Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

MARGIL KIZI

16 Ekim 2012 0 comments Article Anılar

Osman Gökçe

osman.gokce@ege.edu.tr

www.osmangokce.com

 

Onlar öyle insanlardı ki bedenleri Çardak’ta, ruhları Çeçenistan’da kayıtlıydı. Bellerinde  fişeklik, omuzlarında martin vardı. Yürekleri füzesavardı.

Onlar öyle insanlardı ki güneş yüzlü, güneş saçlı, çubuk gibi ince yapılı, olağanüstü yakışıklı delikanlıları vardı.

Onlar öyle insanlardı ki sarı saçlı, gözleri bal rengi,  yüzü cennet kızı gülüşlü, akıldan çıkmayacak kadar güzel kızları vardı.

Onlar öyle insanlardı ki genç kızların çaldığı akordeonla, el çırparak  kız erkek  bir arada coşkulu danslar ederlerdi, eğlenirlerdi sorunsuzca.

Onlar öyle insanlardı ki kadınları erkekten öcü görmüş gibi kaçmazlardı. Çarşaflar içine, peçeler arkasına sığınmaz, saklanmazlardı.

Onlar  öyle insanlardı ki…

Evet onlar öyle insanlardı ki nice bir maceradan sonra 1865-1870 yıllarında  Tecürlü ve Delikanlı Aşiretlerinin yaylaklarına yani bugünkü yerlerine yani benim aşiretimin yerlerine iskan edilmişler, yerleşmişlerdi.

Onlar öyle insanlardı ki göç sürecinde yaşadıkları nice acılardan, edinilen nice deneyimlerden sonra  birbirlerine sarmaşık gibi sarılan, kavgada bir ve bütün olan, imrenilecek bir halktı.

Onlar öyle insanlardı ki okuma hevesi dini ibadet gibiydi. Çok okumuşları vardı. Yakın köylerin öğretmenlerinin neredeyse tamamı Çardaklı Çeçen öğretmenlerdi.

Onların Yaşlılar Meclisi (Teyiçkortd) vardı, kendi sorunlarını kendi içlerinde çözen. Parpi’de yaylarlardı, Tülüce’de avlanırlardı. Cırgındış, cepilgiş, kurzunuş adlı yemekleri yerlerdi. Kömbe pişirirlerdi toprak fırınlarda. En çok mısır ekerler, mısır kömbesi yerlerdi.

Onların çinkolu damları, ak sıvalı evleri vardı. Neredeyse her evde, bir köşesinde bir toprak fırın olan  geniş bir avlu bulunurdu. Sokakları tertemiz, bahçeleri bakımlıydı. Köyün içinden gürül gürül çeşmeler akardı.

Onlar bizim komşularımızdı. Ancak, benim yetiştiğim yıllarda bizlere çok karışmazlardı ve kendi içlerinde yaşarlardı dışa kapalı olarak. Düğünlerimizde güreşe gelirlerdi, düğünlerinde güreşe giderdik. Ama Ericekliler, yıkılsalar bile, kimseye şalvar vermezlerdi ki. Ericekli bu, döğüşten kaçmaz ve hatta döğüşü düğün sayardı.

İki komşu köy olan Çardak ile Ericek arasında düğünlerdeki güreş dışında fazla bir yarış yoktu. İyi ilişkiler vardı. Ericeklilerin alışverişlerinin çoğu Çardak’ta yapılırdı. Öğretmenlerimiz Çardaklıydı. Ama iki köy halkı arasında evlilikler yoktu. Birbirlerine uzaktılar. Çardaklı ile Ericekli arasında ve bütün ömrümce bir tek evlilik biliyorum. Bu evliliğin öyküsünü aşağıda anlatacağım.

X

Onlar öyle insanlardı da bunlar yani bu beridekiler nasıl insanlardı?

Bunlar da öyle insanlardı ki öyküleri ateşi avuçlarında taşıyanların öyküsüydü.

Bunların da Orta Asya’dan kalkıp göç ettikleri, nice ateş hattından nice ateş çemberinden geçtikleri, kızıl korları avuç avuç avuçladıkları,  Kafkaslar’dan geçerek Acem üstünden Suriye sıcağına indikleri, oradan da Erciyes ayazına çıktıkları, Çukurova’ya sarkıp sıtmaya tutuldukları, Kozanoğlu ile savaştıkları, Cevdet Paşa’dan çektikleri, Ermeni ile vuruştukları, aşiretin yarısını yollarda yitirdikleri ve daha pek çok maceraları, yarı yanlış yarı doğru, dilden dile anlatılırdı.

Berit Dağı ile Çukurova arasında yaz kış taşınmaları, sonra da sırtlarını koca Berit’e yaslayıp Ericek’i vatan tutmaları efsaneleştirilerek konuşulurken aralarında, gözler yaşarırdı, duygular doruğa çıkardı. Türkücüleri (Yarımızı yollarda yitirdik) diye eli kulağa atınca dinleyenler hıçkırıklara boğulurdu.

Bunlar da öyle insanlardı ki dillerinde gelmiş geçmiş en hovarda şair Karacaoğlan’ın türküleri çağrılırdı, meclislerinde en yanık aşk öyküsü olan Kerem İle Aslı öyküsü anlatılırdı, Telli Senem-Sürmeli Bey konuşulurdu düğünlerde, derneklerde.

Bunlar da öyle insanlardı ki her zaman güneşi kovaladıklarını, güneşe doğru koştuklarını, batan güneşin peşine düştüklerini, önlerine her çıkanla cenk ettiklerini, padişaha bile kafa tuttuklarını, ölen ölür kalan sağlar bizimdir diyecek kadar yürekli olduklarını övünerek anlatırlardı dosta, düşmana.

Bunlar ki küçük dağları değil büyük dağları da biz yarattık diyen insanlardı. Arkalarında bağrına yaslandıkları Berit Dağı, önlerinde üçkollu Ceyhan Nehri’nin içinden  aktığı Afşin-Elbistan-Göksun Ovası vardı. Kendilerini çok önemserler, herşeye ve herkese yüksekten  ve korkusuzca bakarlardı.

Bunlar ki karlı kış günlerinde keklik uçuruyorlardı  keven aralarında, yamaçtan yamaca. Sırım gibi bacakları ve kanatsız kolları ile kanatlı kuşları yakalarlardı yora yora, kovalaya kovalaya.

Tüfek kullanmadan ve vurmadan, karlara batıp çıkarak, karı dizleyi dizleyi tavşan tutmayı bir hüner ve bir eğlence sayarlardı.

Bunların Ermeni olaylarında efsaneleşmiş  İbişoğlu İbrahim, Kara Ahmet, Beyoğlu Mustafa gibi  aksakallıları, akbaşlıları vardı. Hepimizin emmi dediği bu insanları tanıdım son demlerinde. Doğada diğer canlılar gibi yaşamayı o kadar özümsemişlerdi ki İbişoğlu İbrahim emmi için anlatılırdı : Etli Bayram’da (Kurban Bayramı) kendisini yıkamak isteyen gelinine “Kömbe Bayramı’nda (Şeker bayramı) yunduk ya kızım, üstüste çimmeye  ne gerek var” dermiş.

O İbişoğluları ki, o Kara Ahmetler ki, o Beyoğlu Mustafalar ki bir Ermeni’nin diğer Ermeni’ye “Bir Tecirli gördüm atı ile ağaca tırmanıyordu” demesine neden olacak kadar nam salmışlardı.

Bunlar öyle insanlardı ki daha çocuk yaşta hepsinin birer hançeri vardı bellerinde. İlkokulda bile birbirlerine bıçak çekenler, bıçak sallayanlar olurdu.

Bunlar öyle insanlardı ki kendi hukuklarını kendileri yaratmışlardı. Düşmanlarını devlete şikayet etmeyi küçüklük sayarlar, hayıflarını kendileri alırlardı.

Böyle değilse nasıl anlatılır, nasıl anlaşılır ki bunlardan biri olan Omar Ağa’nın dut ağacı altındaki düşü?

Tanığı olduğum bu düş olayının  öyküsü şöyle olmuştur :

Bir yaz günü Omar Ağa’nın, şimdi yeri ilköğretim okulu olan  Aşağı Bahçe’sinde  dutlar silkilmekte ve pekmez kaynatma işleri yapılmaktadır. Nereden gelip de yorgun düştüğü bilinmeyen Omar Ağa bahçeye uğrar ve yere bir yaygı serdirerek biraz uzanır. Çabucak da uyur. Bir süre sonra bir gürültü, bir bağırtı ile hiddetle uyanır ve ayağa kalkar. Gördüğü düşün devamı sayılabilecek bir biçimde küfürlerle karışık birtakım laflar eder. Arkasından da gördüğünün düş olmasına şükredercesine lahavle çeker, yerine oturur ve bir tas ayran ister.

Sakinleştiğinde düşünü dinledim. Oğlu Ali, Havcı Hasan’nın kızını kaçırmıştı Yoncalı’dan. Ara henüz düzelmemiş, söylentiler de bitmemişti. Havcı Hasanların hayıf alma peşinde koştukları dedikodusu yaygındı. Yoncalı, yayla yolunun üzerindedir. Mecburen oradan geçilir Berit’e.

Yoncalı’nın altında Kıran Deresi’nin az yukarısında Topaktaş denen yerde Ali’yi Havcı Hasanlar vurmuşlardı babasının düşünde. Müddeiumumi (savcı) gelmiş, komutan gelmiş, doktor gelmiş otopsi, soruşturma vs yapılacak. Omar Ağa “Hayır “ diyor. “Hiç kimseden şikayetim yok” diyor.

Uykudan bu kargaşa ile uyanıyor. Düşünü anlatırken de “ Böyle bir olay olacak olursa ben kendi hesabımı kendim görürüm” diye ekliyor.

Benzer içerikte ve benim de içinde bulunduğum bir başka olay da bir yayla mevsiminde yaşanmıştı :

Bizim çadır Berit’in zirvesine en yakın yerde, Oğlak Kayası’nın arkasındaki boğazda, Morun Yatağı’ndaydı. Bir başka çadır da Berit’in Binboğa’ya bakan yani kuzeye bakan yüzündeydi. Ali askerde, bense ortaokul birinci sınıftaydım. Okullar tatil olduğu için yaylanın güvenliği de bana aitti.

Birgün ihtiyaç için köye indim. Köyde, Binboğa’ya bakan sevgilisinin çadırında bir kaç gün önce bir gece yarısı Omar Ağa’nın kurşunlandığı ve ayaklarından yaralandığı söyleniyordu. Kurşunlayanların adları da biliniyordu. Ben öfkemden duvara tırmanıyordum. İnce çaplı barebelli belimde adı geçenleri vurmaya hazırlanıyordum.

Öğle üzeri idi. Beni yanına çağırdı. “Bak, ben yaralı filan değilim” diyerek sağ ayağını çıkardı, gösterdi. Yara yoktu. O gün cuma idi. Abdest alıp camiye gidecekti. Asiye anamı da yaram yok diye inandırmıştı. “Solu da çıkar” dedim. Öyle bir kükredi ki ne yapacağımı şaşırdım. Sol ayağını çıkarmadı. Oysa söylenti, yaralı ayağını bir dokrora gizlice tedavi ettirdiği biçimindeydi.  İşte o zaman Asiye anam da, ben de anladık yaralandığını ve bunu içine sindiremeyip inkar ettiğini. Ayrıca, beni okumaya gönderdiği için bir belaya bulaşmamı istememiş olabileceğini de düşündük.

Daha sonra kızgınlığı geçip sakinleşince bana şunu söyledi: Bak Kara Osman’ım, bu senin dediğin adamlar beni vuramazlar. Beni kimse vuramaz. Ama vurulur da ölürsem sağa sola çarpınmayın, gidin-isim sayarak-şu şu adamları vurun dedi.

İşte bunlar da böyle adamlardı. Bunlar için bir zamanlar aşağıdaki şiiri yazmıştım :

 

Ericekli Oğuz Boyu uşağı

Beli boydan boya mavzer fişeği

Kuşu düşürürler göğden aşağı

Semtlerine salavatsız varılmaz

Soyunun sopunun en vuruşkanı

Sırtı karlı dağlar, ova ön yanı

Kafası kızarsa takmaz cihanı

Vurulup da düşenlere bakılmaz

 

Kurt eniği kurta benzer kurt olur

Bulut aşmaz dik doruklar yurt olur

Berit başı gibi başı sert olur

Bir şahlanır ise Şah’ı dinlemez

 

Esendere bir yel gibi eserken

Kış ayazı el ayağı keserken

Eşkiya köyleri kenti basarken

Ericek’in yakınından geçilmez

 

Konup da göçtüğü yurtlaklara sor

Vuruşup düştüğü yaylaklara sor

Haşin kayalara koyaklara sor

Cebi barut kokmayana sorulmaz

 

Karacoğlan’a sor dili yeterse

Dadaloğlu’na sor teli yeterse

Berit’in başında keklik öterse

Dağlar çeker, sahillerde durulmaz

 

Yiğidi Türkmen’nin en sevdalısı

Güzeli eşi yok hurinin hası

Ünü tutmuş Kayseri’yi Sivas’ı

Arasan cihanı misli bulunmaz

 

Yüreğim gelini, kızında kaldı

Bedenim toprağı, tozunda kaldı

İlk aşkım Balam’ın gözünde kaldı

Balamı görmeden gözüm yumulmaz

X

Ericekliler, yazık oldu adama derlermiş Hacı Resul için. Kimi Çukurova’da, kimi bu yaylalarda vuruldu, gitti. Kardeş kalmadı. Adamın bir oğlu oldu o da cüce kalacak elleham (Allah bilir) diye konuşurlarmış .

Köylülerin dediği gibi çıkmamış. Omar, enliboylu toraman bir genç olmuş. Kendisinden sonra doğan çocukların tümü de kız olunca tek erkek olarak ailenin şahdamarı yerine konmuş. Özellikle Ataş Habba’nın Fındık kızı yani anası çok şımartırmış onu. Babası Hacı Resul uz adam, denginde ve dengeli adammış. Ancak Omar, babasından çok, öyküleri bir efsane gibi anlatılan, vuran ve vurulan emmilerine çekmiş büyük oranda. Yaşlılığında bile emmilerinin yaşadıklarını, yaptıklarını daha dün olmuş gibi ve kendisi de orada birlikte yaşamışlar gibi çok canlı olarak anlatırdı. Çakır gözleri çakmak çakmak yaşlanırdı. O, ruhu vücuduna ve gönlü bu dünyaya sığmayan bir adamdı.

Daha bıyıkları yeni terlerken Sefer Ağayı suya basmıştı. Beş altı oğlu vardı Sefer Ağa’nın. Uçanı kaçanı tutarlardı. Sefer Ağa erkek tazı gibi gezerdi köyün içinde. Berit’i değilse bile Tülüce’yi, Şardağı’nı, Binboğa’yı ben yarattım havasındaydı.

Omar, Yukarısugediği’nde bir su paylaşımı nedeniyle karşılaşır Sefer Ağa ile. Sefer Ağa su başına gelince köylüler şöyle bir kenara çekilir ve birbirlerine bakışırlar. Bu arada Sefer Ağa Omar’a, bir kısmı Hacı Resul’ün tarlasına akan suyun tamamını bu tarafa yani kendi tarlasına çevirmesini söyler buyurgan bir eda ile. Omar küreği elinde savağın başına varır ve suyun tümünü kendi tarlalarına çevirir. Oldu mu der ve bir kaya gibi dikilir karşısına. Sefer Ağa kükrer. Köylülere tutun şu suyu benim tarlaya der. Köylüler sessiz ve hareketsiz kalınca alır birinin elinden küreği ve suyu döndürmeye davranır.  Omar kolayını bulur işin. Basar Sefer Ağayı arkın içine. Sefer Ağa, köylülerin yardımı ile  canını zor kurtarır.

Sefer Ağa madara olur.  Ama bu olayla Omar’ın ünü de yayılır köyün içine. Çevresi çoğalır. Önceleri emmioğlu diye söze başlayanların bazıları Omar Ağa demeye başlarlar. Boyalı şeker yedirir atına. Atı yıldır yıldır parlar. Omar Ağa atını,  çocukları ve bir de kızları çok sever. Çocuklar ve kızlar da Omar Ağayı çok severler.

Deliler de çok severler Omar Ağa’yı. Bir Deli Hasan vardı köyümüzde. Bizim köylü değildi ama bizim köye ara sıra gelir giderdi. Kimseye zarar vermezdi. Ancak kimsenin sözünü de dinlemezdi, Omar Ağa hariç. Deli Hasan onun sözünden çıkmazdı. Gümüş Anam da bunu “Delinin piri deli olur” diye açıklardı..

Omar’ın elinin açıklığı, gözünü daldan budaktan esirgemeyişi, her haksızlığa yerinde ve gerekirse fizik gücünü kullanarak  karşı çıkması, güçlülerin değil güçsüzlerin yanında  olması vb özellikleri dolayısı ile babasının lakabı olan ağa lakabı artık Omar için de kullanılmaya başlanır. Zaten Omar ve bacıları babalarına ve Omar’ın çocukları da Omar’a baba değil ağa derlerdi.

Omar Ağa ömrü boyunca sıradışı olayların kahramanı olur. Köylüleri ve diğer tanıyanlarının her biri bir başka ilginç olay anlatır onun hakkında. Bu anlatılardan derleyebildiklerimin bazılarını paylaşmak istiyorum:

Birgün babası Hacı Resul, komşularının yanına katarak Omar’ı Elbistan Pazarı’na yollar. Tereyağ verir ve bunu sat der. Amacı oğlunu kendi işi olan ticarete alıştırmak ve yetişmesini sağlamaktır. Pazara varırlar. Omar da diğerleri gibi malını açar, sergiler ve satmaya çalışır. Babası yağı kaça satması gerektiğini de söylemiştir. O da gelip geçenlere ve fiyat soranlara yağın fiyatını söyler. Pazar alıcılarını bilirsiniz . Pazarın tümünü şöyle bir dolaşmadan alışveriş yapmazlar genel olarak. Gelene geçene fiyat söylemek Omar’ı rahatsız eder. Derken bir adam gelir ve fiyat sorar. Omar babasının dediği fiyatı söyler. Adam yürümeye devam eder. Omar sorar “Sen kaça alacaksın” der. Maksadı işi bitirip bu eziyetten kutrtulmaktır. Adam bir fiyat verir. Omar önce olmaz der ve adam yine gitmeye başlar. Omar arkasından seslenir. Gel der, al o fiyat olsun. Adam Omar’a çok gıcık gelen bir sırıtma ile “Aha ben gene almıyorum” der. Omar yağı bırakır, adamı tuttuğu gibi yere çalar ve üstüne çöker. “Aha ben de gene satmıyorum” diyerek tekme tokat benzetmeye başlar adamı. Pazarcılar elinden zor alırlar.

 

Bu adam, Elbistan ve çevresinde iyi bilinen o günlerin hatırlı kişilerinden Poyraz Abdullah’tır. Kendisi de tacirdir. Elbistan’la Maraş arasında Ericek’ten geçen Kervan Yolu diye bilinen ve Çavdarın Gedik’ten aşan yoldan sık sık gider gelir. Bazen de Ericek’te geceler. Bir Maraş dönüşünde gece olur. Yollar tehlikelidir. Ericek’te Hacı Resul’a konuk olur. Eve bir girer, donar kalır. Bir süre önce dayak yediği genci karşısında görür. Omar, alışıldığı üzere, bu kendisinden daha yaşlı konuğun eğilir elini öper.

Bir başka olay İstanbul yolunda geçer. Haksızlığa dayanamaz Omar Ağa. Köyün ilk otaokula giden, ilk liseye, ilk üniversiteye giden oğlu İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nde okumaktadır. Birgün İstanbul’a, oğlunu görmek üzere yola çıkar. ilk durak Maraş, ikincisi Adana’dır. Adana’nın şimdi cami olan o günkü garajında simsarlar yakalarlar Omar Ağa’yı. Konya üstünden aktarmasız İstanbul arabası diye kesilir bileti. Otobüs Konya’ya gelir yolculara başka otobüse binmeleri için açıklama yapılır. Omar Ağa direksiyonda oturan havalı şoföre “Oğlum şoför efendi, seninle Adana’da konuştuk, direk İstanbul’a demiştin. Şimdi ne oldu” der. Konuşmalar sonuç vermez, şoför burnundan kıl aldırmaz. Omar Ağa dirseği camdan dışarda sarkan şoförün kapısını açar, alır altına adamı. Zor alırlar elinden. Karakola düşerler. Diğer yolcular Omar’ın arkasında asker gibi dikelirler. Biletler gösterilir. Şoför tıpış tıpış yolcuları İstanbul’a indirir.

Bu anlatacağım da bir otobüs yolculuğu ile ilgilidir. Omar Ağa’nın Gümüş’ten olma en küçük kızı Eşe (Ayşe) hastalanır. Doktora gidilecektir. Yola çıkılır, önce Maraş’a varırlar, oradan da Adana’ya hareket edilir. Fevzipaşa yokuşunu gürültü ile tırmanır Omar Ağa’nın otobüsü. Derken Omar Ağa yerinden kalkar. Sağ çapraz koltukta oturan bir delikanlı adamı tuttuğu gibi koltukların arasına yatırır. Vur Allahım vur. Ortalık karışır. Kızı korkusundan başlar hüngür hüngür ağlamaya. Omar Ağa’yı diğer yolcular sakinleştirirler.

Olay sonra anlaşılır. O delikanlının önündeki koltukta, kucağında çocuğu ile bir genç bayan oturmakta ve arkadaki genç adam da bu yalnız bayana sarkmaktadır. Omar Ağa durumu farkeder. Bir sabır, iki sabır . Lahavle çeker içinden . İçi içine sığmaz. Kendisine göre o kadının namusu, bu olayı gören herkese aittir. Koruması gerekir. Kendisi gördüğüne göre bu iş kendisine düşer. O da gereğini yapar.

Kahvede kağıt oynayanlar, sokakta çocuğunu dövenler Omar Ağa’nın oralarda olmasını, görmesini istemezler, çekinirler. Kendisi kahveye gitmez, kahvede oturmaz. Eli oyun kağıdına ya da başka bir oyun aracına hiç değmemiştir. Ancak o, kafası eser, ara sıra kahvenin kapısından içeriye bakar. Kimi görürse yakınlarından, yapışır yakasına. Pat küt, doğru evine yollar. Oyun masası dağılır. Ama ona kimse kızmaz ya da kızgın bir karşılık vermez. Yeğeni Kör Omarların Kara Osman, Alibey Ali, bacısının kocası Hacıkaye Ahmet, daha onlarca kişi bilirim bu şekilde Omar Ağa’dan dayak yemiş olan.

Sık sık tedbirli olması gerektiği söylenirdi kendisine. Elbette düşmanları vardı. Ama onun köyde küs olduğu hiç kimse yoktu. Herkese de müdahale edebilirdi. Bağırır, çağırır, azarlardı. Ama kendi çıkarı için değil. Kendince, karşıdakilerin çıkarları için yapardı bunu.

Omar Ağa’nın kendine iş edindiği konuların başlıcalarından birisi köyün çocuklarının okuması idi. Bu konuda hesapsız uğraşılar vermiştir.  Ben yalnızca iki örneği vermek istiyorum.

Köyümüzün ilk ortaokula giden öğrencisiydim. Başarılı bir öğrenci oldum. Bu durum babamı cesaretlendirdi ve okumaya karşı hevesini arttırdı.  Köylü çocuklarının da başarılı olacağına dair inancı pekişti. Onun bu hevesi yalnızca kendi çocukları için değildi. O tüm köy çocuklarının okuması için çaba gösteriyordu.

O günlerde, tek okul kapısı olan öğretmen okullarının başvurusu çoktu ve kazanmak da çok zordu. Ortaokula gitmek ise yoksul köylülere ağır geliyordu. Kimse çocuğunu ilçeye ya da ile parası ile okutmak için cesaret edip gönderemiyordu. Ama o, bu ortaokul işini kafasına takmıştı, aileleri zorluyordu. Bunda da başarılı oldu.

Önce üç beş çocuk babasını bu düşünceye ikna etti. Sonra Afşin’e gitti ve bir ev tuttu. Çocukların çorbasını kaynatmak için komşularımızdan yaşlı bir de kadın buldu. Böylece, köyün ikinci ortaokullusu olarak şimdi tam sayısını bilemediğim 5-6 çocuk Afşin’e gönderildi. Onlardan birisi, İbrahim Toplama köyün ilk hukukçusu, ilk avukatı oldu. Köyün en dar gelirlilerinden olan ve ekmeğini zor yiyen Titrek Durdu ile Kılıflı’nın  çocuğuydu İbrahim. Bu olay köyde herkesi cesaretlendirdi, iştahlandırdı. Köylülerde, Kötü Eşelerin Titrek Durdu okutabiliyorsa, bu işe bizim de gücümüz yeter havasını yarattı ve bombanın pimi çekildi. Köyümün bugün ordu kadar çok olan okumuşunun başlangıç öyküsü böyledir.

Kendi işini bırakıp bu tür işlerle öylesine yoğun bir biçimde uğraşıyordu ki köyümüzün hatırı sayılır yaşlılarından rahmetli Göy Omar bir gün bana bir münasebetle “Bire oğlum, Omar deli bir adam. Deliler kuyu kazmaya bir başlarsa ne işe yaradığını bilmeden yerin göbeğine kadar kuyuyu kazarlar. Baban da bu okuma işini böyle yapıyor” dedi. Gülüştük.

Okumanın önü açıldıktan sonra çeşitli okullarda okuyan köyün çocuklarının çetelesi kafasındaydı. Hangi çocuğun hangi okulda ve kaçıncı sınıfta olduğunu bilirdi. Derslerinin ne durumda olduğunu bilirdi. Onların okullarına gider, görür, derslerini sorar, dersleri kötü olanları duruma göre uyarır, azarlar,  kulaklarını çekerdi.

Okuyanlar ona dersleri konusunda yalan söyleyemezlerdi. Çünkü derslerini önceden idareden öğrenirdi.

Bir gün Göksun’da okuyan kardeşim Kasım’ı ziyaret eder , derslerini sorar ve Faransızca kaç der. Kasım geçerli bir not söyler. Oysa Kasım’ın Fransızcasının zayıf olduğunu daha önce öğrenmiştir. Kasım’a kükrer ve “Utanmıyor musun bana yalan söylemeye? Notun zayıf. Bana bir daha yalan söylediğini yakalarsam seni Allah bile alamaz elimden” der. Kasım bu olayı anlatırken “O gündür bu gündür ben yalan söyleyemiyorum. Zorunluluklar oluyor ve gerçek dışı konuşmaya yelteniyorum ama Ağam geliyor gözümün önüne. Uzun süre ondan korkarak yalan söyleyemiyordum. Şimdi ise o yok. Ancak ben o olaydan sonra yalan söylemeyi unuttum”  diyor.

Omar Ağa ile ilgili olarak, köyümüzün çocuklarının okutulması sevdasını dolu dolu yaşadığı o yıllara ait,  onlarca anı anlatılır. Bu gün, kendileri de Omar Ağa’nın o günkü heyecanını yaşamış ve yaşatmış, hayatta kalanları da emekli olmuş olan köyümüzün öncü okumuşları bunları tatlı tatlı anlatırlar çevrelerine. Bazen gülerler, bazen de gözleri yaşarır.

X

Omar Ağa’ın asıl en büyük ilgi alanı kızlardır. Kızlar da şımartırlar Omar Ağayı. İkidebir dedikodular  gelir babası Hacı Resul’e. Hacı Resul’ün yakını yaşlı bir kadın akıl verir ona. “Evlendir bu oğlanı” der. “Başka türlü yenilmez. Kendi başına da senin başına da iş açar sonra”. Gelin adayını da söyler. Arapoğlu Mustafa Ağanın kızını gösterir.

Hacı Resul tek oğlu için bu öğüdü tutar. Arapoğlu Mustafa Ağa’nın, soyunun Orta Asya’dan dolanarak geldiği güney illerinden birinin adını verdiği kızına yani Bağdat’a nişan takılır. Düğün yapılır. Çok sürmez, Omar bir evlilikle bağlı görmeyince kendini, Arapoğlu Mustafa Ağa’nın sevgili kızı Bağdat’la ayrılırlar. Omar’ın bacısı Ataş Habba (Habibe) da Mustafa Ağanın oğlu Hamit’e nişanlıdır. Arapoğlu Mustafa Ağa kendisinden küçük olan ve teyzesi oğlu olduğunu sandığım Resulu çağırır. “Hamit boynunu büker, Omar da biricik. Elim kırılsın, elim tetiğe varmaz. Habba’yı Hamit’e ver. Bu olanları da unut” der. Emir büyük yerden gelmiştir. Hacı Resul boyun eğer.

Omar Ağa  da çok geçmez, Hacıkaye Mustafa’nın emmideşinin oğluna nişanlı kızı Gümüş’ü kaçırır.  Zeytin’e Mustafa Ağa’nın yanına gider. Gelenek ve görenekten olduğu üzere bir süre orada kalırlar. Hacıkaye’yi tepelemezler. Sonra barış olur ve Ericek’e dönerler. Fakat Hacıkaye son nefesine kadar kızı Gümüş’le konuşmaz. Gümüş de babasının bu kırgınlığını, küskünlüğünü büyük bir utançla, yüreğine saplı bir hançer gibi saklar ömrü boyunca.

Başka hançerler de saplanır Gümüş’ün yüreğine daha sonra. Ama Bağdat’ın yaptığını yapamaz. Ayrılıp gidemez. Habba var, Ali var, Hürü var ara yerde. Nişanlısını bırakıp kaçmanın utancı var. Kayınbabası Hacı Resul var, onu doğumda ölen kızı Ataş Habba gibi seven ve “Torunlarımı öksüz bırakma” diye gözünün yaşını içine akıtan. Gümüş katlanır kaderine, boyun eğer. Omar da bildiğince yaşamaya devam eder. Yalnızca bir iyilik olur. Hacı Resul Gümüş’ün arkasında kale gibi durur. Eve bir ikincisi gelemez o sağken, yaşarken. Çok maceralar yaşanır ama herşey dışarılarda olup biter.

Omar ihtiyat askerliğinde iken babası ölünce, babasının yaşarken karşı çıktığı tüm eskileri siler, Gümüş kalır yalnızca. Ama Omar durulmaz, başka rüzgarlara kapılır. Onun gönlü, gördüğü her güzelliğe vurgundur. O yine dalgalanır. Başka bir denizde, başka bir renge tutulur. Ne de olsa Karacaoğlan soyundandır.

Omar’ın yeni aşkı Çeçen kızı Asiye’dir. Asiye, Hacı Resul’ün dostu, meslektaşı yani kendisi gibi tüccar olan, komşu Çeçen köyü Çardak’tan Kahir Musa’nın kızıdır. Omar’la Asiye arasında soy ayrılığı var: Asiye Çeçen, kendisi Türkmen. Mezhep ayrılığı var: Assiye Şafi, kendisi Hanefi. Dil ayrılığı var: Asiye o günlerde ancak üçbeş kelime Türkçe bilir. Renkler ayrı, gelenekler ayrı, görenekler ayrı. Ama ne yazar, gönüller birdir ve aşkın müşterek dili bütün dünyada aynı nehirdir. Akar , yatağına sığmaz, bentleri yıkar. Töre, tüze tanımaz.

Omar, Hacı Resul’ün tek oğlu, durdurak bilmez, tor taylar gibi doludizgin yaşayan bir toramandır.

Asiye, Halep’ten mal taşyan tüccar Kahir Musa’nın  Tülüce Dağı’nda bulunan kömleriyle  Çardak arasında ceylan gibi gelip giden, ata binen, silah kullanan bir dağ kızıdır.

Asiye, Asiye Anam olduktan sonra Ali’nin nişan düğününde onun nasıl silah kullandığını görmüştüm.

Güz gelmişti. Çadırlar daha aşağılara inmişti, Berit’in eteklerine. Kız evinin çadırı da  Karnıyarık’taydı. Davullar ve zurnalarla çıktık Ericek’ten. Haytalar’ı geçtik, Havcı Hasan’ın yani gelinliğin babasının çadırı göründü karşıdan. Ben ilkokuldayım. Asiye anam önce nagant tabancayı çekti, çıkardı. Tek tek, saya saya havaya ateş etti. Topluluk coştu. Cayır cayır kaynamaya başladı ortalık. Berit Dağı güm güm ötüyor. Sesler birbirleriyle çarpışıyor, çoğalıyorlar. Kayalar, sivriler, yamaçlar, dereler, tepeler gümbür gümbür gümbürdüyor. Babam hiç ateş etmiyor ve omuzunda Alman Filinmtası ile bir koca dağ gibi yürüyor. Ancak, tabanca sıkışını gördükten sonra “Al kız” diyor uzatıyor Asiye’ye silahı. Asiye anam duraksamıyor. Kaptığı gibi kabzasından martini, mekanizma şakır şakır ötüyor. Dağlar daha bir karışıyor birbirine.

Gümüş Anam gülümsüyor, Ali’sini büyüttüğü şimdi güz kokulu Berit Dağı’na bakarak, mutlu ve ağır ağır yürüyor. Gülen yüzü yansıyor dağlara. Dünyanın en güzel resmi çıkıyor ortaya, dünyanın en güzel resmi yansıyor tüm yamaçlara, tüm sarp kayalara, Kapıkayası’na, Yolak’a, Kavak’a, Düvenyurduna. Dünyanın en güzel resmini hediye ediyor anam bana o gün.

O güzü ve o günü ömrüm boyunca binlerce kez yaşadım. Binlerce kez düşümde Ali’ye nişan taktık Ali’nin yokluğunda, o bir kör kurşunla vurulduktan sonra. Binlerce kez Asiye Anam ateş etti dağlara karşı. Binlerce kez uğuldadı dağlar. Binlerce kez kahretim kendime, hala yaşıyorum diye, kimselere açılamadan, göyünerek. O gün Berit Dağı Gümüş oldu, Gümüş Anam Berit Dağı ve ben bütün ömrümü o dağlarda ve o resimle yaşadım.

Omar kaçırır Asiye’yi gönlüyle. İki köyün arası bozbulanık olur. Çeçenlerin Ericek’i basacağı, Omar’ı vuracağı, Asiye’yi alıp gidecekleri gibi bir çok dedikodular üretilir.  Köyün içindeki Omar’ın sevmezlerinin Çeçenlerle işbirliği yaptıkları, gizlice Çeçenlere yardım ve yataklık ettikleri söylentisi yayılır.

Bütün bunlar Omar’ın kılını bile kıpırdatmaz. O bildiğince yaşamaya devam eder. Hatta, yeni macera kıpırtıları da oynaşır yüreğinde. Bu arada, kaçırma olayının senesi dolmadan  Omar’ın bir de oğlu olur. Bekir gelir dünyaya. Çeçenler yumuşar. Adam gönderirler, Asiye’yi ve çocuğu görmek ve de barışmak istediklerini bildirirler. Omar, Asiye ve küçük çocuk Bekir’i emmisioğlu Kara İbrahim’le gönderir babası evine. Makul bir süre sonra da emmisioğluna “Git getir” der.

Emmisioğlu gider ve fakat eli boş döner. Çeçenler “Ömer kendisi gelsin” derler. Konuşacaklarımız var” derler. Şarttan şurttan sözederler. Omar’ın kafasında şimşek çakar. O her zaman kısa devre kararlar verir. Nişan almadan tetiği çeker. “Olur gideyim” der.

Vakit ikindidir. Köyün içine iner, Balamın Pınarı’na çıkar ve birilerine Ali’yi bana çağırın der. Ali gelir, yanına dikilir. Verir eline tabancayı ve bir hedef göstererek “Al şunu, tek tek sık” der. Silah sıkmakta zaten deneyimli olan Ali aferini alır. “Şimdi git Alibey Ali’yi al getir” der. Aynı şeyi ona yapar. Sonra gerekli talimatı verir, ne yapılacaklarını anlatır.

Gün kararırken eve döner. Kara İbrahim ve Gümüş kopacak kıyametin farkındadırlar. Herkes sessizdir. Gümüş’ün ağzı dili kurur, gözleri yaşarır. Mavzeri Kara İbrahim’e verir ve “Eve sahip ol” der. Karanlık basar basmaz silahlı üç kişi ayrı ayrı yola çıkarlar ve Çardak’a yakın bir noktada buluşurlar. Kış günü hava soğuk, kar dizdedir. Ay karanlık ve ortalık ayazdır.

Yatsı ezanını ve erkeklerin camiye gitmesini gözlerler Çardak’ın girişinde.  Ezanı duyar duymaz harekete geçilir. Çardak’ın Ericek tarafında ve köyün kenarında olan Kahir Musa’nın geniş avlusuna girilir. Alibey Ali avlu giriş kapısına , oğlu Ali de üst kata çıkan merdivenin altına konuşlandırılır. Verilen talimat “Gireni de vurun, çıkanı da vurun” dur. Kendisi yukarı çıkar ve Asiye’yi karga tulumba indirir. Evdeki çocuk ve bayanların çıplıkları kalır arkada. Bir de Bekir kalır. Ama onu kaygı etmez. Margıl Karı’nın ona bakacağından ve onu koruyacağından kuşku duymaz.

Elbette, ince bir kar çığırı olan geldikleri yoldan geri dönmezler. Dönüş yolu, daha az kuşku doğuracağı düşünülen iki köyün arasındaki yolun sol tarafı olarak seçilir. Kar kalın, çığır yok, iz yok. Diğer yandan, bir babayiğit bayan olan Asiye kardeşlerini ikinci kez tepelemek istemez ve direnir. Dolayısı ile ilerleme zor olur.

Derken Çardak’ın içi kaynamaya başlar. Fener ışıkları yıldızlar gibi çoğalır ve hareketlidirler. Çeçence konuşmalar ve bağrışmalar duyulur. Kalabalık Ericek yönüne öfkeyle ilerler. “Asiye, Asiye”diye de bağırırlar ve Çeçence bir şeyler söylerler. İki köy arasındaki yoldan ilerleyen kalabalık, Urumkocalar’ın altında neredeyse Omar Ağa ile aynı hizaya gelmiş durumdadır. Aralarında 100-200 metre mesafe var yok. Omar Ağa kararını verir. Kaçarak kurtulamayacaklar. Bir tarla sınırındaki iğdelerin arkasında bir çağılı siper alırlar. Asiye’nin kulağına Omar Ağa fısıldar, kararlı. “Sesini çıkarırsan seni, iki kardeşini ve o kalabalığın tümünü yere sererim”der. Belindeki mermi torbasını da Asiye’ye gösterir. Asiye donar kalır. Nefes alamaz olur. Dilsiz ve sağır olur. Omar’ı artık yakından tanıyor. Dediğini yapar. Sonuç, Asiye uysallaşır ve kaderine razı olur.

Bu arada kalabalık duraksamaya başlar. Yaşlılar gençlere öğüt verirler. Daha ileri gidilirse iki köyün birbirine gireceği söylenir. Gençleri ikna ederler ve kalabalık eli boş olarak Çardak’a gerisin geri döner.

Ertesi günü iki köy çalkalanır, dalgalanır duyulan olay üzerine. Aliler kendi evlerinde hergünkü gibi bir gün yaşamaya başlarlar. Omar ve Asiye, Omar’ın aşiretinden emmi dediği  ünlü eşkiya Beyoğlu Mustafa’nın  gizlediği yerdedir.

Çardak tarafı sakinleşir bir süre sonra. Asiye’nin kardeşleri onur meselesi yaparlar, şikayetçi olmazlar. Onlar hayfımızı biz alacağız, cezasını biz keseceğiz havası ile böyle yaptıklarını duyururlar. Omar tarafı da, Omar Ağa koca bir Çeçen köyünü korkuttu diye böbürlenir. Kimse kimin doğru olduğunu bilemez. Doğru olan Omar Ağa’nın yaptığıdır. O ruhu bedenine sığmayan bir adamdı ve o, ruhunu mahkum edemezdi. Yaptığı da budur.

Asiye’nin anasının adı Margıl’dı. Margıl Çeçence dağ anlamına geliyormuş. Asiye anam bir dağ kızıydı. Omar Ağa’ya da bu yakışırdı : Dağ kızını iki kere kaçırmak.

 

Osman Gökçe

Bornova, 15.10.2012

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress