Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

ÜÇÜNCÜ ADAMA

23 Eylül 2011 0 comments Article Anılar
Osman Gökçe

Liseyi, teklemeden 1960 baharında bitirdim. Babam içerde, ben de dışarda gibi içerdeyim. Bedenimle değilse bile ruhumla babamın yanındayım. Ziyaretine gidiyorum sık sık Elbistan’a. Gardiyanlar, bir ayağı hapishanenin kapısında olan bu kara-kuru çocuğa hoşgörülü davranıyorlar. Demir parmaklıklar arkasında babamı görünce boşanıyorum. Çakır ve çakmak gözlü babam bana dayanamıyor. O da beni görünce yağmur gibi döküyor. Gardiyanlar beni teselli etmeye çalışıyorlar.

Ericek yayla, evimizin Poyraz Kapısı’ın önü serin. Kitaplarımla oradayım. Üniversite sınavlarına hazırlanıyorum. Gümüş anam soğuk ayran veriyor ara sıra. Boğazıma duruyor, yutamıyorum. Şardağı’nın kayaları yazın sıcağında ısınıyor, demirci körüğünün önündeki ateşin üstüne koymuşlar gibi yanıyor. Hapishanenin beton duvarlarına vuruyor, çatısına çöküyor, odalara doluyor. Hapishanenin heryeri cehennem. Babam bağrını açmış, kan ter içinde. Babam yanıyor, ben yanıyorum. Anam yığılıyor yanıma, anam ağlıyor ben ağlıyorum. Anam siliyor yaşlarını “Ağlama yağmur gözlüm, kalk git” diyor.

Kalkıp gidiyorum babama, düşüyorum yollara. Yol boyunca kararıyorum, karışıyorum, düşünüyorum, hayal kuruyorum, bastığım yeri bilmediğim oluyor. Bazen durup (Nereye geldim) diye bakıyorum çevreme. Hapishanenin kapısına gelince de göğsüm daralıyor, nefesim tutuluyor. Gardiyanlar kızmıyorlar bana. “Yine mi geldin? Daha dün buradaydın. Dersine çalışsana” diye kızar gibi görünüp koruyucu bir tavırla karşılıyorlar beni.

Gecenin bir yarısında köye dönüş yolundayım. Sarıgüzel’in köpekleri havlıyor. Bana kadar gelmiyorlar. Yol, onlardan uzak.  Oruçlar’ın köpekleri saldırıyor. Ellerim, ceplerim taş dolu. Bir de değneğim var. Kendimi koruyorum. Pıtıklar’dan, Mecitler’den geçerken de aynı şeyleri yaşıyorum. Daha sonra, adı cinliye çıkmış olan İbişoğlunun Köprüsü’den Esendere’yi geçiyorum. Artık cinlerden de korkmuyorum. Köyümün köpeklerinin havlamaları arasında Cami’nin önünden eve yaklaşıyorum. Bozo geliyor üzerime doğru yukarıdan aşağı davudi sesiyle. Ben olduğumu anlayınca elimi, yüzümü yalıyor, sevinç sesleri çıkarıyor. Eve geliyorum. Mutlu son!

Çalmadan açıyor kapıyı anam. Biliyorum uyumadığını ve beklediğini eli koynunda. Yitirmek korkusundan kaynaklanan kaygıdan kurtulmuş olarak sarılıyor bana. “Aç mısın” demiyor. Sormadan koyuyor önüme bulgur aşını. Sessizce yiyorum. Sonra yine o sormadan anlatıyorum olan biteni.

X

Üniversiteye giriş sınavlarına işte bu tür olan bitenlerle hazırlandım. Bedenim evimizin Poyraz Kapısı’nın önünde, gözüm Şardağı’nda, ruhum Elbistan Hapishanesi’ndeki sıcak koğuşta babamla birlikte. Önümde kitaplar, sayfalar, satırlar bir gelip bir gidiyor. Karşımda bir harmandağ gibi Tülüce. Meşe tırıkları (1), koyu yeşil siyah arası  kasvetli bir hava vermiş yüzüne. Ya da bana öyle geliyor. Baktıkça hüzünleniyorum. Tülüce’nin gerisinde Binboğalar arkasını dönmüş dostlar gib duruyor. Varlığımdan habersiz ve  bana karşı ilgisiz görünüyorlar. Alınıyorum. Ama arkamda Berit Dağı var. Yiğit, kararlı, hırslı ve güven verici. Tepeden tırnağa silahlı kardeşimce  “Korkma” der gibi kucaklıyor beni.

Korkmamaya çalışıyorum. Dedemden kalma zahire ambarlarını söküyor, çıkan keresteyi Nadir köyünden Kadir adında bir kişiye satıyor, İstanbul’un yolunu tutuyorum. Akşam Gazetesi’nden Orman Fakültesi’nin burs verdiğini öğrenmiştim, oraya başvuruyorum, kazanıyorum. İTÜ Elektrik’e de başvuruyorum, kazanamıyorum. İçime sinmiyor ama,  İ.Ü. Orman Fakültesi’ne kaydımı yaptırıyorum.

Dönem arkadaşlarım Asım Gür  ve Şerif Torlakçık  ile Orman Fakültesi’ni arıyoruz Hürriyet Meydanı’nda. Sora sora İstanbul’dan, memleketlerimizden İstanbul kadar uzakta bir ormanın içine geliyoruz. “Aha şu kocaman bina” diye dalga geçiyor bizimle eski bir öğrenci sorumuza karşılık. Soluk sarı boyalı büyücek bir ev gibi bir binayı gösteriyor bize. O gün Orman Fakültesi’ni ilk kez görmemin yanında, seçmiş olduğum meslekle ilgili ilginç bir de söylem duyuyorum. Bilgi almaya çalıştığımız eski öğrenciler söylüyorlar : “Ormandan geldik, ormana girdik, ormana gideceğiz”. Kentte yaşama umudu ve özlemi ile yola çıkan benim gibiler için hoş(!) bir sürpriz.

Laleli’de Fen Fakültesi’nde FKB (2) okuyoruz. Tahtakurusu üretim evi olan Nuri Osmaniye’deki Vefa Talebe Yurdu’ndan daha az tahtakurusu olan Vefa’daki Yeni Vefa Talebe Yurdu’nda Asım, Şerif ve ben aynı odada kalıyoruz. Tıp, Eczacılık, Diş hekimliği, Fen Fakültesi ve Orman Fakültesi öğrencileri hep bir aradayız, birlikte ortak derslere giriyoruz. Ancak her fakültenin öğrencileri kendi aralarında toplaşıyorlar, kümeleşiyorlar, birbirbirlerini tanımaya başlıyorlar. Ben de elden geldiğince Orman Fakültesi öğrencilerine yakın olmaya, onları tanımaya ve onlarla arkadaş olmaya çalışıyorum.

Bu sayede ilk ormancı tipolojisini de yakalıyorum. Bakıyorum çevreme, aramızda yabancı yok. Neredeyse hepimiz köylüyüz.

Yıllar sonra, akademik yaşamımda bir çalışma yapıyorum.Türkiye Ormancılık Politikası’nı (3) yazıyorum. Alan araştırmasına dayalı bir çalışma. Bu çalışmada da ormancıların kökenleriyle ilgileniyorum. Bu ilgide, Orman Fakültesi’ne ilk kayıtta karlaştığım ve yukarıda andığım o gözlemimin bir etkisi var mı, bunu bilemiyorum. Ama araştırmamda bu konu ile de ilgileniyorum. Buna da yer veriyorum.

Sözkonusu araştırmanın yapıldığı 1992 yılında ormancılık örgütünde çalışan orman mühendislerinin %60’ının köy, %29’unun ilçe ve %11’inin de il kökenli olduğunu saptıyorum. O yılardaki adı ile Türkiye İstatistik Enstitüsü’ne göre, 1990 Sayımında Türkiye’nin kent nüfusu %59, köy nüfusu da %41’dir. Yani nüfusun %59’unu oluşturan kentlilerin orman mühendisliği içindeki oranı yalnızca %11’dir. Gerisi kırsal kesimden yani köylü.

Demek ki hiç değilse benim üniversiteye girdiğim  yıllarda ve daha sonra yaptığım bu  araştırmanın kapsadığı dönemde ormancılık köy kökenlilerin bir mesleği idi. Bu iyi mi ya da kötü mü idi, bunu uzun uzun tartışmak istemiyorum. Ama bu olgu ile ilgili tek bir çıkarımımı açıklamassam da rahat edemeyeceğim. O da şu:

Osmanlı dönemi kırsal kesimindeki sorgusuz sorusuz devlet bağımlılığı olgusunun ve vatan, millet, devlet heyecanı ile yüklü Cumhuriyet döneminin yine bu kesim üzerindeki etkisinin köy düşünü ya da köy zihniyetine yansıyan devlet anlayışı olmasaydı ormanlarımız çoktan özel sektöre geçerdi diye düşünüyorum. Elbette bu görüşe herkesin katılmasını bekleyemem. Ayrıca, devlet ormancılığı mı yoksa özel ormancılık mı daha iyi tartışmasına da burada girmem. Ama bir dönemin köylü ormancıları olmasaydı ormanlar çoktan özelleşmiş olabilirdi diye bir sonuca varıyorum ben. Çünkü, devlet ormancılığı, benim gibi o dönem köylü ormancıların en belirgin ormancı tipolojisi ve inanç kaleleri idi.

x

Daha o yıllarda Nazım Hikmet’i okumamıştım. Onun Vapur adlı şiirini de bilmiyordum. Bilseydim 27 Mayıs 1957’de yazılan  o şiirin aşağıdaki dizelerini 1960 Güzü’nde Şerif’e de okurdum:

Bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz’in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaz’a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri.”

Çaycuma’lı Şerif’in çocuk yüreği de yanardı. Binmişti Karadeniz’de bir gemiye. O geminin yönü de Boğaz’a doğruydu. Şerif de usulcacık okşuyordu vapuru. Eli de yanıyordu, dili de.

Bir yolcu gemisinden söz ediyorum, hiç binmediğim bir gemiden. İçinde ben yoğum. Ama o gün orada, o geminin içindeymişim gibi o gemide olan biten herşeyi biliyorum. Çaycuma’lı Şerif sık sık anlatıyor bunu biz arkadaşlarına.

Yerin metrelerce altında kazanılan abi parası ile okumaya çalışıyor Şerif. “Ömrümde hiç bir kışı tabanı delik olmayan ve altından su almayan bir ayakkabı ile geçiremedim” diyor. Şerif’in tabanı delik olmayan bir ayakkabısı yoktu ama bir sevgilisi vardı. Yürek yokluk dinler mi? Varıp gidip bir güzele tutuluyor. Ama güzel yüz vermiyor. Umudu orman mühendisliğinde. Kazanırsa, burs alırsa, zaten yük taşıyamayacak kadar darda olan yakınlarına kendisi de yük olmadan okuyabilecek. Mühendis olacak Şerif, orman şefi olacak Şerif, müdür olacak Şerif. Şimdi yüz vermeyen sevgilisinin yüreği de o zaman yumuşayabilecek. Evlenip mutlu olacaklar.

Şerif mühendisliğin yolunda, gemi Karadeniz’de İstanbul’un yolunda. Gemi gidiyor, Şerif durduğu yerde duramıyor, oturduğu yerde oturamıyor. Güverteye çıkıyor, yolcu salonuna iniyor , geminin gıçına geçiyor ve  köpükleri seyrediyor. Yol da hemen bitmiyor ki. Bir yolcu farkediyor Şerif’in olağandışılığını. Usturubuna getirip soruyor. Şerif’i söyletiyor. Şerif zaten dolu, çekingen davranıyor ama konuşmaya da şiddetle şehvetli. Konuşuyor,  birçok şeyi anlatıyor ve sözü  “Orman mühendisi olacağım” diye bağlıyor. Adamın yanıtı dört büklüm ediyor Şerif’i. Adam, sağ elini yumruk yapıp sağ başparmağını yukarı dikerek ve ağzına doğru götürerek “Yiyeceksin yani, içeceksin yani” diyor.  Yamaçtan koca bir kaya düşmüş gibi başına sersemliyor Şerif. Adamın karşısından sarsılarak kalkıyor. Biraz önce, içinde heyecandan zıpzıp zıpladığı geminin neresine saklanacağını, bir köşeye nasıl sığınıp sineceğini kestiremiyor. Küçük ve neşeli bir çocuğun  elindeki çok renkli ve cafcaflı bir balon gibi az önce havalarda uçuşan Şerif iğne batırılmış gibi sönüyor, buruşuyor.  Ezeni, ezileni, emek sömürücülüğünü, sendikacılığı üç beş sözcükle de olsa duymuş olan velinimeti abisine yiyiciliği nasıl anlatırdı Şerif, böyle bir mesleği seçtiğini nasıl söyleyebilirdi? Evlenmeyi hayal ettiği vefasız sevgili de, öğünmek için hazırlandığı gelecekteki mesleğinin içkici ve rüşvetçi bir meslek olduğunu biliyorsa ya da öğrenirse ne derdi Şerif? Bu ve benzeri sorular yumağı doldurur beynini Şerif’in. Yıkılıp kalır öylece.

Şerif, o kadar çok anlattı ki bu öyküyü olayı ben yaşamış gibi oldum. Ömrüm boyunca öten kağnıya binmedim. Yani güçlünün ve varsılın yanında olmadım. Yenenlerin değil yenilenlerin yanında oldum. Güçlü bir takım tutmadım.  Bu özelliğim o zaman da vardı. Şerif yenikti ve ben de Şerif’in yanındaydım olağan olarak. Dolayısıyla ben de yeniktim.

Gerçekte vapurdaki o adam haklı mıydı? Ormancılar çok yiyip çok içenlerden miydi? Bu bir ormancı tipolojisi miydi? Bunu bilemem. Ama, bir sınıflandırmaya göre kişi ya da toplum kimliği emik kimlik ve etik kimlik olarak ikiye ayırılır. Emik kimlik “Ben buyum” denen kimliktir. Gerçekte ne ya da kim olduğunuz önemli değildir. Önemli olan kendinizi ne ya da kim olarak gördüğünüzdür. Etik kimlik ise başkalarının sizi ne ya da kim olarak gördüğüdür. Burada da gerçekte ne ya da kim olduğunuz önemli değildir. Önemli olan başkaları tarafından nasıl göründüğünüzdür. Gemideki yolcunun başkalarını hangi oranda temsil ettiği bilinemez. Ancak bir başkası yani gemideki o yolcu ormancıların yakasına yiyicilik ve içicilik gibi bir etik kimlik etiketi takıyor, çiçeği burnunda bir ormancılık adayının yüzüne karşı.

Şerif’i meslekte de izledim. Ne yediğini ne de içtiğini duydum ya da gördüm. Elbette ormancılar arasında da içki tüketimine katkıda bulunan çok değerli arkadaşlarımız vardı. Buna sebep olanlardan birisi de Orhan Veli’dir(!). Suçlusu da o öğütleyicisi de odur. Dağ Başı onun şiiridir. Bu, ormancılara uyar:

Dağ başındasın;
Derdin günün hasretlik;
Akşam olmuş,
Güneş batmış,
İçmeyip de ne halt edeceksin?

Bir diğer nedeni de çektiğimiz atama çileleridir, partili kişiler ve hükümetlerin baskısıdır. Türkiye Ormancılık Politikası (3) kitabımda, araştırmaya dayalı olarak açıkladığım gibi, orman mühendisleri her üç yılda bir atama geçirirler. Buna can mı dayanır? Şairin dediği gibi “İçmeyip de ne halt edeceksin?”.

Söz buraya kadar gelmişken rahmetli Necdet Algan’ı  ve bizim yörelerin kara çocuğu Memiş’i anmadan geçmek olmaz.

Necdet, Dörtyol’lu bir dul kadın çocuğuydu. “Anamın tarlalardan topladığı gelineli otuyla pişirdiği yağsız aşla doyururduk karnımızı” diye başlardı öyküsüne. Kimbilir kaç kez dinledim usanmadan, bıkmadan.

Dönem arkadaşımdı. O da neredeyse hepimiz gibi burslu okudu. Ağaçlandırmacı oldu. Gücü ve ömrü yetmedi ama gördüğü her çıplak tepe, her kel dağ, her yeşil örtüsü elinden alınmış yamaç için bir ağaçlandırma planı vardı. Bu konuda bir de kitap yazdı.

 

Sohbet ve sofra ehliydi. “Sazlı, sözlü düğünlerde-Bağrımızda sarı sıcak sam yelleri-Anasonlu öğünlerde-Acılı, tatlılı Güney illeri-Ve sarhoşluğumuzun sınırsızlığında” güneşin doğmasını konuştuğumuz nice uzun gecelerimiz oldu. Böyle gecelerde Necdet’in klasiği davul zurna çaldırtmaktı. “Çağırın, gelsin karabacaklar” derdi.  Dinleme biçimi de çok ilginç ve çok özeldi. Kulağını zurnanın çıkış deliğine dayardı. Kulağına üfletirdi zurnayı. Sonra da ağlardı. Güneş doğmadı ve Necdet, ne zaman doğacağı belli olmayan güneşin doğmasını bekleyemedi.

Memiş ise iki evli babanın büyük eşinin çocuğuydu. Memiş,  kendisinin kendisine yakıştırdığı bir takma ad olup onun gerçek adı değildi . Kendisine bu adla hitap edilmesi ayrıcalığını çok yakın bildiği üç beş arkadaşına vermişti. Ben de bunlardan birisiydim.

Bu takma adın da bir öyküsü vardı ama benim anlatacağım bu değil. Ben kurbağa sesini anlatacağım.

İki evli olup da aile bireylerine karşı tam tarafsız olmak her babayiğit babanın harcı değildir. Babası iki evli olanlar bu gerçeği çok iyi bilirler. Memiş’in babası da kuraldışı değildi. En azından Memiş, babasının anasına ve kendisine karşı olumsuz ayrımcı davrandığını düşünüyordu. Bu konuda çok doluydu ve onlarca acı anıları vardı. Herbirini anlatırken de onlarca ağlardı, ağlatırdı. Kurbağa öyküsü de onun onlarca acı anılarından birisiydi.

Memiş bizim oralardandı. Bizim oralarda hububat, bakliyat vb tohumlu ürünler tarladan devşirildikten sonra harman yeri denen düz ve öz bir alana getirilir, harman edilir, gemle (döven) tohumlar başaktan ya da bacıttan (4) ayrılıncaya kadar sürülür (dövülür), sonra rüzgarlı bir havada savrularak sap ve samanından ayrılırdı. Tohum ve saman daha sonra evlere taşınırdı. Bu süreçte geceleri harmanda yatmalar ve hırsızlıklara karşı ürün beklemeleri de olurdu.

Memiş daha ilkokul yaşlarındayken  babası tarafından geceleri harman beklemelerine gönderilir. Gerçekte, harman yerlerinde başka harman bekleyenler de bulunur. Fakat Memiş gece harman yerinde yalnız başına yatmaktan yine de korkar. Ancak bunu babasına söyleyemez, anasına söyler. Anası, babasının feriği (5) ile sıkı fıkı muhabbetini görmektense oğluyla harman beklemeyi tercih eder. Evdekiler de zaten buna dünden razıdırlar. Memiş anası ile yatar harman yerinde.

Köy, karşı yamaçta ve uzaktadır. Işıkları sönmüş kör göz gibi bakar ovaya doğru geceleri. Ara sıra köpek sesleri gelir. Harman yerinde uzak mırıltılar duyulur. Çakmaklar parlar, söner. Gerisi sessizliktir. Memiş anasının eteğine sarılmış gözüne uyku girmez, gökyüzüne bakar çoğu kez. Yıldızları sayar, yıldızları seyreder. Yıldızlar da ne kadar çoklar ne kadar uzaktalar diye şaşırır. Uyumadan önce bir süre anası ile dertleşirler, babasını ve feriği çekiştirirler. Ana dertli, oğul dertli.

Bu gecelerin unutulmayan anısı kurbağa sesidir. Ses kesilince duyulur sesi kurbağaların. Onlar karşılıklı ötüşürler, Memiş dinler. Anlam verir bu ötüşmelere. Birbirlerini seven ya da birbirlerini sevmeyen kurbağalar olduğunu düşünür. Anası, babası ve babasının feriği gibi. Babasına kızar, feriğe içerler. Anasına acır. Kurbağaların sesleri arasında fark bulmaya çalışır. Mutlu kurbağa seslerini, mutsuz kurbağa seslerini, kızgın kurbağa seslerini ayırt etmeye çalışır. Aşka davet eden eden kurbağa sesleri hoşuna gider en çok. Kurbağalar bazen koro halinde öterler, bazen biri susar öbürü öter. Yani biri konuşur öbürü dinler gibi.

Memiş Eğridir’de Kovada Gölü’nün kenarında içki içmeye çağırırdı ara sıra beni. Yanımızda müzik olmazdı. Kurbağa sesleri yeterdi bize. Davras’ta Kasnak Ormanları’na karşı bağrını açar, bağırır ve “Davras üstüme geliyor” diye darlanırdı Memiş. Sonraları bana da türkü gibi gelmeye başladı Memiş’in kurbağa sesleri.

x

Meslek yaşamımın başlarındaydım. Hevesli ve heyecanlıydım. Eğridir’de Göller Bölgesi Kavakçılık Araştırma İsyasyon’unda çalışıyordum. Müdürüm istifa etti ve gitti. Müdürlüğe uzunca bir süreden beri vekalet ediyordum.

Birgün “Müfettiş gelecek” haberi verildi. Telaşlandım ve bilebildiğim bütün hazırlıkları yaptım. Ertesi günü Isparta Orman İşletme Müdürlüğü’nün resmi arabası ile biri bayan iki kişi geldi. Sonradan öğrendim. Bayan, Romans Kemal’in yani müfettişin eşiydi.

Akşam, evimize yemeğe davet ettik. Geldiler. Yemek masasının arkasında küçük ve alçak bir büfemiz vardı. O günlerde okumakta olduğum, Vala Nureddin’in Bu Dünyadan Nazım Geçti adlı kitabı bu büfenin üzerinde duruyordu. Müfettiş Bey de bunu görmüş. Yemek, başından beri samimi ve neşeli geçiyordu. Müfettiş Bey, müfettiş beyliğini hiç hissettirmiyordu. Anason kokulu sofrada zaman biraz ilerleyince Müfettiş Bey  uzandı, kitabı aldı, evirdi çevirdi ve Nazım’dan ezbere şiirler okumaya başladı. “Bugün Pazar-Bugün, beni ilk defa-Güneşe çıkardılar.” derken gözleri yaşarıyordu. Bizler de duygulanıyorduk.

Sofra uzayınca hanımlar izin istediler. Müfettiş Bey’le başbaşa kaldık ve gecenin geç saatlerine kadar konuştuk. Karşılıklı şiirler okuduk. Yaşamöykülerimizi anlattık birbirimize. Hiç benzemiyordu. Bir ara Müfettiş Bey, arkadaşlarının kendisine Romans Kemal adını taktıklarını, arkadaş çevresinde de bu adla bilindiğini ve anıldığını anlattı.  Romantik Batı Müziği çalıp dinlediği ve duygusal davranışlı olarak algılandığı için bu adın takıldığını açıkladı. “Bundan alınganlık duymadım. Övündüm bile. Sen de beni bu adımla bil” dedi gözünün ucunu silerek. Ben de Kayınvaldemin Hicaz’dan hediye getirdiği basit ve fakat benim için bir hazine kadar değerli işlevler gören teybe aldığım, o günlerde henüz yaşamakta olan  babamın türkülerini ve ağıtlarını dinlettim Romans Kemal’e. Göz uçlarımızı birlikte sildik.

Romans Kemal, daha önce tanıdıklarımdan farklı bir ormancıydı, farklı bir tipolojiydi. Daha sonra hiç karşılaşmadım kendisiyle. Bunu bir kayıp sayarım.

İkisi birbirini tanıyor muydu, bilemem. Ben Süleyman Dingil’i de benzer duygularla anarım. İyi bir ormancıydı Süleyman, gitar çalardı. Almanya’da işçilik yapmıştı. İşçinin halinden anlardı. İşçi yandaşı, işçi yoldaşıydı. Toros ormanlarında orman işçilerini eğitmek için uğraşırdı. Isparta Sütçüler’de, Tota Yaylası’nın başında kendisi, ben ve Ahmet Brazer üçlüsüyle geceler boyu ne çok vatan kurtardık, ne çok emekçi kurtardık haddi hesabı sorulmaz. Ormanları kurtaracaktık, orman emekçilerini kurtaracaktık, orman köylülerini kurtaracaktık. O günleri anınca Atilla İlhan’nın İstanbul Ağrısı gelir aklıma :

Ulan bunu sen de bilirsin İstanbul 
Kaç kere yazdım kimbilir 
Kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken 
1949 Eylül’ünde birader mirc ve ben 
Sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık 
Sana taptık ulan 
Unuttun mu
Sana taptık.

Başım ağrır, iki kez bay-pass geçirmiş yüreğim ağrır. Elim kolum üşür, bedenim üşür. Yine ateş yakarım Tota’nın tepesinde. Oradan bakarım tüm yaşamıma. Ülkem ve ülkülerim adına hiç bir şey göremem geride kayda değer. Yerinirim, hüzünlenirim, yuh olsun bize derim.

Yıllar sonraydı. Ilgaz’da bir kongredeydim. Bildiriler, tartışmalar ormanda yürüyüşler ve elbette anasonlu gecelerdeydim.  Bir genç grup toplandı otelin bir köşesine. Ortada diğerlerinden daha yaşlıca bir adam çalıyordu, söylüyordu. Rahatsız etmemeye çalışarak yaklaştım. Çekingenliğimi onların cömertliği ile yenerek katıldım onlara. Lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri ile Kongreyi omuzunda taşıyan ve akşam olunca günün yorgunluğunu öğrencileriyle böyle eğlenerek geçiren bir hocaydı ortadaki, Sezgin Özden Hoca. O geceyi, Romans Kemal’le kendi evimde geçirdiğim geceden, Tota Yaylası’nda Süleyman Dingil ve Ahmet Brazer’le birlikte geçirdiğimiz gecelerden ayrı tutamam ve yeri geldikçe birlikte anarım.

Sonradan, ilgilendim ve öğrendim. Arkadaş oldum. Sezgin, Maçkalı bir memur çocuğuydu Tunceli Mazgirt’te doğan. Bütün memur çocukları gibi o da şanslıydı, Türkiye coğrafyasını tanımakta. Gezdi, tanıdı, sıkıntı çekti. Trabzon’da tiyatro oynadı, İstanbul eğlence mekanlarında  gitar çaldı, şarkı söyledi. Shubert dinledi, duygulandı. Karadeniz türküleri çağırdı ve “Divane aşık gibi de dolanırım yollarda-Kız senun sebebuna kaldum İstanbullarda” derken gözleri yaşardı. Farklı yetişti ve farklı bir akademisyen oldu. Şairdi de şiir yazdı. Onun aşağıdaki şiirini çok sevdim.

Ayışığında Rakseden Üç Adam, Gece  ve Tanrı Zeus

Kapkaranlık kara gecede
Zeus tahtına kuruldu
İçindeki kasveti söküp atması için buyurdu:
-Ay, dolun da gel!
-Dolun da gel ki, içimi kemiren karanlığı yok et!

Ay, Zeus’un gölgesini yeryüzüne düşürmeden
Dolundu geldi.
Ay’dınlandı Zeus’un kasveti ve doğa
Soğuk karanlık yerini mavice karanlığa iteledi.

En uzun ağacın en yüksek dalına konan baykuş sağa sola baktı kör gözleriyle;
Ayışığında üç adam yaklaşıyordu
Ayışığının peşine düşmüşlerdi
Tanrı Zeus’a güçlü, ayışığına çekici görünmek için raksediyorlardı,

Birinci adamın içi başka dışı başkaydı,
Özgüvenli görünmeye çalışsa da aptallığı yüzüne vurmuştu,
Sanırdı ki ayışığı ona tutkun
Söylemezdi aşkını kuşlara bile
Ama raksı onu verirdi ele…

İkinci adam dürüsttü en azından
Sadece raksederdi
Sonu olmadığını bile bile, raksederdi göklere…

Üçüncü adam tanrılarla şarap içmiş,
Tanrıçalarla sevişmiş, yıldızları koşumlamıştı
Güneşin kavuran sıcaklığına yaklaşabilen oydu…

Bir gün, yıldızların arasından süzülen
Ay’ın nar haleleri sarsmıştı onu sessizce
O günden sonra ay’ın dolunmasını bekler
Sadece onun için raksederdi.

Günlerden bir dolun günü
Şavkeden aydan yıldızlar kaybolmuşken gitti ay’a
Dedi;
Ey karanlıkların prensesi
Bilir misin senin için raksederim dolun gecesi?
Yıldızları iter yer açarım sana
Bilir misin halelerin güneşten fazla ısıtır içimi…

En uzun ağacın en yüksek dalına konan baykuş sağa sola baktı körgözlerle
Gökyüzü kararmış, Zeus uyumuştu
Birinci, ikinci raksçı görünmüyordu
Üçüncü raksçı raksediyordu ayın ondörtlerini bekleyerek…

Kapkaranlık kara gecede
Zeus tahtına kuruldu
İçindeki kasveti söküp atması için buyurdu:
-Ay dolun da gel!

O bir Zeus değildi. Ay ışığına aşık üçüncü adamdı belki. Ama kim önleyebilir hayallerimizde kim olacağımızı? Zeus olmak isteriz, ormancı oluruz. Hayalleri kurar, gerçekleri yaşarız. Üçüncü adama!

Urla, Ağustos.2011


çıklama

1. Tırık : Meşe çalılığı
2. FKB : Fizik, Kimya, Biyoloji
3. GÖKÇE,O., (1992), Türkiye Ormancılık Politikası,TÜSES (Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı ) Yayını
4. Bacıt : Tohum kapçığı
5. Ferik : 1. Keklik vb kuşların yavrusu, civciv. 2. (Mc) Taze eş, acer sevgili

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress