Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

YANIMDA DURUN HATIRALAR

17 Mayıs 2012 0 comments Article Anılar

Osman Gökçe
osman.gokce@ege.edu.tr
www.osmangkce.net

Üniversiteyi ya Paris’te ya da İstanbul’da okuyacağım diyordum kendi kendime. Buna aç tavuğun buğday ambarı düşlemesi gibi bakılabilir. Ama böyle bir yorum doğru olmaz. İnsan baktığı yere ulaşır. Ulaşamazsa da ulaşamamış olur. Ben de Paris’e ulaşamadım. Böylece de, liseli yıllarımın bir rüyası söndü. Sönerse sönsün. Rüya görmek izne tabi değildir. Yenisini görürüm.

Ailemin başındaki felaketten dolayı lise diplomamı, erkence gidip alamamıştım Gaziantep’ten. Üniversite sınavı zamanı gelince gittim. Diplomamı aldım ve sınıf arkadaşım Ünal Özhabeş’le  uzun bir tren yolculuğu yaparak Sirkeci’de bir bitli otele indik. Ünal’ın İstanbul’da yakınları vardı. Sağolsun, ertesi günü beni Nuri Osmaniye’de Vefa Talebe Yurdu adında tahtakurulu bir yurda yerleştirdi ve benden ayrıldı.

O zamanlar bugünkü gibi merkezi bir sınav yoktu. Her üniversite ve her fakülte için ayrı sınavlar vardı. Sınavlar yapıldı. Sonuçlar heyecanla beklendi ve ben İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’ni burslu olarak kazandım. Kaydımı yaptırdım. Paris olmadı ama İstanbul oldu. Nedim’in gazelini anımsadım : Bir nim neşe say bu cihanın baharını-Bir sagar-i keşideye tut lalezarını (Bu dünyanın baharını bir yarım neşe say-Laleliğini içilmişbir kadeh şaraba eşit tut)  dedim kendi kendime. O günlerde, yarım neşe de çok neşeydi benim için. Nedim gibi neşenin, sevincin, şuhun ve şuhedanın Lale Devri saray şairi bile bir yarım neşeyle yetiniyorsa ben Berit Dağlı köylü çocuğu nasıl isteyebilirdim ki daha fazlasını? İsteyemezdim. Ne var ki bu düşüncemi şimdi ablam Ataş Habba duysaydı bana istem ederdi ve “O da kim oluyor ki?” diye büyüklenirdi.

Bir şey olmuştu ama başka bir şey daha olmuştu: Bedenim bölünmüştü, parça parça olmuştu. Bir parçam İstanbul’da, bir parçam Elbistan’da dört duvar arasındaki babamla birlikte ve diğer bir parçam da köyümde,  Senem Kızı  Gümüş Anamın ve ailemin yanındaydı.

Bir mektup Senem Kızı Gümüş’e yazdım. Evden para istemeyeceğimi bildirdim. Bunun onu çok mutlu edeceğinden kuşkum yoktu. Yanıt iki ay sonra geldi. Kardeşim Ekşi Mehmet’e yazdırdığı mektubu aldım. Yüzü hiç gülmezdi rahmetlinin. Bu nedenle Ahmet Dayısı ona bu adı takmıştı. Mektubun bir yerinde “Gara Osman’ım, yağmur gözlüm sen burayı düşünme, derslerine iyi çalış” diye yazdırmış ve sonuçtan memnun olduğunu da dile getirmişti. Yanıt beklediğim gibiydi.

Bir mektup da Elbistan’a yazmıştım. Oradan da beklediğim yanıt, beklediğim gibi geldi. Buruktu. Çünkü o kendi dilindeki yapı mühendisliğini yani inşaat mühendisliğini istiyordu benim için. Mektubunda bir olumsuzluk belirtmemişti, olumsuz bir söz yazmamıştı. Ama ben onun ne dediğini bilirdim. O bu sonuçtan yeterince mutlu olmamıştı. Ancak ona da “Bir nim neşe say bu cihanın baharını” diyemezdim. Boynumu büktüm, mektubu katladım ve bu satırları yazdığım güne dek sakladım. Yalnızca, onun “Yiğide dar yer olmaz” özdeyişine sığınarak yola çıktım, ormancılığa adım attım.

X

Üniversitenin ilk yılını yani FKB’yi (Fizik, Kimya, Biyoloji), diğer FKB okuyan bölümlerle birlikte Laleli’de Fen Fakültesi’nde okudum. Vefa’da Yeni Vefa Talebe Yurdu adında yine tahtakurulu bir özel yurtta kaldım ve bir odayı üç kişi ile paylaştım.

İkinci sınıfı Kireçburnu’nda, üçüncü ve dördüncü sınıfı da Büyükdere’de tek bir oda kiralayarak geçirdim. Güç koşullarda yaşadığım bu son üç yılı isteseydim, o güne göre oldukça konforlu sayılabilecek Bahçeköy’de Orman Fakültesi’nin  içindeki öğrenci yurdunda dört kişi bir odada kalarak geçirebilirdim. Kışın Boğaz’ın sert soğuğunu yaşamazdım. Yıkanmak için sıcak su derdi çekmezdim. Bursum da bana daha yeterli olurdu.

Ama istemedim. Çünkü, benim doğam buna uygun değildi. Bir odada ortaklaşa yaşamak beni zorluyordu. Eğer olanak varsa ve  koşullar elveriyorsa kendi doğama uygun yaşamayı yeğlerdim. Ben de bunu yaptım.

Genelde çok övülen ve önemsenen uyumluluğun, yadsınamaz pek çok olumluluklarının yanında  ödüncülüğü de gerektirdiği ve bireyi ödüncülüğe zorladığı ya da yönlendirdiği gibi bir öndüşünceye sahibim. Bu yönümden yakınmadım ve bu çıkıntılı yönümü yaşamım boyunca kendime ve çevreme saygı içinde korumaya çalıştım.

X

Üniversiteli yıllarımda okuma dağarcığıma giren en önemli yayın Yön oldu. 27 Mayıs 1960 İhtilali’nden sonra ortaya çıkan yeni siyasal arayışlar bağlamında 20 Aralık 1961’de bir bildirge ile yayına başlayan Yön’nün 30 Haziran 1967 Tarihindeki kapanışına kadar sadık bir okuyucusu oldum.

Yön konusunda bir siyasal bilimci gibi konuşmam ve yazmam yanlış olur. Kendimi böyle bir yetkiye sahip saymam.  Nasıl olsa bu alanda akademik ve akademik olmayan epeyce çalışma ve yayın bulunmaktadır. İlgilenenler istedikleri ayrıntılı bilgilere bu yayınlardan ulaşabilirler.

Ancak ben şu kadarını söylemekle mazur görürüm kendimi ki Cemal Reşit Eyüboğlu, Mümtaz Soysal ve Doğan Avcıoğlu’nun kurucusu olduğu haftalık Yön Dergisi benim için bir üniversite olmuştur. İlk çıkışında açıklanan bildirgeyi, önce 164 kişi olan daha sonra 1042 kişiye yükselen bu bildirgeyi imzalayanları , Yön’de yazı yazanları ve oradaki yazılanları her zaman çok önemsedim.

Biz bir grup Yön’cü öğrenciydik Orman Fakültesi’nde. Dağıtıcısı, dergiyi YONT! YONT! diye bağırarak verirdi heyecanlı ellerimize. Onun böyle bağırması çok hoşumuza giderdi .  Köyümüzden mektup gelmiş gibi okurduk ağaçların altında. Döner, birbirimizle tartışırdık yazılanları. Yontacağımızı düşlerdik toplumuzdaki kabuk bağlamış kirliliklerin tümünü ve ulaşacağımıza inanırdık tertemiz öze.

Kabuklar katmerleşti, özü hiç bir zaman bulamadık. Yeterince yontamadık demek ki kötülerin üst üste katlanarak oluşturduğu o kalın kütüğü. Biz orman işçileri ve tüm işçilerimiz bu kütükleri, evvel Allah sırtımızda bugün de taşımaya devam ediyoruz. Sessizce ve farkına varamadan toplumsal gücümüzün sanki güçsüzmüşcesine yenik ve umursamazca boynumuz eğik.

Bu konu açılmışken bir gözlemimi dile getirmek isterim. Çetele tutup teker teker kayıt çıkarmadım elbette. Ancak, çok yakından ve içlerinde yaşayarak gözlemledim:

Orman Fakültesi’ndeki Yön okuyucusu öğrenciler çalışkan öğrencilerdi, dersleri iyi öğrencilerdi ve kısaca söylemek gerekirse seçkin öğrencilerdi. Buna karşın meslek yaşamımda bu öğrenciler konusunda büyük bir düş kırıklığına uğradım. Fakülte yıllarındaki bu çok seçkin öğrencilerin hemen hemen hiç biri meslekte ön sıralara, karar verici makamlara gelemediler. Engellendiler çünkü. Sistem kendisinden olmayanları dışlıyordu çünkü.

Gümüş Anam anlatmıştı bir köylü öyküsü ile ve köylüce sözcüklerle. “Gün gelecek küçük taşlar büyük taşların üzerine binecek” derdi. Ben kamu yaşamımda hep bunu gördüm. Gümüş Anamın dediği gibi hep küçük taşlar yuvarlandı büyük taşların üzerine bindi. İyiler, çalışkanlar, dürüstler ezildi. Kötüler, kendi cüzdanına çalışanlar, hırsızlar ve uğursuzlar hep öne çıktı.

Bu gözlemimi doğrulamayan örnekler de vardı. Bu tür kişilikleri de erişebildiğim oranda inceledim. Ama hep midem bulandı. Her zaman şunu gördüm ve anladım ki en hafif anlatımla düzen ancak kendine benzeterek bünyesine alıyor birtakım yılgınları ve yol yorgunlarını. Benzeyenlerin yolu açık olsun!

Açık olsun ama, Emine’nin gözleri geliyor gözlerimin önüne. Gözlerimi  Emine’nin gözlerinden ayıramıyorum. Öyle hüzünlü,  öyle umutsuz, öyle derin ve öyle çok şey biliyormuş gibi bakıyor ki yüzüme, onun yüzünde başlayıp onun yüzünde bittiğini düşünüyorum bütün ömrümüm. Onun bakışlarıydı diye yorumluyorum tüm geçmişimi. “Bütün maceran bu işte” diyorum kendi kendime. Al sana diyorum, al işte sonuç. Yeriniyorum, kendimi ve kendi kuşağımı aşağılıyorum belki haksızca, çalışma odamda yapayalnız.

Masallardaki gibi altı ay bir güz gitmişiz bir de geriye doğru dönüp bakmışız ki bir arpa boyu yol gitmişiz.

Emine asmıştı kendini yokluktan, yoksulluktan. İki küçük çocuğunu öksüz bırakmıştı. 26 yaşında söğüt dalı gibi bir gelin. En sıcak ili Türkiye’nin, en bol, en bereketli ili ülkemin, Adana’da :

16 Mart 2012
Sıradan bir gün
Sıradan bir haber
Gazetelerdeki
Sayısızca benzerleri gibi
Okunup geçilen

Emine yirmi altı yaşında
Baharında ömrün
Geçim telaşında
Adana’da yaşıyor
Bolluk bereket ve sıcağın simgesi  Çukurova’da
Emine dara düşüyor

Bu yaşta iki çocuklu
Elde ayakta biri
Omuzu mavi boncuklu
Öteki emlik kuzu
Beşikte belekte
Emine’nin çocukları üşüyor
Od yok odun yok
Emine’nin aklı şaşıyor

Koca işsiz ev kiralık
Emine umarsız
Ev sahibinin sabrı tükenmiş
Acımasız amansız
Emine düşündü bir aralık
Buldu çareyi
Komşular bildirdiler polise
Emine’nin bulduğu çareyi
Çocuklar bir odada öksüz
Emine bir ipte sallanır
Öbür odada cansız

Şimdi kader mi bu Emine’ninki
Yokluk yoksulluktan kendini astı
Kaderini yazan düşman mı sanki
Emine’ye neydi  kaderin kastı

Siz ağladınız mı ben ağlamadım
Tüm Emineleri yaşadım bir bir
Ağıtlar yakarak yas bağlamadım
Yürüyorum cellat boynumda kendir

Biliyorum, hiç bir ağıt ölüyü geri getirmez. Emine de gitti, gelmez geri. Toplumumuz Eminelerle dolu. Boynumuzda kendir de olsa yürümeliyiz.

X

İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğrenciliği yıllarımda, bugün için de yazmaya ve anımsanmaya değer bulduğum Öğretici-Öğrenici ilişkileri konusuna değinmek isterim :

Ben, hepsini birbirinden değerli bulduğum hocalardan ders aldım. Işık kaynağımdır onlar:

  • Bir ara bakanlık da yapmış olan Prof. Dr. Fikret Saatçioğlu (1910-1983),
  • Yine bir ara bakanlık yapmış olan Prof. Dr. Selahattin İnal (1909-1996),
  • Bir dönem istanbul Üniversitesi Rektörlüğünü yapmış plan Prof. Dr. Fehim Fırat (1908-1980),
  • Tek ordinaryüsümüz Ord. Prof. Dr. Asaf Irmak (1905-19969,
  • Öğrencileri arasında Balkanlar’ın ve Ortadoğu’nun en büyük ağzı diye bilinen geodezi hocası Prof. Dr. Kemal Erkin (1910-1989),
  • Önce Yüksek Orman Mektebi ve arkasından da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, Münih Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde doktorasını yapmış olan Prof. Dr. Şeref Nuri İlkmen (1903-1983),
  • Öğrencilerinin “Yaşamıyoruz ki yaşlanalım” esprisini dilinden düşürmedikleri Prof. Dr. Abdülgafur Acatay (1903-1993),
  • Ormancılık lisans öğrenimini ve doktorasını Münih Üniversitesi’nde yapan Prof. Dr. Adnan Berkel (1908-1988),
  • Doktorasını Avusturya’da yapan Prof. Dr. Faik Tavşanoğlu (1908-2001),
  • Kendisine öğrencileri tarafından, Fakülte Park-Bahçesi’ndeki Magnolia grandiflora (Büyük çiçekli manolya) ağacına iyi bakamadığı ve kuruttuğu için asistanı Haluk Ünlügil’in başını koparacak kadar ağaç düşkünlüğü sıfatı yakıştırılan Prof. Dr. Hayrettin Kayacak (1911-2001),
  • Av hayvanlarını anlatırken “Erkek av hayvanlarının daha gösterişli olduğunu kabul ediyorum. Ancak insan türünün en güzeli kadınlardır” esprisi öğrencilerinin dillerinden düşmeyen Prof. Dr. Savni Huş (1911-1996),
  • Şiir okur gibi amenajman dersi anlatan Prof. Dr. İsmail Eraslan 81917-2007),
  • Türkiye’de verilen ilk ekoloji dersinin genç yaşta yitirdiğimiz ve bir kere sormakla bütün öğrencilerinin adlarını ezbere söyleyebilen bilgisayar hafızalı hocası Prof. Dr. Mehmet Sevim (1916-1964),
  • Dilinden ders dışı, böcek dışı başka sözcük duyulmayan Prof. Dr. Refik Erdem (1912-1998),
  • Bir dönem TÜBİTAK Genel Sekreterliği’ni de yapmış olan Prof. Dr. Muharrem Miraboğlu (1921-1988),
  • Matematik istatistiği ormancılığa yerleştirmiş olan Prof. Dr. Abdülkadir Kalıpsız (1924-2003).

Burada adlarını verdiğim ve veremediğim tüm hocalarım kanımca çok değerli bilim adamlarıydı. Ancak benim üniversiteli yıllarımda hocalarla öğrenciler  arasında çok mesafe vardı. Hocalar uzakya ve yaklaşılmaz durumdaydılar.

Örneğin, bir ara bakanlık da yapmış olan Prof. Dr. Fikret Saatçioğlu Hoca, Orman Fakültesi içinde bir yerden bir yere giderken arkasından park-bahçeler yürüyor, binalar yürüyor sanırdınız saygıyla. Herkes kıyama durmuş da onu selamlıyor izlenimini alırdınız. Bu silvikültür hocamıza yaklaşıp “Hocam, kayın neden güneyde yetişemez” gibi ya da benzeri  bir soruyu asla soramazdınız. Yerin dibine batırırdı sizi. Benim bazen Donkişotluğum tutmuştur. Ama yerin dibine batırılmaya da razı olmuşumdur.

Geodezi Hocası Prof. Dr. Kemal Erkin “Ben Balkanların ve Ortadoğu’nun en yetkili ağzıyım” diye derse başlar, tahta dolusu formülleri ezberden yazar, öğrencilerine bunu büyük bir hüner saydığı izlenimini verirdi. Dersin bitiminde “Sorusu olan var mı?” der, hiç kimseden soru alamaz  ve “Soru sormak bilmeyi gerektirir” derdi. Ben, bilen bir kişinin  neden soru soracağını anlamazdım bir türlü. Bence Hoca da beni anlamazdı. Ders bitiminde de sınıfı cepheden dönen bir muzaffer komutan edasıyla terkederdi.

Prof. Dr. Fehim Fırat, çok kibar ve çok asil görünürdü. Fakat sarayda kral naibi gibiydi, yaklaşılmazdı.

Diğerleri de farklı değildi. Hemen hepsi için, adını burada andıklarıma benzer tanımlamalar yapabilirim.

Hocalar, yalnızca öğrencilerle değil kendilerinden sonra gelen genç öğretim elemanlarıyla da çok mesafeliydiler. Asistan kalmaya kimse yeltenemiyordu. Öğrencilerin dilinde asistanların adı Çantacı ya da Tahta Silicisiydi.

Mezuniyetimin hemen arkasından ve askere gitmeden önce kısa bir süre Toprak Kürsüsü’nde Teknik Asistanlık yaptım. O zaman görmüştüm ki yemekhanede bile masalar ayrıydı. Hocalar başköşede, asistanlar da dipköşede ayrı masalarda yemek yiyorlardı. Aynı masalarda oturmaya tenezzül etmeyen hocaları da asistanlar (Asalet düşkünleri) diye eleştiriyorlardı.

Orman Fakültesi öğrencilik yıllarımdaki bu anılarımı yazarken yıllar sonraki akademisyenliğimde tanık olduğum benzer bir olayı anımsadım :

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü’nde profesör olmuştum. Yılda iki kez toplanan Fakülte Akademik Kurulu Toplantısı’ndaydık (2006). Gündemdeki çeşitli konuları tartışıyorduk. Söz, hocalarla ilgili sağlık, yemek vb hizmetlere ve bu hizmetlerdeki aksamalara gelmişti. Salonun sol arka kenarından genç bir yardımcı doçent söz istedi, ayağa kalktı ve “Sayın Dekanım, siz neden bizler gibi kuyruğa girip, yemeğinizi alıp, bulduğunuz boş bir masaya oturup yemek yemiyorsunuz da  salonun seçilmiş bir köşesinde, özel hazırlanmış bir masada, personelin sunduğu özel hizmetlerle yemek yiyorsunuz?  Bu bana hiç hoş görünmüyor. Kendimi aşağılanmış gibi algılıyorum” dedi.

Salonda sinek uçsa duyulur gibi bir sessizlik hakim oldu. Çıt yoktu. Dekan Bey, bıyık altından mahcup bir eda ile değil de böbürlenir bir havada gülerek “Teşekkür ederim. Eh işte makam temsil ediliyor. Olur o kadar” gibisinden bir yanıtla durumu geçiştirdi ve başka konulara geçildi.

Kendim de dahil olmak üzere, bu ve benzeri durumlardan rahatsız olan pek çok hocamızın olduğunu biliyordum. Örneğin ben, bu ve buna benzer davranışlardan rahatsız olduğum için yemekhaneye bile gitmiyordum. Buna karşın, yine kendim dahil, hiç birimizin sesi çıkmadı. O genç arkadaşımı yapayalnız bıraktık. Arkasız bıraktık. Bırakmasak ne yazardı? Kanımca hiç bir şey yazmazdı. Yerleşmiş gelenekler paslı çiviler gibidir. Çakıldığı yerden başı kopmadan çıkarılamaz.

Yinelemk isterim ki bunları ışık kaynağım dediğim hocalarımı eleştirmek için değil, eksik ve kusurlu göstermek için değil yalnızca bir durum saptaması yapmak için yazıyorum. Onlara dil uzatamam. Haddim değil. Ama, durum bu idi. Ben de bu durumu tanımlamaya çalıştım. Hepsi bu kadar.

Kanımca hocalarımızda görülen bu özelliğin en anlaşılır nedenlerinden birisi Osmanlı Eğitim-Öğretim düzeninden geriye kalan kültürel tortudur.

Kültür kavramı ile ilgilenenler bilirler ki kültür zor kazanılır ve kolayca kaybedilmez, uzun ömürlüdür.. Diğer bir anlatımla kültürel değişim en zor değişimdir. Özellikle din kültürü gibi inançsal kültür değişimleri de bunların en zorudur.

Osmanlı Eğitim-Öğretim düzeni inançsal temellere dayalıdır. Örneğin, tarihi II. Murat’a kadar giden ve bir saray okulu olan Enderun’da temel konulardan birisi (Kuramsal öğrenimle  islami bilgileri artırma) idi. Dolayısıyla, bu düzenin temeli  dine dayalı bir anlayıştır. Böyle bir temele dayanan eğitim-öğretim alanındaki kültürel öğeler kolayca değişmez.

İlki 1330’da İznik’te Orhan Bey tarafından kurulan medreselerde de geleneksel olarak eğitim ve öğretimi yapılan bilimler nakli yani islami bilimlerdi. Kur’an, Hadis, Fıkıh, Kelam ve Arapça’ydı.

Bazı uzmanlık medreselerinde kimya, matematik, tarih, coğrafya vb pozitif bilimler de okutulurdu. Ancak, eğitim ve öğretimin temel dayanağı islami bilimlerdi.

Medreseler, Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra çıkarılan 03.03.1924 Tarih ve 430 Sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra son buldu. Bundan sonradır ki eğitim sistemimiz laik ve ulusal bir nitelik kazanabildi.

Ancak, sözünü ettiğim kültürel tortu hemence silinip gitmedi. Öylesine gitmedi ki “Eti senin kemiği benim” anlayışına dayalı bu tortu bugün de devam ediyor. Öğrenciliğimde yaşadım bunu, öğretim üyeliğimde yaşadım, çocuklarımda yaşadım, öyle anlaşılıyor ki torunlarımda da yaşayacağım bu tortunun çeşitki etkilerini. Ufuk bulanık, gözler kapalı.

Dolayısıyla, Cumhuriyet Dönemi’nin başlangıç yıllarının hocaları da öğrencileri ile iletişimi olağanlaştıramamışlardı. Biraz daha ileri giderek diyebilirim ki bilimselleştirememişlerdi.

Davranışımın kaynağını ve dayanağını bilmiyorum. Ancak ben kendimce hocalarla öğrenciler arasındaki bu perdeyi yırtmaya çalışanlardan birisiydim. Bu tür çabalarımın olumlu ve yararlı sonuçlarını da gördüm. Yakınlaşabildiğim hocalarımdan da bugün bile yararlandığım pek çok güzel  şeyler öğrendim.

Günler geçti, durum değişti ve ben de akademisyen oldum. Karşımda öğrencilerim vardı artık. Fakülte yıllarımdaki bu gözlemimden ders çıkarmalıydım. Ben de onu yapmaya çalıştım.  Eğitimbilim alanında olabildiğince çok okumaya, araştırmaya ve bilgi toplamaya özen gösterdim. Ayrıca bu konuda kendim de bilimsel gözlem yolları ile bilgi üretmeye çabaladım. Küçük küçük araştırmalar yaptım. Örneğin, sınıfta öğrencilerin oturma alışkanlıklar ve oturma yerleri ile başarıları arasındaki ilişkiyi,  hocalarla görüşme sıklığı ve görüşme süreleri ile başarı dereceleri arasındaki ilişkiyi, hocalara soru sorma sayısı ile başarı arasındaki ilişkiyi araştırdım. Bunlara benzer dar çerçeveli çalışmalar yaptım. Elde ettiğim bilgi ve bulguları da  başarabildiğim ölçüde kullandım.

Öğretici ve öğrenici arasındaki mesafe ile öğrenme düzeyi ilişkisini bir matematik formülle ifade ettim. Bunun sözlü karşılığı “Öğrenme düzeyi, öğretici ile öğrenici arasındaki mesafe ile ters orantılır” biçiminde bir bilimsel yasadır. Buna göre, öğretici ile öğrenici arasındaki mesafe ne kadar küçük ya da kısa olursa öğrenme düzeyi de o kadar yüksek olur. Bir şey öğretmek isteyen, öğretmek istediği kitleye yakın olmalıdır. Bu kural her alanda geçerlidir. Siyasette de geçerlidir. Ankara’da oturup Anadolu’daki seçmene bir şey öğretemezsiniz. Çiftçi eğitiminde de geçerlidir. Kente oturup çiftçiyi ayaküstü gören ziraatçi çiftçiyi eğitemez.

Bu kural, öğrenmek isteyenler için de geçerlidir. Birilerinden birşeyler öğrenmek istiyorsanız ona yakın olmalısınız. Sınıfta olabildiğince öne oturmalısınız, her olanaktan yararlanmalı ve öğreticilerinizle aracısız ve yüzyüze, birebir görüşmelisiniz.

Günlük yaşamımızdan da bunu biliriz. Kişi en çok annesinden öğrenir . Boşuna söylenmemiştir “Anasıına bak kızını al” özdeyişi. Çünkü birey en yakın anasınadır. Bilgilerinin en çoğunu da ondan alır. Diğer yakınları da bireyin öğrendiklerinde yakınlık derecelerine göre sıralanırlar. Bu konuyu en iyi ormancılar bilirler. Onlar bilirler ki canlı ortamın ürünüdür. Bir canlı olan insan da kendi ortamının ürünüdür.

Ben hocalığımda öğrencilerimle yakın olmaya özen gösterdim. Örneğin, benim odamın kapısında öğrenci ziyaret saati yazlılı değildi. Ders saatlerim, toplantı saatlerim yazılıydı. Bu saatlerin dışında öğrenci istediği zaman gelebilirdi. Öğrenci istediği saatte geldiğinde, eğer uygun değilsem o öğrenci ile bilrlikte uygun zamanı ayarlardık. Öğrenci dediğinin işi gücü hocayı kovalamak mı, nasıl konuşurum diye. Dersi var, sporu var, eğlencesi var, karşı cinsten arkadaşları var. Onun için görüşmeyi kolaylaştırmak gerekir diye düşünmüşümdür her zaman.

X

Bir gün bir yabancı bilim adamı gelmişti Fakültemize. Bir de konferans verdi. Konferansa başlamadan önce Fakültenin kuruluş yeri ile ilgili çok övücü sözler söyledi. Yakınımda olan arkadaşlarla birbirimize baktık ve bıyık altından gülüştük.

Çünkü hemen hemen hepimiz ya da hiç değilse benim çevremdeki öğrenciler Orman Fakültesi’nin üniversiteden, diğer fakültelerden uzakta, İstanbul’dan kopuk bir biçimde böyle bir kenara atılmış gibi olmasını çok eleştiriyorduk.

Tiyatroya, sinemaya gitme, kalabalık caddelerde gezme, toplumsal etkinliklere katılma vb konularda güçlükler yaşıyor ve yakınıyorduk. Tümü ile haksız da değildik. Beyoğlu’nda tiyatro saat 23.00’ı geçe biterse 41 nolu son otobüsü kaçırmış oluyorduk. Bahçeköy’e nasıl gelirsin, İstanbul’da nerede yatarsın bir burs bütçesiyle?

Kız arkadaş bulmakta güçlük çekiyorduk. Sınıflarımızdaki birer ikişer kız öğrenciyi birbirimizden altın madeni gibi kıskanıyorduk. Bu yüzden kavgalar bile oluyordu. Örneğin 240 kişilik bizim sınıfta yalnızca 2 kız vardı. Birisini son sınıf öğrencisi Hüzeyin Abimiz  kaptı, birisini de sınıf arkadaşımız Osman kaptı. Taş bitti inşaat paydos.

Bazı arkadaşlarımız “Madem ki bu kadar kenara köşeye atmışlar bizi, bari buralarda bir de kız okulu olsaydı” diye çözüm yolları üretiyorlardı kendi kafalarından.

Ben o yıllarda öğrenci arkadaşlarım gibi düşünüyordum. Biraz da bu nedenden dolayı  yurtta kalmıyordum. Küçük bir burs bütçesiyle Kireçburnu ve Büyükdere’de ev kiralayarak öğrenciliğimi geçiriyordum.

Aradan yıllar geçti, mezun oldum, mesleğe girdim, akademisyen oldum. Bu konuyu yeniden düşündüm. O yabancı bilim adamı çok haklıydı. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi çok güzel ve çok değerli bir yere kurulmuştu. Öğrenimimiz, konumuzla ilgili ender rastlanır bir zengin laboratuvarın içinde geçiyordu. Bu kanıya ve bu görüşe varmıştım uzun zaman sonra.

Ne var ki biz bu laboratuvarı yeterince ve gereğince kullanamıyorduk. Dersler sınıflarda ve ezbere yapılıyordu. Kol boyu mesafedeki laboratuvarın içine dalıp anlatılan karaçamı, kızılçamı, kayını göremiyorduk. Dersini aldığımız orman toprağını kazıp inceleyemiyorduk. Yaban hayvanları resimlerle anlatılıyor ve bir karış ilerideki karacayı resimlerden öğrenmeye çalışıyorduk.
X

Orman Fakültesi öğrenciliğimle ilgili diğer bazı gözlemlerimi de not etmek isterim :

  • Fakülte yönetimi öğrenci ve öğrenci sorunlarıyla ilgili gözükmüyordu. Örneğin Beyoğlu’nda, Beyazıt’ta geç çıktığımız bir eğlence ya da etkinlikten yurda dönemiyorduk, arkadaşlarımızın evine sığınmak zornda kalıyorduk. Çok kolayca çözümleneblecek olan bu tür sorunlarımızla kimsecikler ilgilenmiyordu.
  • Her türlü sportif faaliyetlerin en iyi bir biçimde yapılabileceği yerdeydik. Ama bu konu ile ilgili  yapıcı, yönlendirici, işi kolaylaştırıcı, geliştirici hiç bir kişi , kuruluş ve sorumlu yoktu. Para toplayıp top alıyorduk. Oöğrencisi olduğumuz fakülte bu konularla hiç ilgilenmiyordu. Bizler de kendi kendimize bir varlık gösteremiyorduk.
  • Öğrencilerin en büyük eğlencesi Mehmet’in Kahvesi’nde oyun oynamaktı. Mehmet’in Kahvesi ise Anadolu’daki köy kahvelerden daha farklı değildi.
  • Büyükdere Piyasa Caddesi nefes alma yerimizdi. Abidin’in Lokantası aşevi ve içki mekanımızdı. Sarıyer’deki sürekli Türk filmleri oynatan sinema da tek seçeneğimizdi.
  • Stajlar, staj değil de öğrenciye yardım fonuydu sanki. Staj öğrencisi yanında çalıştığı şef kadar para alıyordu. Ancak çoğu kere yan gelip yatıyordu. Çünkü şefin öğrenci ile ilgilenecek bir saniyesi bile yoktu.

X

İki hocamdan, önemsediğim iki de öğüt aktaracağım:

Prof. Dr. Selahattin İnal’ın son sınıfta son saatiydi. Ormancılık Politikası adlı dersi bitiriyordu. Son sözlerini, son öğütlerini, önerilerini derli toplu anlatıyordu bize. Yumuşak ve duygusal bir sesi vardı. Her zamanki gibi alçak sesle konuşuyordu. Can kulağı ile dinliyordum onu. Sözü orman köylerine, orman köylülerine getirdi. “Oralarda, terkedilmiş dağ başlarında ve mağaramsı karanlık mekanlarda yaşayan insanlar vardır. Çekinmeden girin içeri. Mekanları karanlıktır ama kafaları aydınlıktır” dedi.Sanki bir kerpiç düştü kafama. Sarsıldım.

Çocukluğumda abimle koyun sürüsünü kışlattığımız Kömesöğüt Mezrası’nda orman içinde yaşayan ve Kısmolar denen Kürt aileleri geldi gözümün önüne. Memik Emmiyi hatırladım. Yamaca, dağın içine gömülmüş kapkaranlık bir evde yaşardı. Başı kel ve delidoluydu. Bağırarak konuşurdu. Bence, kafasının akıl dolu olmasıydı onu delidolu eden.

Haytalar’da İmmet Hasan’ı, Sarı Memmed’i, Müdürlerde Dönece Osman’ı, Yoncalı’da Havcı Hasan’ı, Havcılar’da Havcı Kadir’i ve çocukluğumda tanıdığım daha bir çok dağ köylülerini ya da Selahattin Hoca’ya göre dağ bilgelerini anımsadım. Sonra “Hoca haklı” dedim kendi kendime ve bu öğüdü ömrüm boyunca hiç unutmadım.

Ancak Doğan Avcıoğlu, Yön’de İnsan ve Orman başlıklı makalesinde Selahattin Hoca’yı Orman ve İnsan görüşünü savunduğunu ileri sürerek eleştirince biraz duraksadım. Doğan Avcıoğlu ormancılık politikasında önce insan diyordu ve Selahattin Hoca’yı da önce orman demekle suçluyordu.

Haklı mıydı? Emin değilim. Kuram başka, uygulama başka diye düşünüyordum kuşkulu bir biçimde.  Yıllar geçti Selahattin Hoca, Nihat Erim Hükümeti’nde bakan oldu (26.03.1971-16.04.1973). Hoca’yı uygulamada da izleme olanağı buldum. Hoca’nın dediği doğru idi ama yaptığından memnun olmamıştım.

Unutamadığım bir başka öğüt de Prof. Dr. Hayrettin Kayacık’a aittir. Daha ikinci sınıftaydık. Orman Botaniği dersini görüyorduk. Hoca “Yarın şef olacaksınız. Görev ve yaşam yerleriniz ıssız dağ başlarıdır. Ne gerekçe ile olursa olsun bulduğunuz her fırsatta atlayın arabanıza ormanlara gidin. Şef içmeye gidiyor desinler. Şef harcırah peşinde desinler. Sakın aldırmayın. İster türkü çağırarak isterse ıslık çalarak olsun gezin ormanları. Görev yapmış olursunuz. Belki bir ağaçta bir hastalık görürsünüz. Belki yapmadığınız ya da yapamadığınız bir eksiklik bulursunuz. Her ne olursa olsun sonuçta ormanlar ve Devlet karlı çıkar. ” dedi. Gezen aslan yatan çakaldan yeğdir anlamında bir çok örnekler vererek birçok şeyler anlattı. Bu öğüdü de hiç unutmadım, bütün işlerimde uygulamaya çalıştım. Bu tür davranışlarımdan dolayı kaybım olmadığını ve kazançlı çıktığımı düşünüyorum bugün.

X

Üniversiteli yıllarımız geçti. O yıllara değgin hepimizin pek çok anıları vardı. Bazılarını yaktık, bazılarını belleğimizden sildik. Bir çokları da bez torbalarda, kirli çıkınlarda, tahta bavullarda ve sararmış yapraklar arasında sessizce ve şikayetsizce yaşarlar. Her gittiğimiz yere taşırız onları. Çevremizdekiler kızarlar bize. “At artık şunları” derler. Atamayız. Bir işe yaradığı ya da yarayacağı için değil, belki de yaşadığımızı anlamak için ya da yalnızlığımıza ortak bulmak için bir hazine gibi saklarız onları, sarılırız onlara. Onlar bizi atıncaya kadar biz onları atmayız, atamayız :

Yanımda durun hatıralar
Beni yalnız bırakmayın
Bakmayın
Yiğitlendiğime
Bakmayın
Kabadayılığıma
Ben çok korkağım
Beni yaban ellere atmayın

Gökyüzü karanlık
Yeryüzü acımasız
Hava soğuk
Yüreğim üşüyor
Çağırıp uykusunu böleceğim
Sesimi duyup gelecek
Elimi tutup korkumu yenecek
Beni bağrına basıp
Yüreğimi ısıtacak
Hiç kimsem yok ki
Sahipsiz sonsuzluklar gibidir dört yanım
Sesim boşluklarda yankılanıyor
Karanlıklara akıyor kanım

Anamı çağıramam ki
Çok geç
Gelemez
Gelse bile
Onun bir eli
Dünyaya geldi geleli
Gözünün yaşını sildi
Halimi görürse çok üzülür
Kıyamete kadar ağlar
Cenneti sele verir
Dayanamam ki

Babamı çağıramam ki
O çok uzaklarda
Yollar kapalı
Gelemez
Gelse bile
O delidolu bir adam
Beni böyle görürse
Aklını oynatır
Alemi ateşe verir
Yakar ortalığı ne varsa
Kendi de yanar
Karşısına çıkıp
Başımı kaldırıp
Yüzüne bakamam
Bir çift söz söyleyemem
Anlatamam ki

En iyisi siz gelin hatıralar
Gelip oturun yanıma
Beni yalnız bırakmayın

Osman Gökçe
Bornova, 07.04.2012

 

 

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress