kurtulamadı.

Göknarın kurumasından sonraki günlerde bu olayı çağrıştıran bir başka olay daha yaşadım. Çok yakınım üçbeş arkadaşımla birlikteydik. Ülke sorunlarını konuşuyorduk her zamanki gibi. Bu yıl genel seçimler yapılacaktı. Ülke seçim havasına girmişti. Biraz da bu nedenle bu tür söyleşmeler daha yoğun, daha sık ve daha  tartışmalı olmaktaydı. Amerika, Avrupa Birliği, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Ergenekon, ekonomi, işsizlik vb sorunlar derken sofradaki en yakınlarımdan birisi Tülay’la beni kasdederek “Çok yanlış yaptınız” dedi.  “Ali Amerika’dan gelmemeliydi” diye de ekledi.

Bildik bir sorun, bildik bir konu. Burada da karşıma çıktı.  Omar Ağa’yı düşündüm. “Daima ileriye ve yükseğe bak. Ama ne kadar yükseğe çıkarsan çık sakın böbürlenme. Ne oldum delisi olma. Devletine, milletine, memleketine sahip ol. Seni devlete, millete ve memlekete hizmet edesin diye okutuyorum” diyen köylü babamı andım. Ne diyeceğimi bilemedim desem yeridir. Anam yetişti imdadıma, “Kalma kötünün sözüne, bilse iyisini eder” dediğini duyar gibi oldum rahmetlinin. Bir de yerinden, yurdundan ve doğasından koparıldığı için kuruyan göknarım geldi gözümün önüne.

Ali çalışkan, yetenekli ve başarılıydı. Osmaniye’de Atatürk ilkokulu’nu bitirdi, sınava girdi ve İzmir Bornova Anadolu Lisesi’ni kazandı. Burada orta kısmını okuduktan sonra Türkiye üçüncüsü olarak İzmir Fen Lisesi’ni kazandı. Üniversiteyi tam burslu olarak Bilkent’te ve istediği bölüm olan Endüstri Mühendisliği’nde tamamladı. Beklemeden yurtdışına gitti. Amerika’da North Carolina üniversitesinde yine tam burslu olarak önce yüksek lisans (2 yıl) ve arkasından da doktora (3 yıl) yaptı. Deneyim için yaklaşık bir yıl da orada bir şirkette çalıştı. Yurda döndü. Karı koca bunun için eleştiriliyorduk. Ali’nin Amerika’da kalmasını  engellediğimiz için suçlu görülüyorduk.

Ali’nin ABD’de kaldığı 6 yıl içerisinde belki 600 kez bizi sevenlerin, eş dost kişilerin ve tanıdıkların Ali’nin Amerika’dan dönmemesi için iyi niyetli önerilerini dinledim, dinledik ailecek. Bu kişiler, bir başbakanımızın bile böyle tercihler içerisinde bulunduğuna değgin söylentileri dile getirerek bize yol göstermeye çalıştılar, eşim ve beni iknaya uğraştılar.

Sanıyorum bu tür eğilimler toplumumuzda yeni de değildir. Belki biraz da bu  bu nedenledir ki Atatürk “Türk ; öğün, çalış, güven” demiş. Demiş ama bunu herkes duymamış olmalı ya da duyanların bazılarının da bir kulağından girmiş öbür kulağından çıkmış olmalı.

Biz ailecek Atatürk’ü duyduk ve duyduklarımız da kulağımızdan çıkmadı. Biz ülkemiz ve ulusumuzu çok sevdik. Eksiklikleriyle sevdik, sorunlarıyla sevdik. Bunlarla yerinmedik, bunlardan utanmadık. Ne ülkemiz ne de ulusumuz eksiklikleriyle ve sorunları ile dünyaya gelmedi ki. Bunları başkalarından satın almadı ki. Bizi eksikli kılanlar, bizi bir yığın sorunlar içinde bırakanlar yine bizden olabilirler ama bu suç tümümüzün sırtına yüklenemez. Ayrıca yüklense de ne yazar ki? Eksiklik varsa, sorun varsa kurtuluş kaçmak mı?

Bizim köyde buna öten kağnıya binmek derler, öten kağnıya binenleri de saman çöpü kadar küçük görürler ve hiç sevmezler. Biz öten kağnıya binmeyiz. Kendi kağnımızı öter hale getiririz gücümüz yettiğince. Biz karı koca, pek çok şeyimizi  elimizden alan yabancıların bir de çocuklarımızı elimizden almalarına göz yumamayız diye düşündük. Biz Amerika için çocuk büyütmedik diye düşündük. Çocuğumuzun varsa bir hüneri ülkesi için göstersin diye düşündük. Bu ülke yurtaşları aç kalıyorsa, açık kalıyorsa, işsiz kalıyorsa kendisi de aç kalsın, kendisi de açık kalsın, kendisi de işşiz kalsın diye düşündük.

Bu konuda şaka ile karışık olmakla birlikte en güzel yanıtı da oğlum Ali veriyordu. Konu açıldıkça “Baba ben Amerika’da başkan olamam ki. Ora doğumlu değilim çünkü. Niye ikinci sınıf vatandaş olayım?” diye bizleri hem güldürür, hem onurlandırır ve hem de düşündürürdü.

O gün elbette bütün bunları uzun uzun anlatmadım oradakilere. Yalnızca kuruyan göknarımın öyküsüyle yetindim.  “Yanlış yapmadığımızı düşünüyoruz” diye de kısaca yanıtladım. Sonra da göknarın öyküsünün sonunu anlatım onlara :

Yurdundan koparılan, kendi doğası ve ekolojisi dışında yaşamaya zorlanan ve de bu zulme dayanamayıp kuruyan göknarın kuru gövdesini bu yaz alıp Berit Dağı’na, kendi vatanına götüreceğim. Kapıkayası’na oyulmuş Gökçe Dede’nin Kaya Saray’ına varacağım. Göknarın başına gelenleri Gökçe Dede’ye anlatacağım. “Onu sana getirdim, buraya dikeceğim” diye ondan izin isteyeceğim. Hiç kuşkum yok  Gökçe Dede bundan çok mutlu olacak ve sarayının sağındaki yani doğusundaki en yüksek kayayı gösterecek bana. O kayanın tepesine çıkacağım. Kayayı kendi ellerimle oyacağım. Kuruyan göknarın gövdesini bu bu kaya oyuğuna dikeceğim. Altında da kendime yatacak kadar bir yer hazırlayacağım. Göknar burada yeniden yeşerecek, dalları çardak çardak yanlara ve tepesi dimdik yıldızlara uzanacak.

Günü gelince birlikte olacağız onunla orada. Güneş bizden doğacak, bizden batacak. Ur keklikleriyle uçacağız kurşun gibi yamaçlardan yamaçlara, kartallarla sarp kayalara yuva kuracağız , mini sarı ela çiçekli boz baytaranlarla kokacağız koyaklarda, sabah akşam selamlaşacağız Binboğa ile. Afşin-Elbistan Ovası’nı dolduran gecenin karanlığı bizden saçılan ışıklarla aydınlanınca gurbetlere akıp giden Esendere’ye, Ceyhan’a yüreğimiz yanarak bakacağız.

Herkes cankulağı ile dinliyordu. Sustum. Bir anlık bir sessizlikten sonra hep birlikte gülüştük. Sonra “Göknara” dedik.

Bornova
17.Nisan.2011

Açıklama

1. Mezdağa (Mezda) : Göknar
2. Müstezad: Divan Yazını’nda, her dizesine bir küçük dize eklenmiş özel bir gazel biçimi.
Guşe : Köşe
Destar : Sarık
Rana : Güzel, hoş

 

 

 

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress