Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

YARPIZ

14 Kasım 2011 0 comments Article Anılar

YARPIZ

Osman Gökçe

Köyümüzün bağlı bulunduğu ilçe Göksun olmasına rağmen Yarpız’da yani Afşin’de okudum ortaokulu. Çünkü Koc’anam Yarpızlıydı.

Bizim evde babaanneye koc’ana (koca ana) denirdi. Ben şimdi de öyle diyorum. Batı dillerinden öykünülerek üretilen ve dilimize sokulan anneanne, annebaba, babaanne, babababa gibi sözcüklere yeterince ısınamadım ve bunları sevemedim. Bu sözcüklerin kendi dilimizde nine, ebe, dede, koc’ana gibi karşılıkları bulunmaktadır. Ayrıca, anneanne sözcüğü annenin annesinin kısaltılmışı olarak üretilmişse de  yineleme yolu ile adsözcük yapımı gibi bir görüntü vermektedir. Oysa, yineleme yolu ile adsözcük yapımı dilimizin kurallarına uygun değildir. Türkçe’de yineleme yolu ile pekiştirme yapılır. Büyük büyük, dertli dertli, kucak kucak gibi ardışık yinelemeler birer pekiştirmedirler.

Yine bizim evde ve bizim köyde bilebildiğim kadarı ile Afşin’e de Afşin denmezdi. Koc’anam hiç demezdi. O hep Yarpız derdi. Arada bir Yarpız demeyenler de Afşin değil Avşın derlerdi. Kanımca doğrusu da bu idi. Siz yazarken Afşin diye yazıldığına bakmayın halk onu Avşın diye söyler. Toplum onu kendileştirmiştir. Afşin sözcüğüne (de) ya da (da) ekini eklemekte sıkıntı çekiyorum. (Afşin’de) diyorum olmuyor, (Afşin’da) diyorum hiç olmuyor. Ama Avşın’da dediğim zaman söz ağzımdan yağ gibi çıkıyor.

Afşin’in bundan önceki adı Yarpız ya da Yarpuz, filiskin ya da pülüskün de denen bir nane türünün adıdır. Botanik adı Mentha pulegium’dur (1). Yaban nanesi de denebilir. Ancak kaynaklarda, Bizanslılar zamanında  Arabissos olan ve Arap egemenliğinden sonra da Efesus’a dönüşen bu adın yarpız bitkisinden değil de anılan eski adların söyleniş biçiminin değişmesinden kaynaklandığı da ileri sürülmektedir (2). Buradan da anlaşılmaktadır ki ister eski adların söyleniş biçiminin değişmesinden isterse de yarpız bitkisinden kaynaklanmış olsun, sonuçta Yarpız’a Yarpız adını verenler bugün Yarpız’da yaşamakta olan halkın atalarıdır. Yani Türklerdir.

Halkının Yarpız adını verdiği Afşin, 1944 Yılında Belediye Meclisi kararı ile Horasanlı bir Türkmen komutanı olan ve 1071 Malazgirt Zaferi’ne de katılan  Afşin Bey’in adı verilerek bugünkü adını almıştır.

Yarpız’da bununla da yani bu değişiklikle de yetinilmemiştir. Diğer yerleşim yerleri arasında da ad değişiklikleri yapılmıştır. Örneğin, bir Tecirli köyü olan Kitiz köyünün adı Esence , Hunu köyünün adı da Arıtaş yapılmıştır.

Bunlar doğru mu ve iyi mi olmuştur yoksa yanlış ve kötü mü olmuştur? Şimdi artık bunu tartışmak kanımca hem yararsızdır ve hem de bana düşmez. Ama kendi kendime yaptığım bu sınırlama, bu tür olaylarla ilgili genel bir değerlendirme yapmamı da engellemez. Aşağıdaki düşüncelerim Afşin ile, Esence ile, Arıtaş ile ya da herhangi bir özel yer ile ve o yerin adını değiştirenler ile ilgili değildir. Genel bir yaklaşımdır.

Ad koymak ya da adlandırmak gerçekte insanlığın en büyük buluşlarından birisidir. Adsız bir dünya düşünmek mümkün değildir.

Ad, iki nedenle konur. Birincisi, adı konacak şeyin hiç adı yoktur ya da bilinmemektedir. Bu nedenle o şeye bir ad verilir. İkincisi, bir şeye verilmiş olan ad herhangi bir nedenle değiştirilmek istenir. Var olan ve fakat istenmeyen ad yerine istenen yeni bir ad verilir ve o şeyin adı değiştirilir.

Ad koyarken ve  özellikle bir adı değiştirirken olabildiğince özenli olmak gerekir. Çünkü adlar bilgi yüklüdürler. Üzerlerinde yararlanılabilir bilgiler taşırlar. Siz onu atar ve unutursanız o adın taşıdığı bu bilgileri yitirirsiniz. Yani toplum hafızasını yitirmiş olur.

Sözcükler, uydurulmuş ve anlam kazandırılmış seslerdir.  Ancak, toplum bu işi kendi dilinin kurallarınca ve kendine uygun bir biçimde yapar. Örneğin, Alaiye’ye Alanya, hüriye’ye  hürü deyiverir. Alaiye Türkçe değil ama Alanya Türkçe’dir. Hüriye Türkçe değildir ama hürü Türkçe’dir. Dolayısıyla, kökeni ne olursa olsun,  toplumun yontarak ve yoğurarak kendi diline kazandırdığı adları, canımız öyle istedi diye silkip atmamalıyız.

Bir bakıyorsunuz köylerin adları değişiyor, mahallelerin adları değişiyor, dağların derelerin adları değişiyor, yolların yolakların adları değişiyor, parkların adları değişiyor, okulların hastanaelerin adları değişiyor. Sayın belediye başkanları adam gibi yeni bir park yapıp da yeni ve gönlündeki adı koyacağına yüzsüz hırsız gibi muhalif eski başkanın var olan bir parka koyduğu adı değiştiriveriyor ve kendi sitediği adı koyuyor. Bir koca güldürü destanıdır bu olup bitenler. Ne yazık ki hepsi de gözümüzün önünde oluyor. Aptal yerine konuyoruz ve bu yapılanlara da aldırmadan aptal aptal bakıyoruz. Hatta başkan bizdense yüzsüzce de alkışlıyoruz.

Diğer yandan,  değiştirilen köy adları konusunda Türklük hakkındaki bilgi yetersizliğinden kaynaklanan ciddi yanlışlıklar da yapılmaktadır. Anadolu’daki Türk varlığının derinliği ve yoğunluğunun tarihi kanıtları olan özbeöz Türkçe köy adları da yabancı kökenli zannedilerek değiştirilmektedir (3).

Örneğin, Tiyanşan’da bir Türk köyü adı olan Adıyaman’ın merkeze bağlı Kartı köyünün adı Ağaçkonak olarak değiştiriliyor. Bunun gibi Burdur’daki Oğuzhan köyünün adı Bucak, Tefenni’deki Yüreğir köyünün adı Yeşilköy, Gölhisar’daki Bayındır ve Tarsus’taki Manas köylerinin adları Beylice, adını Göktürk kitabelerindeki Tünges dağından alan Artvin-Yusufeli’nin köyünün adı Yukarıyamaç olarak değiştiriliyor (3).

Bu konuda çok sayıda örnek verilebilir. İlginç olduğu için Güneydoğu’dan da bir iki örnek vermek istiyorum. Örneğin Tunceli-Çemişkezek’te Türkkaravenk köyünün adı Aşağıbudak, Diyarbakır-Bismil’de Türkdarlı (Türkyurdu) köyünün adı Aşağıdarlı, Ağrı–Eleşkirt’te Türkali köyünün adı Dikendere, Mardin’de Reyhaniye köyünün adı Fesleğen olarak değiştirilmiştir (3).

Böyle akıllara sağlık uygulamalarla kendi geçmişimizden mi utanıyoruz ya da böyle yapmakla küçüldüğümüzün farkına varmadan kendi geçmişimizden intikam mı alıyoruz acaba diye düşünüyorum.

x

Yarpız ya da Afşin özelinde söz buraya kadar gelmişken, kişi adlandırmaları ile ilgili olarak da bir ortaokul anımı paylaşmak isterim.

Ortaokulda da çalışkan bir öğrenciydim. Öğretmenlerimle ilişkilerim iyi idi ve beni seviyorlardı. Ben de onları seviyordum.  Ancak Türkçe öğretmenlerimin bendeki yeri başkaydı. Mümtaz Öğretmen de bunlardan birisiydi.

Birgün Mümtaz Öğretmen sınıfta, öğrencilerini daha yakından tanımak düşüncesiyle olsa gerek, ailelerimizdeki okuryazar kişilerle ilgili bir soru sordu. Ben de abim ve babamın okuryazar olduklarını ve her ikisinin de hem Yeni Türkçe ve hem de Eski Türkçe’yi bildiklerini övünerek söyledim.

Her zaman oldukça sakin ve yumuşak huylu olan Mümtaz Öğretmen kızdı. Belki boş bir kuruntu ile söylüyorum ama bana öyle gelmişti ki beni de üzmemeye çalışarak sözü “Sizin suçunuz yok. Size böyle öğretiyorlar. Ama ben bir daha böyle duymak istemiyorum” diye bağladı.

Mümtaz Öğretmen, Eski Türkçe dememe öfkelenmişti. “Ne demek Eski Türkçe” dedi. “Yani Uygurca mı, Göktürkçe mi ya da başka bir Türkçe alfabe mi biliyor abinizle babanız? Elbette hayır. Sizin demek istediğiniz bu değildir. Siz abinizin ve babanızın Arapça okuyup yazabildiğini söylemek istiyorsunuz” diye ekledi.

Öğretmenimin o günkü tepkisinden bu günkü gibi daha ileri anlamlar çıkarabilecek durumda değildim. Üstelik öğretmenimin kızmasına neden olduğum için de biraz burulmuştum. Buna rağmen, bize ait olmayan bir alfabenin bizimmiş gibi bize benimsetilmiş olmasına karşı gösterilen bu tepkiyi haklı bulmuştum. Hoşuma gitmişti. Çünkü ilkokulda Rifat Öğretmen biz öğrencilerinin ulusal duyarlılığımızı beslemiş, büyütmüş ve geliştirmişti. Bu nedenle, Arapça’ya karşı zaten tepkiliydim.

Bu tepkimin diğer etkili kahramanı da babamdı. Ben 1950 ve 1954 genel seçimlerini yaşamıştım. Babam CHP’li idi. Her iki seçimde de partisi ağır yenilgiler almış, seçimleri kaybetmiş ve çok da üzülmüştü. Köyümüzde de ancak üçbeş kişi kadar kalmışlardı. Arkadaşlarım seçim zamanları, birlikte oynarken ya da hayvan otlatırken biraraya geldiğimizde herkesin fes giyeceğini, yazıda Eski Türkçe’ye dönüleceğini, Halk Partisi’ne oy verenlerin gavur olduğunu ve cehenneme gideceklerini konuşurlardı. Bu yüzden arkadaşlarımla kavgalara tutuştuğumuzu bile anımsarım.

Şu günlerde Benazir Bhutto’nun Doğu’nun Kızı adı ile Türkçe yayınlanan anılarını okuyorum (4). Bayan Bhutto, 1977 Mart seçimlerinde babası Zülfikar Ali Bhutto ve onun partisi Pakistan Halk Partis’ne (PPP) karşı da böyle din istismacılığından yakınıyor. Örneğin muhalifler babasının yani Zülfikar Ali Bhutto’nun namaz kılmasını bilmediğini, kendi partilerine verilmeyen oyların Allah’a karşı verildiğini vb propagandalar yapıyorlarmış. Üstelik, babasının TV’de Kuran kursları açmasına, hac kotasını kaldırmasına rağmen böyle yapıyorlarmış.

Bugün bunlar bana çok tanıdık geliyor. Bizimkiler de cennetin anahtarını dağıtıyorlardı. Çok da yadırgamıyorum artık. Kendilerine verilen oyları sayıp ülkede ne kadar müslüman olduğunu saptayacaklardı. Öylesine ki bu ülkenin başbakanlığını yapmış olan bir parti başkanımız cenazesinin Türk bayrağı yerine yeşil örtüye sarılmasını vasiyet etmiş ve öyle defnedilmişti (5).

Benim çocuk arkadaşlarım da CHP’ye oy verenlerin cehenneme gideceğini söylemişlerdi, çok mu?  Şimdi düşünüyorum da biz hepimiz  çocuktuk. Arkadaşlarım bunları kendileri uydurmuş olamazlardı.  Demek ki onların evlerinde büyükler böyle konuşuyorlardı. O kadar da değil, onların büyüklerine de bu tür söylemler büyük olmayan başka büyüklerden, politikacılardan gelmiş olmalıydı. Oysa benim için kim ne konuşursa konuşsun en doğruyu babam bilirdi. Babam aleyhindeki herşey ve herkes benim düşmanımdı. İşte bu nedenledir ki Eski Türkçe’ye de, fese de ve bu bağlamdaki tüm eskilere de karşıydım. İşte o kadar. Gerisi it osuruğuydu.

Bu olaydan sonra zaten aramız iyi olan Mümtaz Öğretmeni daha çok sevdim, onunla daha çok yakınlaştım. Daha önce de yaptığım gibi yerel sözcükler derliyordum köyümden ona götürüyordum, şiir yazıyordum ona götürüyordum. O da bana okumam için kitaplar veriyordu.

Birgün bir erkek kardeşim dünyaya geldi. Babam beni onurlandırdı. Bana “Adını sen koy” dedi. Çok düşünmedim, “Mümtaz olsun” dedim.  Ordu’da kurmay albaylığa kadar yükselen kardeşim Mümtaz’ın adı böyle kondu. Benim için bu olay ortaokullu olmanın en büyük ödülü olmuştur. Ayrıca, babamın bu örnek davranışı da yaşamım boyunca bana yol göstermiştir. Bunu uygulayabildiğim ölçüde kazançlı çıkmışımdır.

x

Ortaokula başladığım yıllarda Afşin bugünkünden daha yeşildi. Arıstıl yolunda dağın dibinden bir su çıkar, akardı. Atlas’ın dibinden bir pınar kaynar, akardı. Eshab-ı Kehf (Yedi Uyurlar) önündeki derelerden çağıltılı soğuk sular gelir, akardı. Afşin bu üçgen suların ortasında yeşil yeşil bakardı. Kuz Bahçe bir yeryüzü cennetiydi. Meyve ağaçları ile örtülüydü. Çiçek çiçek kokardı. Babamın teyzesi gelini Dudu abla burada otururdu. Oraya sık sık giderdim. Oraya giderken, sağdaki iki katlı ve yeşil pencereli evden bir çift göz  bakar, yeni kımıldamaya başlayan çocuk yüreğimi yakardı, yanardım.

Çarşı dediğin (Y) harfi biçiminde, 200-300 metre koridorlu bir büyük aile yuvasıydı. Sıcak, samimi, küçük büyüğe saygılı, büyük küçüğe sevgili, hepsi birbirleriyle tanıdık, hepsi bildik.

Okul çıkışında sola döner dönmez (Y) harfinin kuyruğunun dibinde Gaziantep Lokantası vardı. Benim ilk lokantam. Kaldığım eve gitmez, öğle yemeklerini burada yer ve hemen topa koşardım.

(Y)’nin çatalına doğru giderken sağda Memurlar Kulübü, solda bir içkili lokanta vardı.
Memurlar Kulübü’nün az ilerisindeki girintide hamam bulunuyordu. Erkekler günü ayrı, kadınlar günü ayrıydı. Çoğu çağını geçirmiş ortaokullu büyük öğrencilerin kadınlar gününde hamam çıkışlarını kolladıkları konuşulurdu. İsmail ustanın kardeşi ile birlikte işlettikleri aşevi de bu sıradaydı. İsmail Usta’nın bende hakkı çoktur. İki yıl elinden yedim, içtim. Işıklar içinde yatsın.

(Y) harfinin sol köşesindeki fırın, bildiğim tek fırındı ve çok çalışırdı. Özellikle İlçe Pazarı’nın kurulduğu günlerde içi, dışı, karşısı köylülerle dolar taşardı. İçerideki uzun tahta oturaklarda yer bulamayanlar dışarıda yere çömelirler, diz çökerler, bağdaş kurap otururlar ve sıcacık somunla helva yerlerdi. Bazıları da fırına et attırırlardı. Onlar biraz daha havalı olurdu diğerlerinden. İştahları görülmeye değerdi. Nerdeyse bir somunu ikiye üçe böler ve bitirirlerdi. Pazarın içini gezmek, çarşıda dükkanlara girip çıkan köylüleri izlemek ve özellikle fırın öündeki bu görüntüleri seyretmekle köyüme ve köylüme olan hasretimi dindirmeye çalışırdım. Mutlu olurdum.

(Y)’nin iki çatalının ortasındaki üçgen alan Afşin’in meydanı sayılırdı. Bu küçücük alanın ortasında çok sevimli bir şadırvan vardı. Etrafı demir parmaklıklarla çevriliydi. Burayı çok severdim. Çevresinde döner,  arasıra da içeriye  girer ve daha yakından izlerdim  fiskiyeden yükselen suyun görüntüsünü ve sesini. Berit’ten çıkan sular gelirdi aklıma. Yedikardeşi düşünürdüm, Karnıyarık’ı düşünürdüm . Mutlu olurdum.

Bahar gelince beyaz çiçekli akasyaların kokusu bütün çarşıyı doldururdu. Kanımız kaynardı. Bu hızla, tatil günleri kimimiz köyüne, kimimiz Binboğa’nın yamacındaki Eshab-ı Kehf’e, kimilerimiz de Atlas Pınarı’na koşardı. Atlas Pınarı yolunda bıçaklandım bacağımdan bir kız yüzünden. Kutsal bir yara gibi saklar ve övünürüm onunla şimdi. Pişman değilim bundan.

x

Ortaokulun ilk yılını babamın dayı çocuklarından Halil Atmaca’nın evinde kalarak okudum. Halil Atmaca çocuğu olmayan ikinci eşi Nazmiye Hanım’la iki kişi yaşıyordu. Ben ailenin üçüncü kişisi oldum. Karı-koca Atmacalar, gurbete ilk çıkışımda bana çok destek ve yardımcı oldular. Onlara, ailemin de katkısı ile ve olabildiğince az yük olmaya çalıştım. Ancak benim için katlandıkları külfeti çok önemsiyorum. O iki yaşlı insana karşı gönül borcum çok büyüktür. Işıklar içinde yatsınlar.

İkinci sınıfı Hasan Aslan adında bir sınıf arkadaşımla ev tutarak okudum. Kalaycı Mevlit’in bir göz bir odasını kiraladık. Benim, köyde Sağır Hasan’a yaptırılarak getirilen beşik gibi bir tahta divanım, Hasan’nın da şangır şungur ses çıkaran eski bir demir divanı vardı. Hasan’nın sesi güzeldi. İçten şarkılar söylerdi. Babası yoktu, anası kendisini terketmişti. Halasının okuttuğunu söylerdi. Çarşıda üvey abisi Berber Bebek vardı. Ne kadar ilgileniyordu bilemiyorum. Hasan kayıp bir çocuktu, yalnız ve gözü yaşlı. Bazı geceler  hıçkırıklarını boğmaya çalışarak için için ağlardı. Beni de ağlatırdı.

Hasan aşıktı da. Ben üst katta kalan genç ve evli bir Çeçen bayana vurgundum, Hasan da Askerlik Şube Başkan’ının kızını severdi. Hasan iflah olmadı. Osmaniye’de bir gün “Bir ziyaretçin var” dediler. Bir adam girdi içeri. Tanımadım onu. Tanıttı kendini. O gün Hasan’la birlikte bizim evde yirmidört saat ağladık. Aşklarımız bunu duymadılar. Aşklarımız kaybolmuştu. Kim bilir kaç binlerce kayıp çocuklar gibi Hasan da kaybolmuştu.

Babam,  üzerine evlenince ailesi kocasından ayrılması için anama çok baskı yapmış. Ama anam evini terketmemiş. “Çocuklarım anasız büyümesinler” diye kendini feda etmiş. “Analı kızlar ayıbın gizler, anasız kızlar derede kuzlar (6)” derdi. Gümüş anam bir filosoftu. Herşeyi biliyordu. Hüzünle yaşadığım ve hüzünle andığım Hasan’ın öyküsü, Gümüş anamın ayağının altını kaç bin kere öpsem diye düşündürür beni.

Üçüncü sınıfı kardeşim Hacı (Gökhan) ile okuduk. Ben üçteyken o birinci sınıfa başladı. Esnaftan Kürt İsmail’in oğlu Kürt İrfan sınıf arkadaşımdı. Onların iki odalı evlerini tuttuk ve o yılı orada geçirdik.

Anam “Osman deli, Hacı inatçı, Ali oğlum kadife gibi” derdi. Ama Hacı bana karşı, son küskünlüğüne kadar hiç inatçı olmadı. Ne dersem yapardı. Hoşuna gitmezdi ama fırından ekmeği hep o alırdı. Suyu o getirirdi, sevdiği kızın görmesinden korkarak. Çünkü köyde suyu kadınlar, kızlar taşır. Su taşıma işi kadın işidir. Hacı, bu nedenle çeşmeden su getirmek istemiyordu herhalde. Evde yemek de yapardık. Ne ben iyi bir aşçı ne de o iyi bir yardımcıydı. Ama idare ediyorduk. İyi kardeştik ve mutlu günlerdi.

Fakat Hacı, bana kızgınlıklarının hepsini damla damla biriktirmiş ve su sızdırmaz bir kapta saklamış yıllar boyu. Son küskünlüğüne bırakmış tümünü. Bütün kahrımı çekmiş, sonunda “Yeter artık abi” demiş. Hacı haklı. Hacı güzel bir çocuktu. Bir kız sevdi. Babasından dayak yedi. Okuldan kovulmaktan zor kurtuldu. Hep güler yüzlüydü. Kızlar dahil herkes severdi onu.

x

Yarpız’ı, yaşamımın Yarpızlı sürecini ve ortaokulu anlatırken benim için Yarpız’da başlayan ama ülkemin de çok temel bir sorunu olan yabancı dil sorunu üzerinde de birazcık durmak istiyorum.

Türkiye eğitim-öğretim politikalarının daima bir yabancı dil sorunu ve yabancı dil gündemi olmuştur. Hangi dil öğretilsin, nasıl öğretilsin ya da öğrenilsin soruları hep tartışıla gelmiştir.

O yıllarda, hangi dil öğrenilsin sorusunun yanıtı benim gibi köylü çocukları ve taşra okulları için seçeneksiz bir biçimde Fransızca idi. Nasıl ki bugünkü devlet katının kıblesi Amerika ve kendini aydın(!) sayanların kıblesi de Amerika kentleri  ise bir zamanlar da devlet katının kıblesi Fransa ve kendini aydın sayanlarımızın kıblesi de  Paris’ti. O nedenle bu durumu olağan karşılamak gerekir. Kim bilir belki birgün benim ülkemin insanları da kendi ülkelerini ve kendi kentlerini kıble görürler, kıble yaparlar, kendi kıblelerini bulurlar.

Yabancı dilin nasıl öğretildiği ya da nasıl öğrenildiğini ise başımdan geçenleri anlatarak özetlemek istiyorum.

Ortaokulda çoğu kez bir Fransızca öğretmenimiz yoktu. Fransızca dersine giren başka dal öğretmenleri ya da öğretmen olmayan kaymakam, veteriner, ziraat mühendisi vb ilçe üst düzey görevlilerinden birileri vardı. Bizim Fransızca dersimize de Kaymakam Bey geliyordu.

Tıknazca, karnı ileriye doğru çıkmış, saçları geriye taralı, ablak yüzlü bir adamdı Kaymakam Bey. Okulun koridorlarında resmi geçitteki gibi başı dik yürür, kolları ileri geri abartılı bir biçimde gidip gelir, hiç bakmıyormuş ve aldırmıyormuş gibi çevreye çeyrek gözle bakar, açılın kral geçiyor havasında çalım satardı.

Kaymakam Bey derse girer ve ”Günaydın” der geçer otururdu masaya. Arkasından, şoförü olduğunu zannettiğim siyah giyimli bir kişi  çantasını getirir, öğretmen masasının üzerine koyar ve geri geri sınıftan saygılıca çıkıp giderdi. Kaymakam Bey çantasını açar, içinden orta kalınlıkta cep boyu bir kitap çıkarır, derse başlardı. Bize verilen elimizdeki Fransızca ders kitaplarından dersi işlemezdi. Yüksek perdeden ve göğsünü şişirerek “C’est un livre-Bu bir kitaptır” der ve dediğini tahtaya yazardı. “C’est un garçon-Bu bir erkek çocuk, C’est une file-Bu bir kız çocuğu” vb cümlecikler aynı biçimde söylenir, tahtaya yazılır, sınıfa yüksek sesle tekrarlatılırdı. Tahta dolarsa, buna fırsat olursa, içimizden birimizi çağırır, tahtayı sildirirdi. Buna fırsat olursa diyorum çünkü, çoğu kez tahta doluncaya kadar ders yapamazdık. Sık sık kapı tık tık çalınır, içeriye şoförü ya da memur kılıklı biri girer, getirdiği evrakı imzalatır giderdi. Böylece sık sık dersler bölünür, dikkatler dağılır ama Kaymakam Bey biz küçücük çocuklar karşısında büyüklüğü ve önemliliği kanıtlanmış bir kişi edasıyla derse devam ederdi. Fiil çekimi yapardı. “Je suis-Benim, Tu es-Sensin, İl est-O, Nous sommes-Biziz, Vous etes-Sizsiniz, İls sont-onlar. Yazın bunları defterlere” derdi. Yazardık.

Bu kadarı neyse ne, bazen sınıfın kapısı yine tık tık çalınır, içeri birisi girer, cakalı bir selam verir ve saygılıca eğilerek Kaymakam Bey’e bir önemli sır fısıldardı. Kaymakam Bey, ona “Bekle dışarda” dedikten ve o kişi dışarı çıktıktan sonra “Zil çalıncaya kadar sessiz olun, yazdıklarınızı içinizden tekrar ederek öğrenmeye çalışın. Gelecek ders bunları size soracağım” der ve sınıfı terkederdi. Ortaokulda, üç aşağı beş yukarı buna benzer bir biçimde geçti Fransızca derslerim.

Sıra liseye geldi. Babam Kabataş Lisesi, Haydarpaşa Lisesi der dururdu. Bir yerlerden duymuştu herhalde.  Beni elinden geldiğince iyi eğitmek için özeniyordu. Ortaokuldaki başarımı da çok önemsiyor ve çok büyütüyor olmalıydı ki geleceğim konusunda da çok parlak umutlar taşıyordu. Benimle ilgili beklentilerini anlatırken nutuk çeker gibi yüksek perdeden ve heyecanlı konuşurdu.

Daha ortaokulun birinci sınıfını bitirdiğimde de babamın bir Tarsus Amerikan Koleji hevesi vardı. Keçi sürüsünü satıp parasını bir türlü alamadığı Osmaniye Tüysüz Köyü’nde bizim aşiretten yani bir Tecirli’den  alacağımızı da almak üzere Osmaniye’ye gidişimizi, Tarsus’a telefon etmek için akşama kadar bekleyişimizi, sabır taşını bile çatlatacak bu bekleyişten sonra Kolej yetkilisi ile zar zor görüşmemizi, alınan olumsuz yanıt üzerine babamın küfürlü tepkisini ve çakmak çakmak parlayan gözleriyle yüzündeki kızgınlığı, öfkeyi bugün de canlı bir biçimde görür gibiyim. Arkasından da “Göreceksiniz sizler, profesör olacak benim oğlum” diye beni yüreklendirişini yeniden duyar gibiyim.

Kabataş Lisesi ve Haydarpaşa Lisesi’ne mektupla yaptığım başvurulara olumsuz yanıtlar gelince, cebime o güne göre yeterli miktarda para koyarak “Git Gaziantep Lisesi’ne kaydını yaptır” dedi. Kendince Maraş Lisesi’ni beğenmiyordu. Daha üst bir yer arıyordu. Beni yalnız göndermekle de bana ne kadar çok güven duyduğunu anlatmak istiyordu. Ayrıca bu tür davranışlar onun bir tür çocuk eğitim ve yetiştirme yöntemiydi de.

Gaziantep’e gittim. Ana caddede bir otele yerleştim. Açık-saçık giysili geçten  2-3 kadın vardı otelin giriş bölümünde. Kıkırdaşıyorlardı. Benimle dalga geçtiler.  Bulutlandım. Ertesi günü Lise’ye gittim. Pansiyonda yer yok diye kaydımı yapmadılar. Gaziantep’e gelirken, babamdan aldığım talimat doğrultusunda, PTT binasında akşama kadar telefonla Adana ve Mersin’i aradım. İkisi ile de ancak akşam üzeri konuşabildim. İkisi de olumsuz yanıt verdiler. Geç kalmıştım. Köye döndüm. Aklım otelde kaldı.

Babam büyük bir öfke ve kararlılık içerisinde, köye varışımın daha ertesi günü Gaziantep’e geri getirdi beni. Ama aynı otele gitmedik. Daha lüks bir otele gittik. Gece yattık, sabah erkenden kalktık ve İncioğlu Han’a gittik. Han Kale’nin dibinde bir yerdeydi. Hayri Bey’i sordu babam. Bir adam bürosuna götürdü bizi. Sonradan velim de olan Hayri İncioğlu çok candan karşıladı babamı.

Gaziantep’in saygın ailelerinden olan Hayri İncioğlu, geçmişte  babasının sürülerinin otladığı Berit Dağı’na gelirmiş. Babamla Hayri Bey oradan tanışırlarmış. Sonradan edindiğim bilgilere göre, bu iki deli insan delilikte birbirlerine çok benziyorlardı.

Özel konuşmaların dışında babam sorunumuzu söyledi. Hayri Bey derhal telefona sarıldı. Ali Bey’le konuştu. Sonradan öğrendim, konuştuğu kişi Lise Müdür Muavini Ali Bilen’miş. Ali Bey’e talimat verircesine işi halletmesini istedi. Gittik Lise’ye ve daha önce bana yerimiz yok diyen Pansiyon Memuru Mehmet Bey derhal kaydımı  yaptı. Böylece mezunu olmakla her zaman övündüğüm Gaziantep Lisesi öğrencisi olmuştum.

Okullar açıldı, geldim, Pansiyona yerleştim. Derslere başladık. Önce, Antakyalı Cemil Bey geldi kısa bir süre Fransızca dersine. İyiydi.  Sonra o gitti. Arkasından Asaf İlbay geldi. O da iyiydi. Ama çok sürmedi, o da gitti. Daha sonra bir Maraşlı genç öğretmen geldi. Tazecik bir bekar bayan öğretmenin kapısını bekler, peşine düşerdi teneffüslerde. O bayan öğretmenin dersinin olmadığı ve öğretmenler odasında boş bulunduğu saatlerde  bizim Fransızca öğretmeni derse geç gelir, erken çıkardı. Böyle durumlarda yazılı sınav yapmayı da severdi. Çünkü sınav sorularını verir ve  “Çocuklar kopya çukmek zorunda değilsiniz” diyerek sınıftan çıkar giderdi. Bu satırları okuyanlar mutlaka tebessümle karşılayacaklardır  söylediklerimi. Nezaketen bir şey demeseler bile içten içe asla söylediklerime inanmayacaklardır. Ama inansınlar. Gaziantep Lisesi 1957-60 dönemi 4-C, 5 Fen ve 6 Fen sınıfı öğrencileri buna tanıktırlar.

Sonuçta, Fransızca’yı öğrenmeden liseyi de bitirdim. O zaman üniversitede baraj olan yabancı dil dersi de yasak savma biçiminde ve dil öğrenerek değil de sınav başarılarak geçiştirildi. Daha sonra, doktora aşamasındaki dil barajı, İzmir Fransız Kültür Merkezi Akşam Kursları’na arazi dönüşleri çamurlu çizmelerimle devam edilerek aşıldı.  “Böyle gecenin hayr umulur mu seherinden?”.

Elbette o günlerde de özel yetenekler, özel çabalar ve özel olanaklar sayesinde iyi yabancı dil öğrenen öğrenciler vardı. Ama bunlar sınırlı sayıdaydılar. Çoğunluk, bu şanstan çok uzaktı. İşte o çoğunluk adına olaya bakınca böyle gecenin seherinden hayır olmadığını açıkça görüyoruz:

Konuyu çok dağıtmadan yalnızca tek bir örnekle açıklayacağım:Yasa, özel üniversite açılmasını yasakladığı için vakıf üniversitesi kılıfı adı  altında ülkemizde açılan özel üniversitelerin sayısı, 103 adet devlet üniversitesinin yanında 62’ye ulaşmıştır. Bunların tümü, sözümona ingilizce (!) eğitim-öğretim yapıyor. Türkçe’nin adı yok. ODTÜ gibi, Boğaziçi gibi birkaç itibarlı devlet üniversiteleri ve Türkçe eğitim yapan devlet üniversitelerinin ingilizce işletme, ingilizce tıp vb bazı itibarlı (!) fakülte ya da bölümleri de ingilizce (!) eğitim-öğretim yapıyorlar. Bundan dolayı da gururlanıyorlar. Ayrıca, toplumsal tercihler de onların bu gururlarını cömertçe besliyor. Sizler de gururlanıyor musunuz bu satırların okuyucuları? Pes (!) doğrusu.

Yusuf Ziya Ortaç, “İstiklal Savaşında” başlıklı şiirinde “Kendi vatanımızda vatansızlar gibiydik” diye dile getirmişti bugünküne benzer halimizi. Yine o günlere mi döndük acaba? Dilimiz dışlanıyorsa, dilimiz horlanıyorsa, değersizleştiriliyorsa biz nasıl değerli olabilirz? Umarım ne olduğumuzu daha fazla gecikmeden anlarız :

Unutma
Usunda olsun
Öğren amma özenme
Elin diline
Dilin dilimiz olsun
Uzaklarda arama
Yurdunda bulamadığını
Yok olanı var et
Ülkende yarat
Yaban ellerde aradığını
İlin ilimiz olsun
Çok sapak çıkar
Çok kavşak çıkar karşına
Yılları yürürken atlı ya da yaya
Kanma öyle olur olmaz her davaya
Yolun yolumuz olsun

Osman Gökçe
Bornova, 02.11.2011

Açıklamalar

1. Anonim (1993), Temel Britanica, cilt13, Baskı Hürriyet Ofset, İstanbul.
2. Yınanç, R., Elibüyük, M. (1988), Maraş Tahrir Defteri (1563), I-II, Ankara.
3.Önder, A.T. (2011), Türkiye’nin Etnik Yapısı, Kripto Kitapları, İstanbul.
4. Bhutto, B. , Çeviren: Evren Günsel (2008),Pegasus Yayınları, İstanbul.
5. Necmettin Erbakan.
6. Kuzlamak : Kuzulamak

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress