Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

SIRA SİZDE

11 Şubat 2013 0 comments Article Anılar

 

Osman Gökçe
osman.gokce@ege.edu.tr
www.osmangokce.com

Tabanları yarıktı onların, topukları yarıktı.  Parmak girecek kadar derindi yarıkları. Yalın ayak gezerlerdi bayırda kırda, tarlada tabanda. Diken batardı baldırlarına, bacaklarına, tabanlarına. İğne ile çıkarırlardı batan dikenleri kalınlaşmış derilerini oya oya.

Taş keserdi ayaklarının altını. Keseğe, kütüğe, kayaya çarpan tırnakları morarırdı, kan otururdu diplerine, sonra da sürüp çıkar ve düşerdi.

Cerahat olurdu yaraları. Üzerlerine bir parça yırtık bez ile hamur bağlarlardı, pişmiş soğan bağlarlardı, ebegümeci yaprağı bağlarlardı cerahatı emsin diye. Başka ilaç bilmezlerdi, antibiyotiğin adını duymamışlardı.

Çevremi algılamaya ve anlamaya başladığım çocukluk yıllarımda böyle gördüm, böyle tanıdım onları. Hiç yadırgamadım, hiç sorgulamadım o zaman bu durumu. Çünkü bunun sıra dışı hiç bir yanı yoktu benim için. Suyun yukarıdan aşağıya doğru akması kadar doğaldı ve de olağandı.

Fistanlarını, önlüklerini, könçeklerini (1), kürdüklerini (2) kendileri keserler, kendileri dikerlerdi. Kocalarının işliklerini, şalvarlarını kendileri keserler, kendileri  dikerlerdi. Onların kazaklarını, boyun atkılarını, çoraplarını yün ya da kıldan kendi eğirdikleri ip ile kendileri örerlerdi çoğu kere çöpten yapılmış cağlarla (3). Yorganlar, yataklar, yastıklar, minderler, yer yaygıları onların işiydi, onların ürünüydü.

Giydikleri, örtündükleri, yattıkları her şey yamalıydı ve her şeyi onlar yamalarlardı. Yama yapmak, horantayı(4) yırtıklarla gezdirmemek büyük hünerdi.

 

Çevremi algılamaya ve anlamaya başladığım çocukluk yıllarımda böyle gördüm, böyle tanıdım onları. Hiç yadırgamadım, hiç sorgulamadım o zaman bu durumu. Çünkü bunun sıra dışı hiç bir yanı yoktu benim için. Suyun yukarıdan aşağıya doğru akması kadar doğaldı ve de olağandı.

 

Kış gelir yağmur yağar, kar yağar. Erkekler oduna giderler, kevene (5) giderler, davarlar için dal kesmeye giderler, ava giderler. Toprak damlar akar, lolamak (6) gerekir. Tenine yapışmış yalın kat giysileri içerisinde dam lolarlardı döne döne. Çıplak ve soğuktan morarmış ellerini ikide bir ağızlarına götürür, nefeslerine tutarlardı ısıtmak için. Bir defasında, komşumuz Durdu kadın dam lolamaya çıkarken süllümden (7) kıç üstü düşüp pöçük kemiğini (8) kırmış ve yatağa düşmüştü. Durdu’nun kocası çocuklar perişan oluyor bahanesi ile hemen bir avrat (9) daha almıştı. Durdu’nun gıkı bile çıkmamıştı.

Toprak damlar üzerinde çatılı evlerde olduğu gibi karların kendiliğinden erimesi beklenemez. Damlar sürekli akar sonra. Onun için damlara yağan karları hemen kürümek gerekir ağaç küreklerle. Dam üzerindeki karları tısıl tısıl tısıldayarak onlar temizlerlerdi.

Ahıra onlar girerler, hayvanları onlar yemlerler ve sularlar, alttlarını onlar atarlardı. Tavukları onlar tünetirler, onlar gurka bastırırlardı (10). Civcivleri, celfinleri (11) onlar beslerlerdi. Onlar toplarlardı pireli pinniklerden yumurtaları konuklara, kocalarına, çocuklarına kırmak için. Üzerleri mayıs (12) kokar, sap saman kokar, ahır kokardı. Ellerinden, kollarından, sırtlarından,  önlüklerinden,  eteklerinden  pireler zıplardı.

 

Çevremi algılamaya ve anlamaya başladığım çocukluk yıllarımda böyle gördüm, böyle tanıdım onları. Hiç yadırgamadım, hiç sorgulamadım o zaman bu durumu. Çünkü bunun sıra dışı hiç bir yanı yoktu benim için. Suyun yukarıdan aşağıya doğru akması kadar doğaldı ve de olağandı.

Epeycesi ortak yaşardı, yengeleri vardı yani kocaları iki evliydi. Bütün horantalar kalabalıktı. Ama çift kadınlı horantalar daha da kalabalıktı, aş yetmezdi, ekmek yetmezdi, çocuklar birbirleriyle hargür ederler, boğuşurlar, dövüşürlerdi. Bazan analar da devreye girer her şey karışırdı. Evin erkeği gelir, haklı haksız demez, herkesi sıra dayağından geçirirdi.

Onların yasal bir sorumluluğu, yasal bir yükümlülüğü olmayan dini nikahları vardı. Ama resmi bir zorunluluk ortaya çıkıncaya kadar resmi nikahlar yapılmıyordu. Dolayısıyla evliliğin yasal haklarından mahrumdular. Onların o  haklardan haberleri bile yoktu.

Gönüllü gönülsüz kız kaçırmaları olurdu. Aileler yeni düşmanlıklar kazanırlardı. Bu yüzden bazen silahlar patlar, ölenler, hapse girenler olurdu. Kaçan kızlar nedeniyle çıkan kavgalarda ölenler için de “Biriciğe sebep oldu- Kör olası anam kızı” diye ağıtlar yakılırdı.

En kadersizleri de dul kadınlardı. Kocası askere gidip gelmeyenler, kaza ile ya da herhangi bir nedenle ölenler, erkeği “Boş ol” der demez boşanıp dul kalanlar bin türlü kara kader yaşarlardı.

Kocası ölen genç dulu ister mi istemez mi diye sormadan, çocukları korumak adına kayınbiraderleri ile evlendirirlerdi. Bu yolla da iki evlilikler  görülürdü. Kimsesiz  ya da arkası zayıf dul kadınlar çeşitli biçimlerde taciz edilirdi. Evlenen dul kadınlar yeni kocasının evine sanki günah işlemiş, suç işlemiş, ahlak dışı davranışı olmuş gibi utanılarak, pulsuz püskülsüz ve çoğu kez törensiz  ya da en basit törenlerle götürülürlerdi.

Çevremi algılamaya ve anlamaya başladığım çocukluk yıllarımda böyle gördüm, böyle tanıdım onları. Hiç yadırgamadım, hiç sorgulamadım o zaman bu durumu. Çünkü bunun sıra dışı hiç bir yanı yoktu benim için. Suyun yukarıdan aşağıya doğru akması kadar doğaldı ve de olağandı.

Köyümüzde anam yaşında hiç bir kadın yoktu okuma yazma bilen. Köyün en önde gelen ailelerin hepsinin kadınlarını tanıyor ve durumlarını biliyordum. Beni ilkokulda okutan eğitmenim dahil, muhtar dahil, benim diye ileri gelenler dahil, kendilerine ben ağayım diyenler dahil hiç birisinin eşi okuma yazma bilmiyordu. Benim anam da, daha genç olan üvey anam da okuma yazma bilmezdi.

İlkokuldan hiç bir kız arkadaşımı anımsamıyorum. Çünkü sınıfımızda kız yoktu. Ya da kah gelip kah gelmeyen, dolayısıyla varlığı farkedilmeyen bir iki kız vardı.

Yaşıtım komşu kızın babası hapis yattı kızını okula göndermediği için. Ama yine de göndermedi. Babam yaşındaki muhtarımız, yaşıtım olan kızını okula göndermediği için, kendisini müfettişe şikayet eden öğretmenimle okulun koridorunda birbirlerine girmişlerdi. Yüzler yırtılmış, burunlar kanamıştı.

Şikayet üzerine jandarmalar sıkıştırırlardı kızlarını okula göndermeyen babaları. Bazen karakola çekip dayak attıkları da söylenirdi. Jandarma zulmü diye siyasi literatürümüze geçen zulmün bir parçası da bu muydu bilemem.

Ailenin erkek çocuğu doğunca kapının önünde davul zurna çalınırdı. Çalgıcılara, çocuklara bahşiş dağıtılırdı. Ama kızların hiç birisinin doğumunda, davul zurna çaldırmak bir yana, küçük de olsa herhangi bir kutlama yapıldığını ve ailede bir sevinç yaşandığını görmedim. Daha doğuştan itibaren horlanan bir yaratığın okula gitmesine ne gerek vardı? Hamur yoğursun, çocuk doğursun, yeterdi.

Çevremi algılamaya ve anlamaya başladığım çocukluk yıllarımda böyle gördüm, böyle tanıdım onları. Hiç yadırgamadım, hiç sorgulamadım o zaman bu durumu. Çünkü bunun sıra dışı hiç bir yanı yoktu benim için. Suyun yukarıdan aşağıya doğru akması kadar doğaldı ve de olağandı.

Onlar Osmanlı’nın son kuşağıydı ya da son kuşağının çocuklarıydı. Onlar Cumhuriyeti yeni görmüşlerdi, yeni bulmuşlardı. Ama henüz ne olduğunu, ne işe yaradığını bilmiyorlardı.

Onlar ailemdi, komşumdu, köylümdü, anamdı, bacımdı, ninemdi. Onlar bizimkilerdi, bizim kadınlarımız,  bizim kızlarımızdı.

Onlar samanlıkta sap üstünde doğmuşlardı. Adları Döndü’ydü ama kaderleri dönmemişti.

Onlar kara toprak ya da kar üstünde, ayakları çıplak, erkeğinin dört adım gerisinde ve başı öne eğik yürüyen Döneler’di.

Onlar, Tanrı buyruğu gücünde törelere takılıp istemediklerine verildiği için telli duvaklı gelin olma yerine urgan uçlarında gelin olan Yeterler’di.

Onlar, doğuramadığı ya da oğlan doğuramadığı için üzerlerine kumalar gelen, kendi çocukları yerine kocalarını ellerinden alan kadının çocuklarına boğaz tokluğuna hizmetçilik eden, boş kucağını el çocuğunun sevgisi ile doldurmaya çalışan ve kaderine boyun eğen iyi gönüllü  Durdu kızlardı, Dudu kızlardı. Onlar Eşeler, Elifler, Emineler, Emişler, Fatmalar, Hacceler, Hürüler, Habbalar’dı. Daha bunlar gibi pek çok kaderleri ortak biçarelerdi. Ve de onlar yaşamdan çok şey ummazlar, umamazlardı.

Onlar bizim kızlardı, çok çaresiz ve çok yalnızlardı. Bu dünya bir yana ahrette bile kimsesiz ve arkasızlardı.

X

Aradan yıllar geçmişti. Üniversiteyi bitirmiş orman yüksek mühendisi olmuştum. Köyüme gittim. Bir öğleden sonra yeni öğretmen olmuş arkadaşım Mehmet Bal’la birlikte evimizin önündeki bahçedeydik. Çevremizde de kardeşlerim ve arkadaşları oynuyorlardı.

Bahçemizle arasından Cağlak Deresi geçen Dana Halil’in evinin önünde bir küçük kız dikkatimi çekti. Kentli kızlara benziyordu, kentli kızlar gibi giyinmişti. Üzerinde basma fistan değil kısa etek vardı. Giysisinin kumaşı da renkleri de bizim köydekilere benzemiyordu.

Bizim köyde de evleninceye kadar kızların başları açık olurdu. Başörtüsü örtmezler ya da fes giymezlerdi. Ama bizimkilerin saçları uzundu, arkaya doğru dümdüz taranmış ve arkasına da topuklarını döven mor belikler örülmüş olurdu. Oysa karşıdaki kızın başı açıktı ama saçları kısa kesilmişti kent kızları gibi.

Komşumuz Dana Halil köyün çulhası idi. Balkonunda bir ağaç dokuma tezgahından başka bir şeyi yoktu. Hayvan haşat görünmezdi kapısında. Tarla taban desen Hak getire, bir hat toprağı yoktu.

Bir eşi vardı, adı Habba. Sanıyorum ikinci eşiydi. Bir oğlu vardı, Kır Hüseyin derlerdi ona. Yine sanıyorum ki şimdi ortada olmayan önceki eşindendi. Biraz haylaz , biraz kumarcıydı. Kışları Çukurova’ya çalışmaya gider, yazları köye gelir kahve köşelerinde vaktini geçirirdi. Bu nedenle babamın onu zaman zaman azarladığını, sıkıştırdığını anımsarım. Ama o hiç sesini çıkarmaz, ortalıktan usulca kaybolurdu.

Kır Hüseyin evliydi, Memo Ali’nin kızı Elif’i kaçırmıştı. Zorla kaçırdığı söylenirdi. Elif güler yüzlü, güzel yüzlü, tatlı dilli ve cana yakın bir gelindi. Bütün ailemiz onu çok severdi.

Çok merak ettim, böyle bir ailede bu kentli kız çocuğu kim ola ki diye. Etrafımda oynayan kardeşlerim açıkladılar. O kız Döndü’ydü. Memo Ali’nin küçük kızıydı. Ortaokulda okuyordu. Yaz tatilindeydi ve Elif Ablası’nın yanına ziyarete gelmişti.

Başım Cağlak Kayası’na çarpmış gibi oldu, bulandı. Sonra karlı Berit Dağı’nın başına sabah güneşi düşmüş gibi aydınlandı. Yüreğim önce sıkıştı, sonra evren kadar genişledi.

Bana göre, böyle bir olay köyüm için devrim gibi bir şeydi. Beynimin bulantısı ve yüreğimin sıkışması bu devrimin bu güne kadar başarılamamış, geç kalmış olmasındandı. Tersine kafamın aydınlanması ve yüreğimin ferahlaması da Cumhuriyet Devrimi’ne ve aydınlık geleceğe inancımdandı.

Yanımdaki öğretmen arkadaşım Mehmet Bal’la oturduk elmaların gölgesine, bir derin sohbete daldık. Kadın üstüne, kız çocukları üstüne,  kadınların okumaları üstüne, kadın hakları üstüne, kadınların, kızların köyümüzdeki yaşantıları üstüne bildiğimiz ve gördüğümüz her şeyi konuştuk. Ama bildiklerimizden ve gördüklerimizden eskisi gibi sonuç çıkarmadık.

Çevremi algılamaya ve anlamaya başladığım çocukluk yıllarımdaki gibi  kızlarımızın, kadınlarımızın yaşadıklarını, onlara yaşatılanları suyun yukarıdan aşağıya akması gibi doğal ve de olağan karşılamadık. İtiraz ettik, isyan ettik.

Bir tek bacısı vardı Mehmet Bal’ın ama okula gönderilmemişti. Yedi bacım vardı benim ama hiç birisi okula gönderilmemişti. Cumhuriyet gelmişti ama, aydınlık gelmişti ama henüz toplumun ışığını örten tüm perdeler yırtılamamıştı, kalın karanlık duvarlar yıkılamamıştı. Çok hayıflandık ikimiz de.

İşte Döndü Kız, karşıdaki çardakta duran şu küçük kız bu işin köyümüzdeki öncüsüydü, devrimcisiydi.

Döndü’nün babası Memo Ali de bir toplum önderiydi, aydınlık yol yolcusuydu. Köydeki üç radyodan birisi onun evindeydi. Ne duyarsa oradan, gelir kahvenin ve dükkanların önünde insanlarla paylaşırdı. Duyduklarını onlara da anlatırdı. Bir bilgilendirme gönüllüsüydü.

Mehmet ve Süleyman adlarındaki iki erkek oğlunu yatılı öğretmen okuluna göndermişti. İkisi de öğretmen olmuştu. Büyük oğlu Mehmet Köylü (Sonradan Köylüoğlu) köyümüzden çıkmış ilk öğretmendi. O bir öncüydü.

Köyümüzde okumuş yazmış kızlara, kent kızlarına iyi gözle bakılmazdı o yıllarda. Onlara karşı ahlaksızlık ve namussuzluk duyguları beslenirdi.

Nasıl beslenmesin ki o kültürün, o karanlık kültürün etkisi bugün bile yaygın bir biçimde yaşanıyor. Çelişkiye bakınız ki hem de en üst düzeyde etkililer ve yetkililer yaşatıyorlar.  Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir sayın bakanı “Boğaziçi Üniversitesi’ni ziyaret ettim. Bir baktım farklı bir dünya. Değişik binalar, surlarla çevrilmiş alan. Sonra bahçesinde gençler kızlı, erkekli oturuyor. Ben çok şaşırdım. Burada yoldan çıkarım dedim” diye açıklamalarda bulunuyor. (http://t24.com.tr , 29.01.213). Sayın bakan liseyi bitirdiği zaman Boğaziçi Üniversitesi’ne gitmemesinin nedenini böyle açıklıyor. Üniversitenin bahçesinde gençler kızlı, erkekli oturuyor diye bu gençleri yoldan çıkmış olarak görüyor. Kendisi de yoldan çıkmamak için bu üniversiteye kaydolmuyor.

Bugün yani 2013’te bir bakanımız böyle düşünüyorsa bundan yetmiş yıl önce bizim köylülerin böyle düşünmeleri çok görülebilir mi?

İşte böyle bir karanlık kültürün hakim olduğu toplumsal bir ortamdan çıkan Mehmet Köylü okumuş yazmış bir öğretmen hanımla evlenmişti. Böylece de  kendisinden sonrakilere öncülük etmiş, örnek olmuştu. Biz köy gençleri Mehmet Köylü’nün eşi Leman öğretmenden öğrendik kentli ve okumuş kızların en az diğerleri kadar ahlaklı olduklarını.

Mehmet Köylü daha öncekilere yetişememiş ama yetişebildiği en küçük kız kardeşini çalıştığı yere, Sivas’a yanına almıştı. Orada ortaokula başlatmıştı.

Döndü Sivas Atatürk Ortaokulu’nu 1966’da bitirdi.  Aynı yıl Sivas Öğretmen Okulu’na girdi. 1970-71 döneminde okul bitti, Döndü Sivas Akkaya köyüne öğretmen oldu. Burada üç yıl çalıştı ve daha sonra Nevşehir’in Avanos ilçesi Akarca köyüne atandı. Burada da on yıl hizmet etti köy çocuklarına. Daha sonra kendi isteği üzerine Hatay iskenderun Cemal Gürsel İlköğretim okuluna atandı. On iki yıl da burada çalıştıktan sonra emekli oldu.

Döndü’nün Orta Çağ karanlığının kara perdesini yırtıp Cumhuriyet’in ışığına kavuşmasının  üzerinden yarım yüzyıl geçti. Şimdi artık Döndüler, Döneler çoğaldılar ve geçmişte altı yüzyılda yapılamayanı Cumhuriyet kısa bir sürede gerçekleştirdi.

Şimdi benim köyümde ilkokula gitmeyen kız çocuğu yoktur. Köyün lisesinde okuyan öğrencilerin yarısı kız öğrencidir. Yüzlerce lise mezunu, üniversite mezunu kızlarımız vardır. Her meslekte başarı ile çalışan Döndüler’imiz, Döneler’imiz vardır. Onlar artık öğretmen, hemşire, doktor, hakim, savcı, mühendisdirler.

Onlar artık yalnızca hiç bir yasal yaptırımı ve bağlayıcılığı olmayan imam nikahlı mağdurlar değildir. Yasal nikahlı, yasal hakları olan, yasal haklarını bilen kimlikli, kişilikli özgür birer bireydirler, özgür birer yurttaşdırlar.

Onlar artık yalnız cinsiyetleri ile değil, köylülüklerini belli eden adları ile de kendilerini küçümseyen, horlayan  snopları  hiç dikkate almıyorlar. Köylülükleriyle sonuna kadar övünüyorlar.

Onlar artık erkeğinin dört adım gerisinde ve başı öne eğik yürüyenler, varlığından utanıyormuş gibi ezim ezim ezilenler değildir. Başları dik yürüyenlerdir.

Onlar artık üzerine kuma gelmesine doğal bir olaymış gibi boyun eğen çaresizler de değildir.

Doğrudur, Devrim tamamlanmamıştır, iş bitmemiştir. Gidilecek çok yol vardır daha. Bugün de akıl almadık bir biçimde dayaklara, tacizlere, tecavüzlere uğramakta, cinayetlere kurban edilebilmektedir. Ama maya da tutmuştur.

Maya da tutmuştur ama  DİKKAT! BİN KERE DİKKAT! Şimdi hakim çevrelerin yerin dibine batırmaya çalıştıkları Cumhuriyet Rejimi, balta nacak doğramaya çalıştıkları Cumhuriyet Ormanı, kazma kepçe yıkmaya çalıştıkları Cumhuriyet Anıtı akıl almaz bir saldırı ile karşı karşıyadır.

 

Döndüler, Döneler, Durdular davranın bire, şimdi sıra sizdedir. Cumhuriyet en çok sizindir, en çok siz Cumhuriyetsiniz. Bir daha dönmeyin Ortaçağ karanlığına. Karanlık kafaların güneşinizi kale duvarları ile kapatmalarına, zindanlara çevirmelerine izin vermeyin. Evet, şimdi sıra sizde. Yürüyün bire…

Osman Gökçe
Bornova, 14. Şubat. 2013

 

Açıklamalar :

1) Köncek : Uzun don, dizdonu

2) Kürdük : Daha çok kadifeden yapılan dar bir yelek

3) Cağ : Tığ

4) Horanta : Aile

5) Keven : Kış günleri sökülerek ve dikeni ütülerek büyükbaş hayvanlara yem          olarak verilir

6) Lo : Damın topraklarını akmasın diye sıkıştırmaya yarayan taş silindir

7) Süllüm : Merdiven

8) Pöçük kemiği : Kuyruksokumu kemiği

9) Avrat : Kadın eş

10) Gurk bastırmak : Kızışan tavuğun altına vücudu ile örtebileceği kadar yumurtayı koyup civcive yatırmak

11) Celfin : Piliç

12) Mayıs : Hayvanların cıvık ilkbahar dışkısı

 

 

 

 

 

 

 

 

.

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress