Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

MARAŞ’TAN ÖTE

4 Mart 2012 0 comments Article Anılar

Osman Gökçe
osman.gokce@ege.edu.tr
bilim.ege@gmail.com
www.osmangokce.net



“Atım kalk gidelim Maraş’tan öte” diyordu bir koşmasında Karacaoğlan. Karacaoğlan gönüllü babam da Maraş’tan öte bir yer istiyordu. Kabataş’ı, Haydarpaşa’yı yani İstanbul’u istedi, olmadı. Tarsus Amerikan Koleji’ni istedi, olmadı. Ama yine de Maraş’tan öte bir yer oldu : Ortaokuldan sonra Gaziantep Lisesi’ne paralı yatılı öğrenci olarak kaydoldum (1957).

Gaziantep Lisesi, 1911 yılında Ayn-ül Marif İdadisi olarak açılmış, 1913’te Ticaret İdadisi ve 1922’de de Sultaniye’ye dönüştürülmüştür. Atatürk’ün Gaziantep’i ilk ziyaretinde Gazianteplilerin istekleri üzerine Atatürk’ün emirleriyle 1 Şubat 1933’te de Gaziantep Lisesi adı ile bugünkü kimliğine kavuşmuştur (1).

Gaziantep bugün olduğu gibi, bir köyden gelen benim gibi bir çocuğun gözünde o gün de büyük bir kentti. Lisemiz de büyük bir liseydi. Ortaokul ve lise bir aradaydı. Yaklaşık 2000 öğrencisi olduğu söylenirdi. Yatılı öğrenci sayısı da 80 kişiydi. Yatılı öğrencilerin bir bölümü parasız ve benim gibi diğer bir bölümü de paralı yatılıydı.

Atatürk Gazianteplidir. Gaziantep Nüfus Kütüğünde ( Bey Mahallesi, Hane 41, Cilt 86, Sayfa 56, Zübeyde’den doğma, Ali Rıza oğlu, 1881 Selanik doğumlu Gazi Mustafa Kemal) diye kayıtlıdır. O günlerde Atatürk, Gazianteplilerin gözünde Gaziantep Milletvekili Kılıç Ali’nin diliyle “Gazidir, Büyük Türk’ün bizzat kendisidir, özüdür. Kütük adı Gazi Mustafa Kemal’dir ama asıl adı Türkiye’dir” (2).

Bilindiği gibi o zamanki söylenişi ile Ayıntap, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 6 Şubat 1921 Tarihli 147. Toplantısı kararı ile Gaziayıntap adını almıştır.

Liseli yıllarımda bir söylenti vardı: Güya Gaziantep PTT görevlileri, posta gönderilerinin adresinde Gaziantep değil de yalnızca Antep yazıyorsa o gönderiyi ya kabul etmiyorlar, iade ediyorlar ya da bir yolunu bulup yok ediyorlarmış. Buna inanırım.

Çünkü o yıllarda, bana göre haklı olarak, Gaziantepliler, Gazilikleriyle olağandan da çok övünürlerdi, onur duyarlardı. Maraş, daha Kahramanmaraş adını almamıştı. Bu nedenle beni de çok kıskandırırlardı.

Benim tanıdığım liseli çağımın Gazianteplileri Atatürkçü, Devrimci ve Cumhuriyetçiydiler. Bu konuda kıskanç, ödünsüz, dimdik ve Kurtuluş’taki gibi savaşkandılar.

Arkadaşlarım, okuyan ve aydınlık çocuklardı. Ülke gündemi ve sorunlarıyla yakından ilgiliydiler. Hüseyin Doğan (Hakim, Milletvekili), Celal Doğan (Milletvekili, Belediye Başkanı), Ahmet Babaoğlu (Avukat, Politikacı), Kemal Gürsel (Avukat), Mehmet Yılmaz (Avukat), Mustafa Yılmaz (Ekonomist), Mehmet Akdemir (Doktor, Milletvekili), Salih Akfırat (Doktor, Şair), aramızdaki adı Allahsız Nusret olan müezzin çocuğu Nusret İnce (Şair), Ahmet Tuğsuz (Avukat, Şair), Hasan Hüseyin Yazlık (Kaymakam, Şair), Gülgü Bayaz (Eczacı), Oktay Güzelbey, Yalçın Söylemez, Kadir Polat (Doktor), Mahmut Ortakaya (Doktor), Metin Kutlu (Harita Mühendis, Şair) ve en az bu saydıklarım kadar saygın ve değerli olan çok sayıdaki arkadaşlarımın tümü ülkeci, uluscu, Cumhuriyetçi, çağdaş ve aydınlık düşünceliydiler. Onlarla onur duyarım.

Bizim Fen Sınıfı’nda 35 öğrenci vardı. Bunun yalnızca 5’i kız öğrenciydi. Emine, Gaye, Gülgü, Gülümser ve Necla. Hepsi çok nitelikli ve çok çalışkandılar. Uygar, aydınlık düşünceli ve davranışlıydılar. Teneffüslerde kümelenip ayrışmazlardı. Biz erkekler de onlara yakın olmak için adeta yarışırdık. Liseyi bitirdikten sonra da izleyebildim bazılarını. Hepsi çok değerli fakültelere girdiler ve çok geçerli meslekler edindiler. Cumhuriyet kızlarıydı onlar. Sevgi ve saygı ile anıyorum kendilerini.

Elbette, öğrenciler arasında o yıllarda da ayrılıklar vardı, tartışmalar ve sözel çekişmeler olurdu. Ama bunlar daha çok da partisel bağlamda ve CHP-DP karşıtlıkları düzlemindeydi. Öğrenciler arasında, Ülkemizde bugün olduğu gibi bir Cumhuriyet karşıtlığı, Atatürk karşıtlığı, Devrimler karşıtlığı, laiklik karşıtlığı vb konular asla yoktu, varsa da su yüzüne çıkmış değildi.

Daha önce de yazmıştım : Benim bir Şair Arkadaşlar Şiir Defteri’m vardır. Yeri geldikçe onların şiirlerini de aktarıyorum anı yazılarımda. Bu defterde yer alan Gaziantep Lisesi öğrencisi arkadaşlarımdan  da bir kaç dizeyi burada vereceğim:

1. Canavar Düdükleri

Gayet hırçın seslerle kulakları çınlatan ;
Etrafa dehşet salan canavar düdükleri…
Sukunet ülkesinde ihtilaller yaratan,
Yüreklere dert katan canavar düdükleri…

Güya bu vahşet değil, medeniyet ülkesi.
İçinde canlanan şey, hüsnüniyet hevesi…
Alemi tehdit eden işte bu düdük sesi!
Yaraları kanatan canavar düdükleri.

Yeni asır içinde bu düdükler çoğaldı,
Cemiyet hayatında bizde hürmet mi kaldı?
Vahşet ve zulmet geldi iyi şeyleri aldı,
Durmadan çığlık atan canavar düdükleri
Dertlerime dert katan canavar düdükleri!

M. Nusret İnce, 1959

2. Kaval

Derdimi izaha mecbur kalınca
Seni üflemeye başladım kaval
Ağlayıp hayale coşup dalınca
Söyle figanını hayranım kaval

Ahmet Tuğsuz, Besni 1959

3. Gurbet

Ne beni tanıyan ne beni bilen
Görmedim ben sende bir yüzü gülen
Kapının önünde bayılıp ölen
Zamanında kefen bulur mu gurbet

Ahmet Tuğsuz, Gaziantep 1960

4. Hatıralar

Hatıralar yılların çağların bekçileri
Hüzün dolu sahneler gönülde çıban başı
Ve kederin yoldaşı insanoğlu derbeder
İyi, kötü günleri hatırlayıp ah eder
Yanakta süzülürken damla damla gözyaşı

Metin Kutlu, 1960

5. Viranede Bir Gül

Şu aşık gönlüme bir nigahınla
Çıldırtan maziyi serdin de gittin
Mahzun gamzendeki içli ahınla
Hayalime bir gül verdin de gittin

Alemde bir mecnun yarattığın gün
Düşümde zülfünü tarattığın gün
Bir lahza görmesem arattığın gün
Zalim maksuduna erdin de gittin

Sana her an aşkı soran gönlümden
Ayrılık derdini saran gönlümden
Ardından virane olan gönlümden
Gönül çiçekleri derdinde gittin

Metin Kutlu
Gaziantep, 1958

6. Ömür

Ömür geçip gidiyor
Coşkun akan sel gibi
Ölüm bizi bekliyor
Meçhul bir emel gibi

Belki çılgın yaşarsın
Sanki milyoner gibi
Bir gün toprak olursun
Sönmüş bir fener gibi

H. Hüseyin Yazlık

X

Öğretmenlerimiz de öyleydiler. Onlar da Atatürkçü, Devrimci, Cumhuriyetçi, halkçı, ilerici ve çağdaş insanlardı. Bizlere karşı hiç bir gerici telkinde bulunduklarına tanık olmadım. Yalnızca ve belirli oranda bazı öğretmenlerimde dil tutuculuğu ve öz Türkçe karşıtlığı vardı. Bazı yazarları öteleme ve diğer bazı yazarları da öne çıkarma eğilimi görürdüm.

Örneğin birgün, 4-C’deki bayan edebiyat öğretmenime “Aziz Nesin komünist mi” diye sordum. Öyle bir “Evet” deyişi vardı ki insanın komünist olacağı geliyordu.

Yine örneğin, benim dersime girmeyen bir başka edebiyat öğretmenimiz vardı ki eski sözcüklerin gizini ve gücünü her fırsatta dile getirirdi. Pansiyon’a da bakan Müdür Muavini olduğu için kendisiyle sıkça görüşebiliyor ve konuşabiliyordum. “Düşünür de ne demek? İnsan helada da düşünür.  Böyle bir uyduruk kelime mütefekkir gibi bir kelamın yerini nasıl tutar” diye kükrerdi arada bir. Ama o kadar, daha ilerisi yoktu. İkimiz de şiir yazar, şiir tartışırdık. Karışmazdı, kızmazdı benim öz Türkçeciliğime. Aramızdaki bu görüş ayrılığı, düşmanlık değil dostluk nedeni olmuştu.

Müzik öğretmeni Ferit Ginol yani Kel Ferit, gözüme Avrupalı’dan ileri bir Avrupalı gibi gözükürdü. Onun, bir okul gecesinde bir diğer öğretmenimizin eşini uygarca bir biçimde dansa davet edişi ile ilgili öyküsünü anlatır anlatır gülüşürdük arkadaşlarla.

Bir ara okulun Spor Kolu Başkanı olarak yakınında bulunmak şansına sahip olduğum beden eğitimi öğretmeni Güzin Kayaalp uygar davranışlarıyla beni çok etkilerdi.

Spor Kolu Başkanlığımın yanında okulun voleybol takımı oyuncusu ve kaptanı olmam nedeniyle de diğer öğrencilere oranla daha yakından tanıdığım Beden Eğitimi Öğretmeni Vakıf Arı (Vakıf Ağa), sert gibi görünen yumuşak kalpli bir öğretmendi. Onun, öğrencileri 19 Mayıslara hazırlayışındaki heyecanı hepimizin yüreğine yansırdı ve her birimiz Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin kendimize söylendiğini duyumsardık. Gururla katılırdık gösterilere.

Fizik öğretmeni mi yoksa filozof mu desem Müdür Muavini Ali Bilen’e. Kırmadan, dökmeden yönetiyor ve bağırmadan, çağırmadan sözünü dinletiyordu. Dersine giren öğrenciler onu bir fizik alimi gibi görürlerdi.

Bizim sınıfın fizik öğretmeni İlhan Çekem ise, baloya gidermiş gibi  her zamanki şık ve özenli giyimi ile derse girer ve sınıfta fiziğin efendisi gibi görünürdü.

Öğretmen gibi öğretmendi Celile Göğüş. Dönem arkadaşım Emine Göğüş’ün annesiydi. Ama ne anne? Evde nasıl davranıyordu kızına, onu bilemem. Ancak okulda, biz diğer öğrencilerin olduğu gibi yalnızca öğretmeniydi Emine’nin. O kadar da değil. Ne güzel şiirler okurdu Celile Göğüş öğretmenim, duyguluydu. Çok yüce, çok yüksekte durur ve fakat çok yakın olurdu.

Şeref Nisa Bayram’a kimse matematik öğretmeni diyemezdi. Şiir gibiydi gülüşü, abla bibiydi öğrencilere bakışı, sevecendi, korkutmadan öğretirdi cebiri. Bu satırları yazdığım günlerde Hürriyet’te kocaman bir (ACI KAYBIMIZ) ilanı çıktı. (Matematik Öğretmeni ŞEREFNİSA BAYRAM 06 Ocak 2012 Cuma günü vefat etmiştir) diye yazılıydı (3). Bütün öğrencileri, bütün sevenleri gibi üzüldüm. Işıklar içinde yatsın.

Matematik öğretmenimiz Fazıl Arısoy yani Öcük’ün ne sınıfta ne de sınıf dışında, ne bir şey dediğini gördüm ne de sesini duydum. Bu kesinlikle böyleydi. Yalnızca bir istisna vardı. Birgün sınıfa girdi, yoklamayı yaptı, tebeşiri sağ eline aldı, kara tahtanın önüne geçti ve olağanın dışında yüzünü kara tahtaya değil öğrencilere döndü. “Köylü olanlar elini kaldırsın” dedi. Neredeyse sınıfın yarısının eli kalktı havaya. Arkasından, köylü olanlara traktörlerinin olup olmadığını sordu. Yalnızca bir-iki kişi kaldırdı elini havaya. Şaşırmıştım. Öğretmenimin ne yapmaya çalıştığını anlamak için çaba gösteriyordum. Öğretmenim anlattı. Olay özetle şöyleydi :

(Traktörlerin arkasında sürüm derinliği ya da pulluk derinliğini ayarlamak için bir ip vardır. Çiftçiler tarlayı sürerken taban kötü çıkar, sert çıkarsa çiftçi pulluk derinliğini bu ipi çekerek azaltır ve sürüme devam eder. Toprak kötüleştikçe ip çekilir, sürüm derinliği azalır. Bizim çiftçiler, düz ovaları da bırakıp ormanları keserek tepe-bayır tarla yapmaya çalıştıkları için pulluk izleri bir çizik gibi olmaya başladı. Tabi, verim de ona göre düştü.  Bizim Maarif de şimdi öyle yapıyor. Öğrenciler tembelleştikçe ipi çekiyor. Tembelliği teşvik ediyor, işi kolaylaştırıyor. Gözünüz aydın. Artık bütün derslerden ikmale kalabilirsiniz. Şimdiye kadar yalnız 4 dersten ikmale kalabilirdiniz. Yıl sonunda 4’ten fazla dersiniz zayıf olursa sınıfta kalırdınız. Sonbaharda ikmal sınavı hakkı yoktu. Ama artık şimdi var. Bütün derslerden ikmale kalabilir, sonbaharda bir sınav hakkı daha kullanabilirsiniz).

Daha fazla uzatmadı, sözü bitirdi. Her zaman, duygularının ne olduğu yüzünden asla anlaşılamaz olan öğretmenimin kızgınlığı saçlarını dik dik yapmıştı sanki. Hışımla tahtaya döndü ve derse başladı.

Şimdi bile şaşıyorum, güldüğü hiç görülmeyen bir öğretmen nasıl oluyor da öğrenciler tarafından bu kadar çok seviliyordu diye. Ama Kimya öğretmenimiz Kemal Bayram seviliyordu. Güldüğünü hiç görmedim. Kızdığını da görmedim. Onun dersinde tanığı olduğum bir olayı anlatmak istiyorum :

Bir arkadaşımız vardı herkesin sevdiği. Kısa boylu, güler yüzlü, güzel sözlüydü. Yoksul bir aileden olduğu belliydi. Dersleri orta derecedeydi. Sonradan, o da benim gibi orman mühendisi oldu. Bir kimya dersinde Kemal Bayram öğretmenimiz kimyasal temizleyicileri, kimyasal açıdan kiri, kirlenmeyi ve kirden arınmayı anlatıyordu. Kirin sabunsuz su ile temizlenemeyeceğini söyledi. Bu arkadaş hemen ayağa kalktı ve “Biz hiç temizlenemiyoruz öyleyse öğretmenim” dedi. Bütün sınıf kıkırdaştık. O buna aldırmadı. Kendi ailesinin de içinde bulunduğunu gizlemeden, sabun bile bulamayan yoksul ailelerin nasıl temizlendiklerini ayrıntılarıyla anlatmaya çalıştı. Kemal Bayram dinledi, sözünü kesmedi. Mustafa sözünü bitirince “Otur Mustafa” dedi. Yorulmuş gibiydi. Beyaz laboratuvar gömleğinin sağ dış cebinden çarşaf gibi mendilini çıkardı, sınıfa hafif yan dönerek burnunu sildi. Mendili cebine koydu. Duraksadı, yutkundu ve dersine döndü.

Ben o gün o dersi hiç anlamadım. Gözüm Mustafa’nın ve öğretmenimin üzerindeydi. Biri (Ne oldu şimdi?) der gibi biraz şaşkın ve biraz da merakla bakınıyordu öğretmene ve öğrencilere, arkadaşlarına. Diğeri nasıldı, tanımlayamıyorum. Ama her zamanki Kemal Bayram öğretmen değildi.

Etkilenmiştim. Kafam ve gönlüm Esendere’nin kenarlarında saçlarını kille, çamaşırlarını meşe odunu külü ile yıkayan köylülerimdeydi. Yüreğim, yırtık giysileri içerisinde tenleri açık, çamaşır tokaçlayan  köyümün kadınlarında, kızlarındaydı (4). Toparlayamadım kendimi. Bir sene önce ölmüştü arkadaşım Hasan Cücük’ün anası. Kış ortasında bir çamaşır günü (Don günü) sonrası tutulduğu  zatürreeden (saplıcan) kurtulamamıştı. Hasan analık elinde büyüyordu. Köye her gittiğimde Hasan’nın derdini dinlerdim. Kimya formülleri gitti, Hasan geldi gözümün önüne.

İşte, o dersin arkasındaki teneffüste sormuştum edebiyat öğretmenime, Aziz Nesin’in komünist olup olmadığını. Aziz Nesin öyküleri okuyordum o günlerde ve işte, o teneffüste öğretmenimin öyle bir “Evet” deyişi vardı ki insanın komünist olacağı geliyordu.

Öğrencilerin Çopur Habba’sı yani Cemile Koral’ı anmadan geçemem. Ondan not almada hiç zorlanmadım. Tarih dersi kitabındaki tarih öğrenimi ve bilgileri açısından da pek bir şey anlamadım. Ayrıca DP İl Başkanının eşi olduğu söylenirdi. Bu nedenle de kendisine yakın değildim. Ancak bana göre, o bana belki bunlardan da değerli bir şey öğretti. Sınıfta bazan havasına gelirse bir konuya dalar giderdi. O bu durumlarda anlattığı konuya öyle hakim, anlatımı öyle içten, öyle istekli, ses tonu şiir okur gibi sözcüklere öyle uyumlu ve verdiği bilgiler öyle doyurucuydu ki Çopur Habba  gözümde çopur olmaktan çıkar Venüs olurdu.  Kendi kendime işte ben böyle bir tarihi seviyorum derdim. Tarihçi olmadım. Ama Cemile Koral öğretmenim sayesinde tarih zevkim ve ilgim hep oldu. Minnettarım kendisine.

Zorunluluk yoksa, Başkarakol’dan kentin merkezine kadar yürüyerek giderdim çoğu kez. Bahçeler içindeki bakımlı evleri seyrederdim. Hüseyin Bayaz öğretmenin evinin önünden geçerdim, biraz çekinerek. Tarih dersime gelmedi ama ondan ders alan arkadaşlarım, diğer öğrencileri çok korkuturlardı. Dersime gelirse diye ben de korkardım. Çok sıkı bir öğretmen olduğu söylenirdi. Oysa, ondan ders almamış olmamın ne büyük bir kayıp olduğunu son sınıfta öğrendim.

Çok hareketli günlerdi, 1960’ın ilkbahar aylarıydı. 27 Mayıs İhtilali’ne bir parmak kalmıştı. Türkiye ve Gaziantep kaynıyordu. Olaylardan çekinildiği için Gaziantep’te, statta ve gösterili olarak 19 Mayıs Kutlamalarının bile yapılamadığı günlerdi. Yatılı öğrenciler olduğumuz için her zaman dışarı çıkamıyorduk.  Ama, valinin DP rozetiyle dolaştığı, halkın da valiye karşı çok tepkili olduğu söyleniyordu. Öylesine ki 19 Mayıs’ın gösterisiz olarak yapılan kutlama alanına halkı selamlamak için vali geldiğinde, ortaya bir köpek salıverilerek halkın vali yerine bu köpeği alkışladığı anlatılıyordu. Çoğu yatılı olan, biz bir grup öğrenci kendimize göre  Atatürk Heykeli’ne çelenk koymak vb masum eylemlerde bulunuyorduk. Ben dahil bazılarımız disiplin cezaları da almıştık. Hüseyin Bayaz öğretmenin kızı ve sınıf arkadaşım Gülgü de (Bayaz Karabey) bu grubun, eylemlere katılmasa bile içindeydi.

İşte böyle bir dönemde Gaziantep’e İsmet İnönü geliyordu. Bir tatil günüydü. Karşılamaya bizim grup da katılmıştı. Gaziantepliler, neredeyse Başkarakol’dan Başpınar’a kadar Adana, Maraş-Gaziantep yolunu hıncahınç doldurmuşlardı. Bu coşku içerisinde, sanıyorum Dülükbaba civarında bir yerde baktım ki Hüseyin Bayaz öğretmen de orada duruyor. Fırsatı kaçırmadım. İnönü de bir türlü gelmiyordu. Çevremizde çeşitli yorumlar yapılıyordu. “Mernderes emir vermiş, vali şehre sokmayacakmış” gibi konuşmalar oluyordu. Hüseyin Bayaz öğretmenin yanına gittim, kendimi tanıttım. O beni küçümsemeden, tersine önemseyerek benimle bir süre konuştu. Koca bir ömrü yaşadıktan sonra, bugün bile haklı bulduğum ve değer verdiğim altın öğütler verdi bana. O gün kendisine çok saygı duymuş ve dersime gelmediği için de çok üzülmüştüm.

Aradan yıllar geçti. Onun yazmış olduğu “Köroğlu-Antep Rivayeti” adlı kitabı buldum ve okudum (5). Bir ara çıkardığı Halkın Dili adlı günlük gazetede neler yazmıştı, onları bulup okuyamadım. Ama bir de şiirini buldum :

AY VE GÜN
Gün ayın peşisıra
Eski tuzağa düştü
Işık rengi bakıra
Döndü toprağa düştü.
Güneş bir ağa düştü
Büyüdü dağa düştü
Bir şehsuvar atından
Sırma otağa düştü.
Duyuldu acı bir ses
Ürkerek baktı herkes
Aldı derin bir nefes
Güneş yatağa düştü.
Yeşil, mavi karardı
Zühreyi uyku sardı
Ay bilmem ne arardı
Yolu uzağa düştü.
Göründü Samanyolu
Gene hicranla dolu
Bayaz, kalbi burkulu
Gün yaman çağa düştü.
Hüseyin Bayaz
Başpınar/1940

Bu dizeleri tekrar tekrar okudum. Hüseyin Bayaz öğretmenin öğrencisi  olamamaktan dolayı da bir kere daha üzüldüm.

X

Okuldaki gibi okul çevresi dışındaki  benim Gaziantep’im de aydınlık bir çevre ve Gazianteplilerim de aydın insanlardı. Çağdaş ve çalışkandılar. Cumhuriyetçi, Devrimci ve ilericiydiler.

Atatürk Gaziantepliler hakkında şunları söyler  (5):
‘Türk’üm diyen her şehir, her kasaba ve en küçük Türk Köyü, Gazianteplileri kahramanlık misali olarak alabilirler”.
“Onlar Gaziantep’i kurtardıkları gibi, Türkiye’yi de kurtardılar”.


Gaziantep’in Kurtuluş Günü 25 Aralıklar, bir önceki yıldan bir sonraki yıla,  görmeye değer daha bir büyük coşku ile kutlanırdı. O gün meydanlar, caddeler, sokaklar dolar; kurumsal binalar, iş yerleri, evler bayraklarla süslenir; herkes hergünkü giysilerden daha farklı, daha renkli, daha ilgi çekici giysiler giyer sokaklara dökülür ve  kış ortasında sanki bahar açardı.
Yaşamımda gördüğüm en coşkulu, en parlak en heyecanlı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramları ve 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramlarını da Gaziantep’te gördüm, Gazianteplilerle yaşadım.

Her cumartesi günü, otobüsten Vilayet Durağı’nda iner Öğretmen Okulu’nun karşısındaki 2-3 basamakla çıkılan Maarif Kitabevi’ne girerdim. Tanış olmuştuk içerdekilerle, evime girmiş gibi hissederdim kendimi. Müşteri demeye dilimin varmadığı oraya gelen kitap okuyucularıyla da hısım-akraba görmüş gibi bakışır ve davranırdık birbirlerimize. Her cumartesi günü bir kitap alamazdım. Ama her cumartesi günü bir kere buraya gelir kitapları incelerdim.

Sonra çarşı pazar gezerdik. Ben o yıllarda Varlık, Hakka Doğru, Hayat, Sinyal, Çağrı (Konya), Gaziantep Meşale, Türk Düşüncesi, Türk Dili, Türk Yurdu dergilerini okurdum. Günlük gazetem o yıllardan bugüne kadar hiç değişmeyen Cumhuriyet’ti. Günü gelen dergilerimi ve gazetemi alırdım, pansiyona dönerdim. Akşama da grup halinde sinemaya giderdik.

Pazarları voleybol ve Alleben değişmeyen proğramdı. Hemen hemen her pazar, sabah kahvaaltısında külek pekmezi tahin verilirdi (6). Pazar günleri, kahvaaltı geç verildiği ve top faslı da erken başladığı için içimizden bir-iki kişi gider kendilerinin ve diğerlerinin pekmez tahinini somunların arasına koyar getirirdi. Bir somunu ısırır bir topa vururduk. O günlerde mutluluğun tanifi bu idi. Tahin pekmez değil de zeytin çıkarsa, 9-11 adet siyah zeytin ve ekmekti kahvaltımız. Bu rakamda hiç bir yanlışlık yok. Bu kadarla doymak zorundaydık. Parası olanlar midelerinin boş kalan üstü için Bakkal Yaşar’a giderdi. Kahge ve sade gazozla  karın doyurulurdu (7).

Öğleden sonra da Alleben’di yerimiz. Hasretini çektiğim köyümü ve köylülerimi en çok burası anımsatır ve burası anlatırdı bana.  Alleben, Esendere kadar coşkulu akmazdı. O Berit Dağı’ndan gelmiyordu çünkü. Esendere başını taşlara çarparak deli deli, köpük köpük ve gürültü ile akardı. Sanki köyümün onbeş yaş delisi delikanlıları gibiydi, bastığı yeri bilmez, deli-dolu ve başı dumanlı. Alleben’se ılım ılım, yavaş yavaş, kıvrıla kıvrıla, belini bükerek akardı düzde yürüyen nazlı bir gelin gibi. Ama olsun yine de bir dereydi, Esendere’yi aklıma getiren.

Esendere kenarında eğleşme yerlerimiz Çayırlık vardı, Karakaya vardı, Balamın Pınarı vardı. Kuşa kurda danışmadan gidip gelirdik. Gelinler kızlar davar sağmaya giderdi, ondan bundan kaçınmadan. Kadınlar söğüt gölgelerinde otururlardı, yüzünü gözünü saklamadan. Türkü çağırırdık, Kılıç Osman’nın dutlarının içinde, ayıp yasak yoktu. Çimenlerin üzerinde güreşirdik, kimsecikler karışmazdı. Delikli Taş’ta çimerdik güle oynaya, tenimize yapışan ağ donlarımızla. Kınayan, darılan olmazdı.

Beylik bir anlatımla (Herkes birbirlerine karşı bacı-kardeş gibiydiler. Asla bir kötülük yoktu) gibisinden bir sahtekarlığa gerek yok. Ericek’te de, Esendere’nin kenarında da karşı cinsler birbirlerine karşı ilgiliydiler. Ama bunun neresi kötü olsun? Olsa olsa olmaması, yasaklanması kötüdür.

İşte Alleben kenarı da birazcık, evet birazcık böyleydi. At arabasına doluşan halktan kişiler   Alleben kenarını Çayırlık’a çevirirlerdi. Renk renk giysiler içinde kızlar, kadınlar, ince bıyıklı delikanlılar, palabıyıklı emmiler, dayılar, babalar oradaydı. Çiğ köfteler yoğrulur, mangallar yanar, çaylar demlenirdi. Çokuşurlardı sofralarının başına. Sazlar çalınır, türküler çağrılır, rakılar içilirdi. Orası Alleben’di, Ericek’e biraz benziyordu, rakı hariç. Rakı sonraki iş. Elbette burada da karşı cinsler birbirlerine karşı ilgiliydiler. Ama kaçgöç yoktu. Kadınlar kızlar bizim köydeki gibiydiler. Yüzlerini gözlerini kapamıyorlardı. Özgürce bakışıyorlar, özgürce elele tutuşuyorlar, yanayana yürüyorlar ve hep birlikte oynuyorlardı. Burayı cennete çeviriyorlardı. Alleben böyle bir yerdi. İnsana özgü, insanın özüne özgü uygar bir yerdi.

X

Liseli yıllarımın, yazılmaya değer bulduğum Gaziantepli anıları arasından ikisini daha anlatmadak istiyorum :

Bunlardan ilki bir mezarlık öyküsüdür. Uzun uzun yazmıştım Berit’in Gözyaşları kitabımda. Bibim Elif’in ölüsü Gaziantep’te kalmıştı.

Elif Bibim’in yaştaşım oğlu Sofu ile kuzu güderdik Berit’in başında, Morun Yatağı’nda, Çavdar’da. Sofu analık elindeydi. Boynunu bükerdi. Ara sıra için için ağladığını görürdüm. Çocuktum, herşeyi iyi anlayamazdım ama yine de yüreğime dokunurdu Sofu’nun bu halleri. Anası Gaziantep’te hastanede ölmüş, babası cenazeyi köye getirmemiş ve orada toprağa gömmüştü. Köyde buna garipler mezarlığına gömülmek  denirdi. İnsan ölüsünü, yeri yöresi belli olmayan bir hendeğe it üleşi atar gibi atıp üstünü toprak ile örtmek biçiminde anlaşılırdı. Özensiz, duyarsız, baştan savma ve kurtulma. Dayım, bibime böyle yapmıştı ya da aile çevresinde olay böyle yorumlanıyordu. Zaten iki evli olan dayımın evde avrada ihtiyacının da olmadığı söylenerek herkes dayıma çok kızıyordu.

Gaziantep’e geldiğimde, köyde ruhuma yansıyan bu duyguları içimde taşıyordum ve bibimin mezarını bulmak için fırsat kolluyordum. Daha köydeyken Sofu “Dayıoğlu anamın mezarını bul” demişti ve ben de söz vermiştim ona.

Kenti iyi bilmediğim için sınıf arkadaşım Metin Kutlu’yu yanıma aldım bir pazar  günü. Kale’nin önünden Alleben’i karşıya geçtik, sola doğru ilerledik ve sağ tarafta bir mezarlık  bulduk.  O yıllarda Gaziantep’te başka mezarlık da var mıydı bilemiyorum. Aramayı da düşünmedik. Zaten burayı görünce yeterince şaşırmıştım. Çevresi duvarlı, kapısı bekçili, içi ağaçlıklı kocaman bir yerdi burası. Mezarlar örülü, başlarında taşlar dikili, üzerlerinde kimlikler yazılıydı. O yazıları okuyarak belki yarım gün bütün mezarlığı gezdik Metin’le. Bibimin adını bulamadık. Kim yazacaktı ki! Bizimkisi çocuk aklı işte.

Başucunda yazılı taş olmayan mezarlar da vardı. Onlardan da hiç bir şey anlamamız mümkün değildi. Cahilliğimizi gizlemeye çalışarak utana sıkıla ve  umutsuzca bekçiye de sorduk. Bibimin adını soyadını verdik. Bulamadık. Boynu bükük geriye döndük. Sofu’ya ne diyeceğimi, durumu nasıl anlatacağımı düşünerek ve az konuşarak geldik okula.

O akşam mütalaada (etüt) hep o mezarlığı düşündüm. Köyümün mezarlığı ile karşılaştırdım. İçinde sığırlar, davarlar otlayan bizim geçmişlerimizin yattığı Bilbilcik’i getirdim gözümün önüne.  Çok üzüldüm, çok utandım, çok kızdım.

Aradan yıllar geçti. Orman yüksek mühendisi oldum. Askerliği yaptım ve Isparta Orman Başmüdürlüğü Yol Planlama Grup Müdürlüğü emrine mühendis olarak atandım (Nisan.1967).  Yol Planlama Grup Müdürlüğü’nün ilk mühendisleri olarak işe başladık Ahmet Brazer’le.

Ahmet okuyan, düşünen, konuşan, tartışan, akıl yüklü, duygu yüklü, çoşkulu ve dopdolu bir arkadaştı. İki toy mühendis, bölgemizde önümüzdeki 30 yıl içinde yapılacak olan orman yollarının tamamının geçiş yerlerini belirliyor ve planlarını yapıyorduk.

Bir trafik kazasında (11.Nisan.1987), hem de okuduğu İ.Ü. Orman Fakültesi’nin bahçesinde, arkadaşı Prof. Dr. Abdülkadir Kalıpsız (1924-2003) Hocamla birlikte gezinirken vefat eden, uzun dönem orman yolları planları yapımının öncüsü Ankara’daki müdürümüz Cemal Kanca’yı, onun bize bu konuda aşıladığı heyecanı, müdür gibi müdür, abi gibi abi kişiliğini asla unutamam. Işıklar içinde yatsın.

Biz iki genç mühendis arkadaş bu heyecanla, müdürümüze olan bu güzel duygularla çiğ arazide gündüzleri akşama kadar dere tepe dolaşıyor ve geceleri harita üzerinde sabahlara kadar kafa yoruyorduk. Toroslara salıverilmiş tor taylar gibiydik, yılkılar gibi.

Biraderdi o, Brazer olmuştu. Soyadının kökenini böyle anlatıyordu. Toplumsal geçmişimizin göçer yaşamı, fetihçi yaşamı, yengilerle ve yenilgilerle dolu yaşamı  Ahmet’in babasını ve amcalarını Balkanlara, Balkanlardan Girit’e, Girit’ten de Nazilli’ye sürüklemişti. Grekçe kökenli brader yani kardeş sözcüğü, babası ve amcalarına oralardan kalma bir mirastı. Soyadı yasası çıkınca bu mirası unutmamışlar, inkar etmemişler. Zaman içinde ve yöresel etkilerle telaffuzu brazere dönüşen ve lakapları olan bu sözcüğü soyadı olarak almışlar. Yani Ahmet Brazer, Ahmet Kardaş’tı.

Gaziantep’te pansiyon öğrencisi iken Kürt kökenli çok arkadaşım vardı. Siverekli Mahmut Ortakaya (Doktor), Suruçlu Abdülkadir Polat (Doktor), Nizipli Salih Akfırat (Doktor, Şair), Mahmut Koçkuzu, Ahmet Postacı ve daha birçokları. Bu arkadaşlar, kendi aralarında birbirlerine ve kendilerine yakın buldukları Türk arkadaşlarına kekem diye hitap ederlerdi. Bana da kekem derlerdi. Ben de onlara kekem diye hitap ederdim. O zamanlar kekem sözcüğünün bugünkü gibi siyasi bir niteliği yoktu. Sakıncalı piyade değildi. Aramızdaki kardeşliği, dostluğu ve sevgiyi anlatırdı.

Ama, ben o gün de ve bütün bu olumsuz gelişmelere karşın bugün de keke sözcüğünü ve keke olmayı kutsal bir miras gibi sakladım. Ahmet’e de kekem derdim. O da benimsemişti bunu  ve o da bana kekem diye hitap ederdi.

Ahmet’le şiirler okurduk, türküler çağırırdık. Kendimizce ve acemice de olsa toplumbilimsel gözlemlerde bulunur, saptamalar yapardık. Yörük mezarları görürdük bir tepenin başında, bir kaynarın kenarında, bir derenin yakasında, bir ağacın dibinde , bir çalının yanında.  Bibim Elif gibi itilivermiş bir hendeğin içine, üzeri toprakla örtülmüş, belli belirsiz bir tümsek. Adı sanı yok. Başında kimlerin bağladığı bilinmeyen çaputlar var bazılarının. Yazı mazı hak getire.

Tahtacılarla dost olmuştuk. İlk tanıştığımızda, adımdan dolayı bana biraz mesafeli dururlardı. Sonrasında da aynı aileden gibi olurduk. Çadırlarında yatardık sorunsuzca, gece yarılarına kadar söyleşirdik. Hasan ehl-i dildi. Biz anlatınca dinler, kendi anlatınca dinletirdi. Saz çalar türkü çağırırdı Toros gecelerinde. Baladız’dan (Gümüşgün) getirirdi boğma rakıyı bidon bidon. Habip ise başka bir yerde başka bir çalışma grubundaydı. Uluğbey’dendi (Senirkent). O da bağlama çalardı. Kendi kurdukları şarap, damacanasında hiç eksik olmazdı çadırın serin bir köşesinde.

Göçleri, yerleşikliği, uygarlığı tartışırdık. Arkasından da dertlenir, biz bize “Karganın derneği olmaz” der ve yerinirdik. Ülkemizi, ulusumuzu, mesleğimizi konuşurduk. Büyük büyük hayallerimiz vardı, düşlerimiz vardı; ardıç kokan, çam sakızı kokan, kekik kokan; ırzına geçilmemiş, kirletilmemiş düşlerimiz. Yitirdik sonra. Hepsini hendeğe gömdük bibim Elif gibi.

Bir bilimsel kongredeydim İzmir Özdere’de. Çevre, Peyzaj, Turizm  bğlamında bir etkinlikti. Toplantının son günü iki Alman bilim adamı, çevre düzenlemeleri ile ilgili ortaklaşa bir slayt gösterisi sundular. Çeşitli örnekler arasında Almanya’daki mezarlıklardan da çokca görüntüler vardı.  Aklım şey oldu! Gerdeğe hazırlanan gelin güvey gibi süslenmişti mezarlıklar. En usta resasamın fırçasından çıkmış ünlü tablolardan daha ustaca boyanmıştı yedi renge. Gökkuşağı gibiydiler. Kırmızılar, turuncular, sarılar, yeşiller, maviler, lacivertler, morlar akıl almaz bir uyum içinde karışmıştı birbirlerine.

Gözümün önüne geldi benden önce yaşayan köylülerimin, yakınlarımın yattığı Bilbilcik Mezarlığı, Toroslarda dağ başı bekçisi olan yörük mezarları, Gaziantep’teki garipler mezarlığı. Sonra biraz önce gördüğüm Alaman mezarlığı . Evet, aklım şey oldu! Hacıkaye Ali geldi aklıma.

Hacıkaye Ali, Ericekli bir halk ozanı. Anası Resul kızı Elif Gaziantep’te öldüğünde henüz dört uyaşındaydı. Abisi Sofu daha şanslıydı, Ali’nin büyüğü idi. Hiç değilse anasını gördü ve onun yüzünü gözünün önüne getirebiliyordu. Ali anasının yüzünü bile anımsayamaz. Anası gurbette gömüldü. Mezarının yerini bile bilemez. Onun anası için yazdığı ağıda benzer şiiri aşağıda veriyorum :

ANAMA

Kalk gidelim deli gönül
Bizi burda bilen de yok
Halimizi arzedecek
Yanımıza gelen de yok

Kalkıp geldim gurbet ele
Derdimizi soran da yok
Senede bir bayram günü
Kapımızı çalan da yok

Çukurovalarda kaldım
Candan cananımdan oldum
Ömür boyu hep ağladım
Derdin nedir diyen de yok

Yeter Ali’m bitir sözü
Söndür bağrındaki közü
Nerde kalmış Resul kızı
Mezarını bilen de yok

Hacıkaye Ali (Ali Kızıltepe)

X

Liseli yıllarımın yazılmaya değer bulduğum Gaziantepli anılarından bir diğeri de bir kaşlı  altın yüzük öyküsüdür (8).

O Polatlı’da askerdi. Askerliğin, gerçek ve bir Tanrı buyruğu gibi kutsal bir vatan borcu olarak bilindiği yıllardı. Ben de Afşin Ortaokulu ikinci sınıfındaydım. İftihar Listesine geçiyordum. Babama kutlama mektupları geliyordu okul müdürlüğünden. Babam bu mektupları cebinde taşıyor, gittiği her yerde ve herkese gösteriyordu, bire beş katarak ve övünerek. Abim Polatlı’dan mektubunu eksik etmiyor ve “Haydi Karaoğlan” diye beni yüreklendiriyor, hevesimi kırbaçlıyordu.

Benim için akıl almaz güzel günlerdi. İzne geldi bir kış günü. Ben de izinli geldim köye. Evimizin, evlik denen ve tüm ailenin oturduğu büyük bölümünde hepimiz toplanmıştık. Biz hepimiz toplanınca yirmi kişi kadar oluyorduk. Herkes neşeliydi, mutluydu. Abim herkesi susturduktan sonra parmağındaki kaşlı yüzüğü yavaşça ve özenle çıkardı. “Bunu sana getirdim” dedi ve yüzüğü parmağıma taktı. Herkes duygulandı. Gözüm oradakilerin herbirisinin üzerinde gezindi. Anamın ve babamın gözleri yaşarmıştı, kardeşlerim gülüyorlardı sevinerek, kendileri ödüllendirilmiş gibi. Sevincimden tepemizdeki toprak damı delip gökyüzüne zıplayacak gibi kendimi güçlü ve kuvvetli hissettim.

Ancak, gözüm en çok Fadime’nin gözlerine takıldı. Bana geğilse bile abime kırılmış gibi hissettim onu. Yüzü eğilmişti. Haklı olarak böyle bir hediyeyi kendisi beklerdi, askerden gelen kocasından. Ama abim böyle düşünmemişti. Bana göre de takdirsizlik etmişti. Abimin bu iltimasını ömrüm boyunca unutmadım ve ona layık olmaya çalıştım.

Yüzük takmak okullarda yasaktı. Gizli gizli takıyordum. İkidebir sevip okşuyordum. Okul dışında göstere göstere takıyor ve taşıyordum.

Ailemin felaketi dediğim 1959’un uğursuz yılbaşını yaşadık. Ben lise ikideydim. Kardeşim Hacı Resul (Gökhan) da Düzce Orman Tekniker Okulu’na girmişti. Hacı’dan bir mektup geldi birgün. Babam içerdeydi. El içine çıkacak hali kalmadığını, cebinde beş kuruş olmadığını ve sürekli ağladığını yazıyordu. Çaresizdim. Gittim, babamın tanıdığı ve beni daha önce tanıştırdığı ünlü bir Gaziantepli ailenin büyüğüne, borç para istedim. Hiç beğenmedim havayı ve anladım. Buna hazırlıklıydım. Önceden düşünmüş ve seçenek oluşturmuştum. Parmağımdan yüzüğü yavaşça çıkardım “Paranızı getirinceye kadar sizde kalsın” dedim. Yüzüğümü aldı, kaba ahşap masanın ahşap çekmecesine koydu ve bana da elli lira uzattı. Dışarı çıktım. Parmağım yerinde yoktu. Yüzük değil parmağımı vermiştim sanki. Yüreğim de yerinde yoktu. Dostluk ve vefa duygularıyla birlikte yere düşüp parçalanmıştı. Kalenin önünden Başkarakol’a, pansiyona yürüyerek ve gözyaşlarımı silerek geldim.

Oturdum, Hacı’ya bir mektup yazdım. Bu kadar az parayı PTT’ye yatırmaya utandım. Hem Hacı adına ve hem de kendi adıma utandım. Paranın yarısını zarfın içine koydum. Ağzını yapıştırdım. Geri döndüm Büyük Postanaye. Postaladım.

Düzce orman Tekniker Okulu Müdür Muavini, her yatılı öğrencinin mektubunu açıp denetlediği gibi Hacı’nın mektubunu da açar. O küçük parayı görür. Dayanamaz gözyaşlarımla yazdığım mektubu okur. O da gözyaşlarını tutamaz. “Cağaloğlu’nun kaldırım taşlarını sökün, ayak izlerimi bulacaksınız” diyen Süleyman Çak’aldır o. Sesini çok beğendiğim türkü sanatçısı Ahmet Sezgin’in kardeşi ya da abisi. Gazete satarak okuduğunu anlatır. Derdimiz aynı. Hacıyı çağırır. “Abini de seni de izleyeceğim” der. Uzun uzun beni över, Hacı’ya da öğütler verir.

Aradan uzun yıllar geçti. Yüzüğü elbette almıştım. Yasin büyüdü. Makine mühendisi oldu. Emaneti sahibine verdim. Yasin abimin büyük oğlu, Fadime’nin yaşayan ilk çocuğu.

Berit Dağı’ndaki çocukluğum, Alleben kenarındaki şiir ve politika kokan gençlik heyecanlarım ve Toroslarda aşk ile aşklar içinde geçen ormancılığım vb derken yine aklım  karıştı! Bu sefer de aklım Davras’ın Kızı’na takıldı :

DAVRAS’IN KIZI

Isparta’da bir akşam
Davras’ın dibinde buldum seni
Mavinin bin tonu arasında
Göle karşı gözlerin
Tarla tarla kokuların ortasında
Saçlarında bahar rüzgarı
Güle karşı gözlerin

Isparta’da bir akşam
Davras değiyor yüzüme
Üşüyorum
Tut ellerimi sıkıca
Yıllar öncesi gibi
Elini vermezsen eğer
Davras’tan Göl’e düşüyorum

Isparta’da bir akşam
Ay doğuyor Davras’tan
Eğridir Gölü kıpır kıpır boncuk boncuk
Oynaklığında bir dilberin
Kovada Gölü kuytuda
Ayı kucağına almış bir gelin
Farkında değil sensizliğin ve kederin

Isparta’da bir akşam
Sırtımı Dulup Dağı’na dayadım
Sabaha kadar seni düşündüm
Halı dokudum sabır dokudum ilmik ilmik
Gelinlik kızlarla
Tezgah başında
Tek tek elmaları topladım dalından
İçtim
Baladız bağlarından
Sarhoştum
Ve sana ulaşmak için çok koştum
Yetişemedim
Geç kalmıştım
Kestim cezamı

Isparta, Ocak 2009

Gaziantep, Maraş’tan öte bir yerdi. Ama, Gaziantep güzeldi, Gaziantepliler güzel insanlardı. Burada saydıklarımdan dolayı güzeldiler. Daha çok da burada saymadığım, sayamadıklarımdan dolayı güzeldiler. Gaziantep’i çok sevdim ve hep sevdim.

Masraş’tan öte daha nereler var, daha neler var kimbilir? Anam Gümüş söylerdi: Yaşa ki ne gele başa.

Kaynakça

1. http://www.gazianteplisesi.k12.tr/
2. http://www.gaziantepsavunmasi.org/index.php?sf=2&icid=13
3. Hürrüyet gazetesi, 07.01.2012
4. Tokaç : Çamaşırları yıkarken onları taş üstünde dövmek için kullandıkları ağaç tokmak
5.Bayaz, H. , Köroğlu-Antep Rivayeti, Karacan Yayınları
6. Külek pekmezi: Daha çok küleklerde pazarlandığı için katı pekmezin yerel adı.
7. Kahge : Bir tür Gaziantep simiti
8. Kaşlı yüzük : Düz halka olmayan ve üzerinde süsleri bulunan yüzüklere verilen yerle bir ad.

w

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress