Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

KAFDAĞI’NIN YOLCUSU

13 Aralık 2012 0 comments Article Anılar

 

 

Osman Gökçe

osman.gokce@ege.edu.tr

www.osmangokce.com

O yıllarda yani 1950’lerde bir Anadolu köylüsü için tepenin arkası gurbetti. Erkeklerin askerlikteki ve bizim ora yoksullarının da Çukurova ameleliğindeki görgüleri dışında dünya yoktu.

O yıllarda yani 1950’lilerde benim köylümün en iyi bildiği yerler dağlardı. Binboğa Dağı’nı, Atlas Dağı’nı, Şardağı’nı, Tülüce’yi karşılarına alırlar; Kandil’i, Havuz Tepe’yi, Karadışlık’ı, Livlik’i, yüce kral Berit Dağı’nı karış karış karışlarlar, adım adım adımlarlar, onlarla birlikte yaşarlardı, mutluca.

O yıllarda yani 1950’lerde Kemalettin Kamu’nun Bingöl Çobanları gibiydi köylülerim:

“Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek
“Önümüzde bir sürü yanımızda bir köpek”.

O yıllarda yani 1950’lerde bir Ericekli çocuğun, adını bile duymadığı üniversiteye gitmesi, mühendis olması her yeri som yeşil zümrütten olan Kafdağı kadar uzak bir hayaldi ve bir Kafdağı Efsanesi’ydi. Onlar o günlerde bu tür düşler bile göremezlerdi.

Yine o yıllarda yani 1950’lilerde benim köyümde bir adam yaşardı. O adam, Kafdağı’nın üzerindeki tepede Bilgelik Ağacı’nın dallarında yaşayan, her şeyi bilen, kuşlar dünyasına hükümdarlık eden, onların her türlü sorunlarını çözen, günü geldiğinde yanarak ölen, sonra kendi küllerinden kendisi yeniden doğan Zümrüdüanka kuşuna diğer kuşların inandıkları gibi inanıyordu kendi düşüne, kendi efsanesine. Onun efsanesi oğlunu üniversitede okutmak ve yapı mühendisi yapmaktı. Bu bir tutkuydu onun için. Tıpkı diğer kuşların Zümrürüanka kuşuna ulaşma tutukuları gibi bir tutku. Bu adam, köylülerinin diliyle,  Hacı İresil (Resul) Omar’dı, Omar Ağa’ydı.

Söylenceye göre,  Zümrüdüanka’nın ya da diğer bir adı ile Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kafdağı’nın tepesindeydi. Oraya varmak için ise yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekiyordu. Hepsi birbirinden çetin yedi dipsiz bucaksız vadi aşılmalıydı.

O yıllarda, ilkokulu yeni bitirdiği o yaşlarda Omar Ağa’nın oğlu bu vadileri aşabilecek miydi, Simurg olabilecek miydi? Babası kadar istekli olup İstek Vadisi’ni, babası kadar aşık olup Aşk Denizi’ni, babası kadar kararlı olup Ayrılık Vadisi’ni, Hırs Ovası’nı, Kıskançlık Gölü’nü geride bırakabilecek, geçebilecek miydi? Yokoluş  Vadisi’ni aşıp, Ölümsüzlük Vadisi’ne ulaşabilecek miydi?

O çocuk o günlerde bütün bunlardan habersizdi, böyle şeyleri bilmiyordu, düşünmüyordu. Yalnızca babası ne diyorsa doğru odur diyordu ve babası kendinden ne isterse var gücü ile onu yapmaya çalışıyordu.

O çocuk sonradan öğrendi Simurg’u. Milyonlarca kuşun Kafdağı’na, ona ulaşmak için yola çıkıp da  yalnızca otuzu ulaşabilen ve ulaşabilenlerin her birisine Simurg denen efsaneyi sonradan öğrendi. Öğrendikten sonra da o adamı bir Simurg gibi gördü. O adam benim babamdı.

x

Bütün okul yaşamımda yalnızca fakülte son sınıfta bütünlemeye kaldım. İsteyerek kaldım. Arkadaşım Burhan Çenkçi ile İsviçre’de bir öğrencilik bursu kazanmıştık. Burslu okuduğum için mezun olıur olmaz Orman Bakanlığı’nın emrine girmem gerekiyordu. Oysa bu bursu ancak öğrenci olarak kullanabilecektim. Bu nedenle öğrenciliğimi uzattım, isteyerek bütünlemeye kaldım. Ama işe yaramadı. Burhan gitti, ben yol parası bulup gidemedim. İsviçre gölleri yerine Adapazarı Çark Gazinosu’na düştü yolum, şiir yazdım. Akyazı-Dokurcun Orman Bölge Şefliği ormanlarına düştü yolum, türkü çağırdım dağlara karşı, soğuk sulu derelere karşı, buz gibi sularında çimerek.

İşçi statüsü ile çalıştım o yaz. Güz geldi, bütünleme sınavlarına girdim ve Orman Yüksek Mühendisi ünvanı ile mezun oldum (1964). Ericek’ten uçtum, yedi değil belki yetmiş adet dipsiz vadiyi geçtim, kendi Kafdağı’ma ulaştım. Efsanedeki Kafdağı som yeşil zümrüttendi, benim gerçek Kafkdağı’m da yemyeşil ormanlardı. Ormancılığa başladım.

Kendi Kafdağı’na benden önce ulaşanlardan bir meslek büyüğümün kendi Kafdağı’nın arkası ile ilgili bir değerlendirmesini iki yıl önce dinlemiş ve ilk meslek dersimi almıştım.

O, Fakülte’nin futbolcusuydu, ben de voleybolcusu. Soyadını unuttum, adı Ali idi. Karadenizli, sarışın, yakışıklı, güler yüzlü bir delikanlıydı. Mezun olmuş, ataması memleketine yapılmış, iki üç ay çalışmış ve bir nedenle Fakülte’ye gelmişti. Bahçeköy-Taksim otobüsünde karşılaştık, yanyana oturduk ve sohbete başladık.

Üç ayda üç kitap dolusu deneyim edinmiş, üç kitap yazmış gibiydi. Yaklaşık bir saat kadar süren Bahçeköy-Taksim yolculuğunda çok şey anlattı. Çok yerindi, çok yakındı, çok kızdı, yalnızdı. “Sevinemedim bile “ dedi. Ama teslim olmuş gibi algılanmak da istemiyordu. Son sözleri kulağımda küpe kaldı :

“Hedef futbol topu gibidir. Tekmeleyeceksin, peşinden koşacaksın ama yetişince de tutmayacaksın, ellemeyeceksin. Faul olur. Yeniden tekmeleyeceksin, yeniden koşacaksın peşinde ve bu her defasında böyle olacak”.

Taksim’de ayrıldık birbirimizden. Bir daha da bu meslek büyüğümü hiç bir yerde görmedim. Neler yaptığını duymadım. Ancak kendisini çok andım. Bana bu anlattıklarını çok kişilere de anlattım. Umarım kendisi ve benim bu anıyı anlattığım yakınlarım topu tekmelemeye devam ediyorlardır.

Her dağın bir dumanı, çoğumuzun da bir Kafdağı efsanesi vardır. Kafdağı efsanesi olanlar masaldaki Simurg’u beklememelidir. Uçmalı, yeri geldiğinde kendini yakmalı, kendi külleri üzerinde yeniden doğmalı ve kendi bataklığında pineklemekten kurtulmalıdır. Kendisi Simurg olmalıdır. Başka yolu yok bunun. O iyi bir koşucudur, kaçırmamalı zamanı .

x

İşte ormancılığa bu duygularla başladım. Babam gibi, kendimce ve acemice bir Simurg özentisi içerisinde kanat çırpmaya koyuldum.

Şimdi elimde, Orman Bakanlığı’nın bana verdiği sicil cüzdanına bakıyorum. Devlet Orman İşletmesi İstanbul Müdürlüğü emrine 28.10.1964’te 450/400 lira maaşla S. 3.  Or. Müh. Nam. (3. sınıf orman mühendis namzedi) olarak atanmışım. Maaş, askerlik yapılmadığı için ilk altı ay 400, daha sonrası için 450 lira olacak.

O günler öyleydi, şimdi yerden yere vurulan o günler öyleydi. Bu günler gibi değildi. Üniversiteyi bitirenler (Ne halin varsa gör) diyerek ortada bırakılmıyordu. Sokağa salınmıyordu.

Orman Fakültesi’ni bitirenlerin tümü Devlet Orman İşletmesi İstanbul Müdürlüğü emrine topluca atanıyordu. Arkasından da, bir ay içerisinde yurdun çeşitli köşelerine ikinci bir atama emri ile gönderiliyordu.

Günlerce, belki de haftalarca deniz üzerinde uçmuş, kanat çırpmış, kıyıyı ve karayı görünce şapur şupur toprağa düşmüş göçmen kuşlar gibiydik bir bakıma. Çoğumuzun mezuniyet elbiseleri bile yoktu. Ama bize sahip olan devletimiz vardı. İlk maaşı alıyorduk İstanbul İşlemesi’nden. Arkasından asıl görev yerlerimize atanıyor, yolluğumuzu alıp perişan olmadan gidiyor, görevimize bir tan yeri heyecanı ile başlıyorduk.

Ord. Prof. Dr. Asaf  Irmak Hoca ile  daha ikinci sınıfta bir Toprak dersinde aramızda bir tartışma çıkmıştı. Hocaları, çeşitli biçimlerde eleştirmiş ve özellikle de öğrencilerine sahip çıkmamakla suçlamıştım.

Örneğin aynı devlet, tıb fakültelerinde burs alanlara orman fakültesinde burs alanlardan daha az zorunlu hizmet yükü getiriyordu. Bizim günahımız neydi de aynı borçlanma için daha çok yükümlülük altına giriyorduk, aynı borç için daha çok ödüyorduk?

Yine örneğin, hali vakti yerinde olup da burssuz okuyan öğrenciler mezun olduklarında en iyi yerlere nazlanarak atanırken, burslu öğrencilere neden en istenmez, en mahrum, en zor yerler gösteriliyordu?  Neden eşitsizlik yapılıyordu?  Hocalarımız bizim sorunlarımızla ilgilenemez miydi? Üreticinin ya da yetiştiricinin üretilen ürün üzerinde ya da yetişmiş değer üzerinde  hiç bir sorumluluğu, hiç bir yükümlülüğü yok muydu?

Olamaz olur mu? Vardı elbette. Düşünsel olarak, duygusal olarak vardı. Ama gerçek farklıydı. Bunu hoca olduğum zaman anladım. Bunu kırsal sosyoloji okuttuğum, çevre ekonomisi okuttuğum öğrencilerimin 3-5 metrekarelik dükkanlarda 3-5 kuruşluk ücretle tezgahtar olarak çalıştıklarını ya da kafelerde garsonluk yaptıklarını görünce anladım. Geç oldu ama, gerçeği görünce de sık sık “Üzgünüm Asaf Hoca, affet beni” diye içimden sızlandım, söylendim.

Evet, belki haksızdım başkaldırımda. Ama o zaman böyle düşünüyordum. Düşüncemi savunmak da görevimdi. Savundum, hatta saldırdım. Ama Hoca beni anlayışla, hoşgörü ile dinledi ve karşıladı. Bu olaydan sonra da hocanın bana kızgınlığı ya da uzaklığı bir yana aramızdaki hoca-öğrencilik ilişkileri olgunlaştı ve de olumlulaştı. Ara sıra görüşüyor, danışıyordum. Hoca da bundan memnun oluyormuş havasını veriyordu. Bu iyi hoca-öğrenci ilişkisi nedeniyle de bitirme tezini Toprak Kürsüsü’nde yapmıştım, Belgrat Ormanları’ndan, kayın ağaçları altından humus toplayıp tahliller yaparak. Yıllar sonraki hocalığımda da hocamın bana verdiği bu hoşgörülü hocalık dersini aklımdan çıkarmamaya çalıştım.

Hoca, (Hiç bir yerde insana ekmeğini terine bulandırmadan yedirmiyorlar) diye bir de öğüt vermişti o tartışmamız sırasında. Mezuniyetimi bildirmek için yanına gittiğimde bana, daha önce verdiği bu öğüdü de anımsatarak Kürsü’de kalmamı istedi. Ancak, bunun için kadro verilemiyordu. Hocanın zamanı yoktu, sıkışıktı, İngiltere’ye gidiyordu.  Bahçeköy Orman İşletmesi emrine atamamı yaptırmamı ve kadro sorunu çözülünceye kadar Toprak Kürsüsü’nde teknik asistan olarak çalışmamı öneriyordu. Yani maaşımı Bahçeköy Orman İşletme Müdürlüğü’nden alacak ve fakat Toprak İlmi Kürsüsü’nde çalışacaktım.

Heyecanım doruktaydı. Ankara’nın yolunu tuttum. Derdimi koridorun sağ yanındaki odada oturan genel müdür muavinine anlattım. Gür saçlı, bıyıklı, koyu takım elbiseli, tıknaz, suratı asık, kısa ya da orta boylu genel müdür muavini “Olmaz” dedi. “Anadolu’ya gideceksin, hizmet edeceksin” dedi.

“Neden” dedim. “Ben hizmetten, Anadolu’dan, işten kaçmıyorum ki! Öğrendiklerimle yetinerek hazır bir işte çalışmak ve rahat etmek var iken daha çok öğrenmenin zahmetine katlanarak daha çok bilmek ve daha çok yararlı olmak istiyorum”  dedim. Amacımı, ülkümü, düşlerimi anlattım. Dinliyor gibi gözüküyordu, dinlemiyordu. Olmadı. Evet demedi.

Daha önce kurgulamıştım. Çaresiz son kozumu oynayacaktım. O günlerde sıkça duyduğum ve tüylerimi diken diken eden bir söylem vardı. Herkese, ya adamını bulacaksın ya da madamını diye öğüt veriliyordu. Adamını bulmak neyse ne de bu madamını bulmak pezevenklik kavramını çağrıştırıyordu bana ve cinim tepeme çıkıyordu.

Hey gidi dünya! O gün çiçeği burnunda acemi bir orman mühendisinin cinini tepesine çıkaran bir söylem bugün sıradanlaştı. Bakanlar, milletvekilleri, parti başkanları sapır sapır dökülüyor. Baksanıza, dünyaca tanınmış çok üst yetkililer, hatta ABD başkanları bile pazara düştü.. Manzaraya bakınca tüm dünya pezevenkler, kodoşlar ve röntgenciler alemine mi döndü, tüm dünyada tüm kadın-erkek ilişkileri kerhaneleşti mi, yoksa zaten böyleydi de benim gibi gözü kapalı  acemiler mi görmüyordu yaşanan gerçeği diyesim geliyor.  Bilemiyorum. Ama, aman kimse duymasın bu söylediklerimi. Bakarsınız, “Bu kişi devlet büyüklerine hakaret etti ” diye bir de bir hakaret davası açılabilir hakkımda, bu yaştan sonra.

Aslında, gerçek değişmiyor. İşin görülecekse adamını ya da madamını bulacaksın. Bugün de bu kuralın geçerli olduğuna inanan çok insan var. Benim gibi sol düşünce sahipleri için ise her ikisi de aynı kapıya çıkar. Yani bu önerme parabul anlamındadır. Paran varsa adamını da bulursun, madamını da? Bunun en güzel örneğini Neyzen Tevfik Kolaylı vermiştir:

“Göbekler perçin olmuş
Hava geçmez aradan
Bozulmayan kız mı var
Sen haber ver paradan”.

O günlerde para da benim semtime uğramamıştı. Başka bir şey denemem gerekiyordu. O başka bir şeyi denedim işte.

Boy 178, kilo 61, kararlı, inatçı, çaresiz, kavgacı bir yüz. Karşısında ise kale gibi duran, ogünlerde benim gibiler için Kafdağı kadar uzak ve yüksekte bulunan genel müdür muavini. Sözü tane tane söyledim.

Bir çok torpillilerin, dayısı olanların atamalarının, uygun ya da uygun değil, istedikleri yerlere yapıldığını biliyorum dedim. Benim gibi yerden göğe kadar haklı istekleri olan kimsesizlerin de baştan savulduğunu, acımasızca reddedildiğini söyleyerek “Siz de benim torpilim olsanız ne olur, kıyamet mi kopar yani?” diye kısaca bağladım sözü.

Adam bu ısrarcı, laf anlamaz genci başından savmak için ayağa kalkmıştı. Bu son sözlerim karşısında adeta kaskatı kesildi. Şimdi bile o yüzü anımsarım, görsem tanırım. Sanki gözleri yaşardı ya da güldü. Elini omuzuma koydu. “Hadi git “dedi, “Ataman yapılacak” .

Atamam yapıldı : Devlet Orman İşletmesi Bahçeköy Müdürlüğü Kurtkemeri Bölge Şefi Refiki S.3. Or. Müh. Namzedi, 30.11.1964.

Atamam yapıldı, istediğim oldu. Ama o gün orada eksilmiştim, hayallerim küçülmüştü. Kendimi başarılı gibi görülen başarısız kişi saydım. Haklıydım. Yerin dibine geçsin bu tür başarılar. Hakkını haklı olduğun için almak varken yalvararak almak, ağlayarak almak yerin dibine geçsin. Sözü bağladım ama gözümün önü karardı. Başka bir pencere açıldı gerilerden.

Gerilerde kalan o günlerde o, köyümüzde kız çocuklarının oynadığı sümtü oyununu  oynardı toprak damların üstünde, örtmelerde, kapı önlerinde. Biz erkek çocuklar da yine bizim köyde erkek çocuklar arasında oynanan tepik oyununu oynardık, tepikleşirdik yani biraz ötelerinde. Bakışırdık. O beni kral görürdü ben onu kraliçe. Hiç yenilmemiştim onun gözünde. Yenildim işte. Onun bu aciz kalmışlığı ve bu yenilgiyi  gördüğünü görür gibi oldum. Utandım. Yalnız yüreğimle değil gözlerimle de ağladım dışarı çıkınca. Onurum incinmişti.

x

Böylece Asaf Hoca’nın kürsüsünde çalışmaya başladım. Bu yaptığım ormancılık, yukarıda adını verdiğim meslek büyüğüm Ali’nin anlattığı ormancılık değildi. Bir tür öğrencilikti, genelde bilinen öğrencilikten biraz farklı bir öğrencilik.

Önce Tarlabaşı Caddesi’nde bir pansiyona girdim kalacak yer olarak. Gençlik hevesi, acemilik, bilgisizlik nedeniyle bir fuhuş evinin patroniçesinin evinde bir odanın pansiyoneri olmuştum. Bir hafta kalabildim. Canımı kurtardığıma sevinerek ayrıldım, ilk maaşımı orada bırakarak.

Sonra Mecidiyeköy’de bir evde, temiz bir ailenin yanında pansiyoner olarak kaldım. Hocaların servis arabası ile Fakülte’ye gittim, geldim. Asaf Hoca İngiltere’ye gitmiş, kürsü yönetimi Prof. Dr. Faik Gülçur Hoca’ya kalmıştı. Prof. Dr. Mehmet Sevim’li, Doç. Dr. Necmettin Çepel’li , Dr. Volkan Şölen’li yani öğrencilerin Volkan Ablası ile dört ay toprak tahlilleri yaptım laboratuvarda.

Yıllar sonra Prof. Dr. Tahsin Tokmanoğlu’nun bir yazısını okudum Orman Fakültesi Dergisi’nde. Hocası, Hocamız Prof. Dr. Kemal Erkin’in yani biz öğrencilerin Gıcık Kemal’inin ölümünün arkasından yazılmış bir yazıydı.

Tokmanoğlu, öğrenciler arasında genel olarak katı, acımasız, notu kıt bir hoca olarak bilinen Hocası ve Hocamız Erkin’in kendisine, hocalığı çok sevdiğini ve fakat “Hiç doyamadığım şey öğrenciliktir” dediğini aktarıyordu o yazısında (Sayın Hocamız Prof. Dr. Kemal Erkin’in Yaşam Öyküsü, İ.Ü. Orman Fakültesi Dergisi A, 1981,Cilt 31 Sayı 2, Sayfa 1-13).

İşte ben de bu kısa süreli ve öğrencilik benzeri bir ormancılığı bütün meslek yaşamımda hiç unutamadım. Öğrencilik, öğreticilik ve araştırmacılık kavramlarının birbirlerinin tamamlayıcısı ve ayrılmazları olduğunu burada, bu kısa sürede öğrendim. Araştırmacılığın sonsuz bir öğrencilik olduğunu burada anladım. Gerçek öğreticiliğin ancak öğrencilik ve araştırmacılıkla birlikte yapılabileceğini burada gördüm.  Bütün yaşamımda ve gücüm oranında bunun gereğini de yerine getirmeye çalıştım.

Kafdağı efsanesindeki yedi dipsiz vadi gibi, İslami inançta da gökyüzü yedi katmandır (Bakara Suresi, 29-Fussilet Suresi, 12). Ben büyük bir mutlulukla Kafdağı efsanesindeki birinci vadiyi ya da İslam anlayışındaki birinci katmanı katetmiştim. Sonrası sonra. Anam Gümüş derdi ki “Yaşa ki ne gele başa” .

 

Osman Gökçe

Bornova, 12 Aralık 2012

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress