Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

HASRETİM OLUN DAĞLAR

29 Mart 2013 0 comments Article Anılar

 

 

Osman Gökçe
osman.gokce@ege.edu.tr
www.osmangokce.com

 

Bir dağdan kanat çırpmış uçmuştum. Başı yaz kış karlı, kayalı, kartal yuvalı, urkekliği ötüşlü,  baytaran, sarısavruk, geyikgöbeği çiçekleri kokuşlu Berit Dağı’ndan havalanmıştım.

 

Bir başka dağa konmuştum, Davras Dağı’na. Başı gök mavisi, dibi gök mavisiydi. İki gökyüzü arasında kalmıştı Davras. Tepesinde gök kubbe, ayaklarının altında  gök kubbe yani sularına yansıyan gökyüzü görüntülü Eğridir Gölü.

 

Davras Dağı aşıkmış. Söylenceye göre bir zamanlar Gülistan denilen bir yerin Gülsultan adında bir hükümdarı,  hükümdarın da dünyalar güzeli bir kızı varmış. Davras bu kıza aşıkmış. Yanıp tutuşan bağrından alevler yükselirmiş gökyüzüne.

 

Ama bu güzeller güzeli kızın tek aşığı Davras değilmiş. Bütün dağlar aşıkmış bu kıza. Bütün dağlar ağlarmış bu kız için, yanar tutuşurmuş. Gelincikana (Barla Dağı) Doruğu, Dipoyraz Doruğu (Dedegöl Dağı), Sultan Dağları ve diğerleri tümü bu kıza vurgunlarmış.

 

Dağlar yıllarca savaşmışlar birbirleriyle aşkları uğruna. Yaralanmışlar, yırtılmışlar, yenişememişler. En sonunda tek başına hiç birinin bu kıza sahip olamayacağı kararına varmışlar. Elele vermişler, dağlarla çevrili geniş bir halka oluşturmuşlar. Ortada kalan bitek ovayı bağ, bahçe ve güllerle süslemişler. Aşık oldukları kızı bu ovaya yerleştirmişler. Karatepe ile Efe Sidre’yi de kızın hizmetine ve korumasına vermişler.

 

Böylece dağlar halkasının ortasındaki geniş ovanın güneyinde güzel Isparta bütün tarih boyunca düşman saldırılarından uzak, güvenlik, huzur ve sükun içinde, yeşil fistanının uzun eteklerini yayarak, rüzgarlarda savurarak ve sevdalılarına cilveler yaparak yaşamıştır (1).

 

Isparta böyle yaşamıştır ama Isparta’yı çevreleyen dağlar, Isparta’ya aşık dağlar çok çile çekmişler. Hangi aşık paylaşmaya razı olabilir, sevgilisini seyirliğe çıkarabilir rakiplerinin önünde? Hangi aşık uzansan tutabileceğin kadar yakın ama uzay kadar uzak ve erişilmez bir sevgilinin özlemine sonsuza dek dayanabilir?

 

Dayanamaz. Efe Sidre dayanamamış, bağrına bir yatır basmış yasa bürünmüş. Davras dayanamamış, çok yıpranmış, çok yorulmuş. Rakipleri de öyle. Onlar da dayanamamış. Onlar da çok yıpranmış, çok yorulmuşlar. Üzerlerindeki ormanları yitirmişler. Çardak çardak gökyüzüne yükselen sedir ağaçlarını, karaçamlarını, kestanelerini, Yukarıgökdere’de azıcık örneği kalmış olan koca Kasnak Meşesi ormanlarını, göknarlarını yele, sele, ele vermişler. Yalnızlaşmışlar, rüzgar uğultulu kayalarla başbaşa kalmışlar.

 

Bütün bunlar yetmezmiş gibi Davras’ın başına yenilerde  bir de başka bir iş gelmiş. İnsanlar “Madem ormanın yok, ağacın yok biz de üzerine yağan karlardan yararlanacağız” demişler, kayak merkezi yapmışlar, kaymaya başlamışlar. Davras buna bir şey dememiş, itiraz etmemiş.

 

Ama bir başka şey daha yapmışlar insanlar Davras’a.  “Senin adın Türkçe değil, Yunanca Toros sözcüğünden gelme” demişler. “Türkçe bir ad koyalım sana” demişler. İlin valisi de başı çekmiş, “Kayaklı Yayla olsun” demiş. Ne müthiş buluş değil mi? Davras bir kere  daha yıkılmış. “Adımı da elimden alıyorlar, beni sevgilime unutturmak istiyorlar” diye gözyaşı dökmüş. Ne diyelim, bu da bir akıl işte. Tanrı nazardan saklasın!

 

X

 

Bir yağmurlu nisan sabahı Konya üzerinden Eğridir Gölü’nün kıvrımlarını döne döne ve sol yanımda yükselen Davras’ın doruklarına baka baka Isparta’ya girdim.

 

Yollar çamurdu. Kentin ortasında, çamurlu yolların kavşağında Otel Isparta benden daha yabancı duruyordu Isparta’ya. Hakkında epeyce gazete haberi okumuştum. Başbakan Süleyman Demirel’in, memleketine yatırım olsun diye Sosyal Sigortalar Kurumu’na baskı ile yaptırdığı ileri sürülürdü. Ama ben sevmiştim Otel Isparta’yı.

 

Doğrusu, pek su yüzüne çıkarmamakla birlikte, bu tür eleştirilere yürekten de katılmıyordum. Isparta bir ildi. Küçüktü, gelişmemişti. Ama büyüyecek ve gelişecekti. Isparta’ya da gelip gidenler olacaktı. Altı ahır, üstü yatakhane olan hanlarda mı konaklayacaktı gelip gidenler? Modern bir otele gerek vardı. İş dünyası böyle bir yatırım için ilgi duymuyor ve iltifat etmiyordu. Nitekim SSK da bir süre sonra bu yükü çekmek istemediği için oteli Isparta Belediyesi’ne sattı (1967). Bir çıkar yol aranmış ve belki en doğrusu değil ama bir yol da bulunmuş  Otel Isparta yapılmış, ilin önemli bir gereksinimi karşılanabilmişti. Daha sonra benim bile işime yaramış ve burada nişanlanıp burada nikahlanmıştım.

 

Dört katlı kiralık bir binada oturuyordu kuruluş aşamasındaki Orman Başmüdürlüğü. Kısa süreli olarak bu binanın zemin katında demir ranzalı bir odada kaldım. Sonra iki katlı bir evin üst katını kiraladım 150 liraya. Karşısında bir kız okulu yani hemşire okulu vardı. Şimdi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu adını aldı.

 

Alt katta oturan ev sahibi Zihni Bey, manifaturacıydı. Yaşlı bir annesi, eşi ve iki küçük kızı vardı. Başbakan’ın köylüsüydü, İslamköylü’ydü. Bütün aile pırlanta gibi insanlardı.

 

Daha sonra ve orada yaşadıkça öğrendim: O gün için kırk üç bin nüfuslu olan bütün Isparta, bütün Ispartalı’lar pırlanta gibi insanlardı. Yumuşak huylu, yumuşak davranışlı ve sevecendiler. Birbirlerine karşı güvensizlik, kuşkulu duruş yoktu. Mahallemde, çarşıda, pazarda, işyerlerinde bağır çağır tartışan, itişen kakışan insanlar görmedim.

 

Hiç bir hırsızlık olayı duymadım üç yıl yaşadığım bu kentte. Herkes kapısını çekip gidiyordu işine gücüne, kilit kürek yoktu. Eğridir’de Yağcı Ramazan’nın peynir tenekeleri, yağ tenekeleri evinin alt katında kapısı açık dururdu gece gündüz, kilitlenmezdi. Alan çalan olur diye takılırdım ara sıra Ramazan Efendi’ye. Öyle şey olmaz anlamında “Ya ya” der güler geçerdi.

 

Ahmet Brazer ve ben Yol Şebeke Planlama Grup Müdürlüğü’nün iki mühendisi, iki genç elemanı idik. Başlangıçta ve bir süre başka hiç kimse yoktu. Müdürümüz Orhan Erkan bize sonradan katıldı. İnce duygulu, çekingen, çevresine saygılı, iş ve iş dışı ilişkilerinde son derece uyumlu, saygıdeğer bir abimizdi. Babası Mehmet Asım Erkan Anayasa Mahkemesi üyesiydi. Haklı olarak bununla övünürdü. Ancak, hiç bir biçimde babasının konumunu kullandığı izlenimi edinmedim. Saygı ile anarım kendisini.

 

Ahmet ve ben askerden yeni gelmiştik, sivil elbiselere ihtiyacımız vardı. Ama paramız yoktu. Meslektaşımız Hilmi Gürdal bizi bir terziye götürdü, Terzi Nihat’a.

 

Terzi Nihat tüccar terziydi. Paran var mı, pulun var mı diye soran yok. Yüzüme bile bakmadan “Şu kumaş sana iyi gider” diyor, raftan indiriyor, cart diye kesiyor. Ahmet’e dönüyor “Bu kumaş sana iyi gider” diyor, raftan indiriyor, cart diye kesiyor. Ahmet ve ben bu şekilde beşer altışar kat elbise sahibi olduk. Evlerimizde yere serecek bir çul bile yoktu ama çıplak duvarlara çakılı çivilerde asılı takım takım giysilerimiz vardı, ayda 25 lira taksitle alınmış. Onu da canın isterse götür ver. Arayan soran yok. Neden getirmedin diyen yok. Her taksit vermeye varışta Nihat ustanın bir eli rafta, bir top kumaş indirir. Vereceğin takside hiç bakmaz. “Bu sana iyi gider” der ve cart diye keserdi.

 

Bekar evi düzmesi, nişan, evlilik vb nedenlerle pek çok alışverişlerim ve borçlanmalarım olmuştur Isparta’da. Bunlar için hiç bir esnafa hiçbir senet imzalamadım. Ayrıca çeşitli nedenlerle zamanında ödeyemediğim taksitlerim de olmuştur. Yine hiçbir esnaf  alacağı için beni arayıp sormamış ve borcunu istememiştir.

 

Hükümet binasının arkasında, şimdi yeraltı otoparkı yapılan yerde bir dükkan vardı, bir kitapçı dükkanı. Kısa boylu, tıknaz, iri kafalı, kafası daima fötr şapkalı, orta yaşlı bir adam çalıştırırdı. Dükkan ağzına kadar kitap doluydu, sol yayınları doluydu. Daha sonraki yıllarda korkudan eşin dostun evine saklamak zorunda kaldığım, bahçelere gömdüğüm bir çok sol içerikli kitaplarımı o zaman bu adamdan satın almıştım. Karl Marx’ın Kapital’ini, Wright Mills’in Marksistler’ini, Max Beer’in Sosyalizm ve Sosyal Mücadelenin Tarihi’ni, Edmund Wilson’un Lenin Petrogırad’da’sını, Georges Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri’ni, Leo Huberman’ın Sosyalizmin Alfabesi’ni, Mao Çe-Tung’un Teori ve Pratiği’ni ve daha nicelerini buradan almıştım.

 

Ülkenin ve mesleğin sorunlarına ilgi duyan, okuyan, düşünen iyi bir arkadaş grubumuz vardı. Ahmet Brazer, Orhan Ayaz, Süleyman Dingil, Türkkan Peker, Yaşar Koçak, Mustafa Pirinçci ve Hilmi Gürdal   bu grubun içindeydiler. Sıkça bir araya gelir okuduklarımızı, öğrendiklerimizi ve bildiklerimizi paylaşır ve tartışırdık. Genellikle akşam üzerleri Tugay’ın karşısındaki geniş çay bahçesinde yapardık bu işi.

 

Otel Isparta’nın lobisi de en sık buluştuğumuz yerlerdendi. Ama işin aslı, kendimizi buraya biraz yabancı hissederdik, tedirgin olurduk içten içe. Lokantasına gidip yemek yiyemezdik. Bizim bütçemize göre çok pahalıydı. Belki de bizi buraya getiren şey, bilinç altında kendimizi buraya gelebilen diğerleriyle dengelemek gibi bir duyguydu. Ayrıca o yıllarda Isparta’da çok da gidecek yer yoktu.

 

Diğer bir buluşma yerimiz de TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) Lokali’ydi. Buraya gitmekten mutlu oluyorduk. Kafa dengi, aydın öğretmen arkadaşlarımız vardı. Biz onları, onlar da bizi birbirimizden sayıyorduk.

 

Hafta sonları bazı öğretmen arkadaşların da katılımıyla genellikle grubumuz genişler, Gül Baba Lokantası’nın en büyük masasını biz oluştururduk. Kızarmış ekmek, balık tarama, keçi peyniri ve elbette Yeni Rakı soframızı süslerdi. Türkiye’yi, bu yetmez gibi dünyayı masaya yatırırdık. Enine boyuna ölçer biçer yeniden şekillendirirdik. Çok heyecanlı ve her şey için çok umutluyduk.

 

Süleyman Demirel başbakandı, Adalet Partisi iktidardaydı. Isparta Süleyman Demirel’in memleketiydi. Bizim grubun tümü de Adalet partisi’ne ve Süleyman Demirel Hükümeti’ne karşıydı. Ben solculuğumu beyan için, biraz çocukçaydı ama, dairede masamın üzerine üçüncü sigarası koyuyordum gelen giden görsün diye. Yani muhalif olduğumuzu hiç gizleme gereği duymuyorduk. Ama hiç birimiz hiç bir baskı görmedik diyebilirim. En azından şimdi yaşananlarla asla kıyaslanamayacak kadar özgür bir ortamda yaşıyorduk.

 

Şimdi yerin dibine batırılan  27 Mayıs 1960 İhtilali düşünce özgürlüğü açısından gerçek bir devrimdi. Düşünce, nefes almıştı. O güne dek boğazı sıkılan, ışığı kesilen sol nefes almış aydınlığa kavuşmuştu. Solun karşıtlarının benzetmesi ile kitapçı vitrinleri pıtırak gibi sol yayınlarla dolmuştu. Hepimiz açtık ve durmadan okuyorduk, öğrenmeye çalışıyorduk. Başbakan Süleyman Demirel’in benzetmesi ile vücudumuza bol gelen ve fakat bize göre alabildiğine özgürlükçü ve çağdaş bir anayasamız vardı. Yanılmışız ama o gün için umutlanmak hakkımızdı.

 

Aslında 27 Mayıs 1960 İhtilali ve Anayasası yalnızca düşünce alanında değil pek çok konuda çok ileri düzeyde yenilikler getirmişti. Örneğin, Türkiye Ormancılığı da bundan payını en ileri düzeyde almıştı. Ormanlar anayasal güvence altına alınmıştı.

 

27 Mayıs Anayasası’na göre,

“-Toprak dağıtımı, ormanların küçülmesi ve diğer toprak servetlerinin azalması sonucunu doğuramaz (Md. 37).

“-Devlet, ormanların korunması ve ormanlık sahaların genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir.

“Devlet ormanları, kanuna göre Devletçe yönetilir ve işletilir. Devlet ormanlarının mülkiyeti, yönetimi ve işletilmesi özel kişilere devrolunamaz. Bu ormanlar, zaman aşınımı ile mülk edinilemez ve kamu yasrarı dışında irtifak hakkına konu olamaz.

“Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsade edilemez.

“Ormanlar içinde veya hemen yakınında oturan halkın kalkındırılması ve ormanı koruma bakımından gerekirse, başka yerlere yerleştirilmesi kanunla düzenlenir.

“Orman suçları için genel af çıkarılamaz; ormanların tahribine yol açacak hiçbir siyasi propaganda yapılamaz (Md. 131)”.

 

Yineleyerek belirtmek gerekir ki bizim kuşak gerçekten de 27 Mayıs 1960 İhtilali ve Anayasası ile çok heyecanlanmış ve çok umutlanmıştı. Sonradan umutların nasıl söndüğünü ve nelerin yaşandığını hep birlikte gördük.

 

Evet yanılmışız ve doğru değerlendirememişiz, doğru analiz edememişiz yaşananları, olup bitenleri.

 

Kim bilir, hiç değilse benim kuşağımın bilgi, görgü ve deneyimleri buna uygun değildi, gençtik, acemiydik hepimiz.

 

Aslında Demokrat Parti’de bunun bir örneğini yaşamıştık gençlik yıllarımızda. Ama gerekli dersi çıkaramamışız demek ki.

 

Demokrat Parti 7 Ocak 1946’da kuruldu. Bugünkülere (AKP) benzer bir biçimde ve kısa sürede 14 Mayıs 1950’de %52.67 oy oranıyla  “ Yeter Söz Milletindir” diyerek iktidara geldi. Başlangıçta öylesine ilgi gördü ki bir sonraki genel seçimde yani 2 Mayıs 1954’te oy oranı %57.61’e çıktı. Ama giderek de ölçüyü kaçırmaya, özgürlükleri kısıtlamaya, muhaliflerinin seslerini kısmaya, kısacası azgınlaşmaya başladı. Partizanlık tepe yapmıştı ve memurlar fırıldak gibi yer değiştiriyordu.

 

Öylesine ki 27 Ekim 1957’de oy oranı %47.87’ye gerileyince bir panik havasına da kapılarak Başbakan Adnan Menderes,12 Ekim 1958 Manisa konuşmasında halkı muhalefete karşı Vatan Cephesi’nde toplanmaya çağırdı. Bunun anlamı DP’ye karşı olanlar vatan düşmanıydılar. Buna göre babam da, ben de vatan düşmanıydık. Devletin radyosu sabah akşam Vatan Cephesi’ne geçenlerin listelerini okuyordu. Mezarlıklarda yatanlar dahil herkes Vatan Cepheli oluyordu.

 

Bütün bunlar yetmedi, Demokrat Parti 18 Nisan 1960’da bir de Tahkikat Komisyonu kurdu. Komisyon 7 Nisan 1960’ta Demokrat Parti Grubu’nun bir bildiri yayımlayarak CHP’yi halkı kışkırtmakla, askeri ayaklanmaya teşvik etmekle, bütün yıkıcı grupları kendi çevresinde toplamakla suçlaması üzerine kuruldu. 15 üyeli ve üyelerinin tamamı Demokrat Parti milletvekillerinden oluşuyordu.

 

Komisyonun görevleri şunlardı :

 

-Muhalefet ve basınla ilgili tüm suçlamaları soruşturmak,

-Her türlü siyasal etkinlikleri denetlemek, yasaklamak ya da izin vermek,

-Her türlü yayını yasaklamak, yayınların basım ve dağıtımını durdurmak.

 

Komisyon, görev alanlarındaki konularda yargının bütün yetkilerini devralmıştı. Alacağı önlem ve kararlar kesindi ve itiraz edilemezdi. Karar ve önlemlere karşı çıkanlar 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasına çarptırılacaklardı. Komisyon kararlarının yerine getirilmesinde ihmali görülen yetkililer 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacaktı.

 

Yargı benim, yargıç benim, yasa benim, cellat benim demekti bu. Önce suç ya da suçlar uyduracaksın, bütün karşıtlarını suçlu ilan edeceksin, kendi koyduğun kurallara göre onları yargılayacaksın ve en sonunda ipi de sen çekeceksin. Nasıl, çok demokratik ve çok özgürlükçü bir yönetim değil mi?

 

Bu komisyon 19 Nisan 1960’da bütün siyasi etkinlikleri durdurdu ve 27 Mayıs 1960’da da ihtilal oldu.

Anlatmaya çalıştığım şu ki bu dönemde başlangıçta özgürlükçü görünenler giderek diktatörleşmişlerdi. Seçim yoluyla ve halka özgürlük sözverisi ile iktidara gelenler, evlilikteki cicim ayı örneğinde olduğu gibi, güler yüzlü maskelerini söküp atmışlar ve gerçek baskıcı kimliklerini ortaya çıkarmışlardı. Yani halkı kandırmışlardı. DP’nin hürriyet havarileri 1950’de nereden başlamışlardı işe 1960 da nereye gelmişlerdi? Bunları yaşamıştık ve fakat bu örneğin yinelenebileceğini hiç düşünmemiştik.

Benim ilk meslek yıllarımda Isparta’da gördüğüm hoşgörülü hava da tıpkı Demokrat Parti’de olduğu gibi gelişti. 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin sonrasındaki siyasal iktidarlar, yukarıda anlattığım gibi önceleri özgürlükçü, demokrat ve hoşgörülü görünüyorlardı. Adalet Partisi de böyle yaptı. Ama sonraları mengene giderek sıkıştı.

 

O günleri bilmeyenler Balyoz Harekatı’nı bu günkü bir olay sanırlar. Bu günkü Balyoz Darbe Planı Davası gelir akla. Oysa siyasi literatürümüzde balyoz daha önce de kullanılmıştı. Biz geçmişte de bir Balyoz Harekatı yaşamıştık.

 

27 Mayıs 1960 sonrasında gelen sağ iktidarlar mengeneyi gittikçe sıkıştırmaya , sol muhalefeti sindirmeye başlamışlardı ve  toplumsal kargaşa ortaya çıkmıştı. Bunun arkasından 12 Mart 1971 Muhtırası geldi. 26 Mart 1971’de Nihat Erim Hükümeti kuruldu. Bir çok ilde  sıkıyönetim ilan edildi. Gazeteci, yazar, sendikacı, öğrenci ve öğretim üyeleri tutuklandı. TİP (Türkiye İşçi Partisi), DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kapatıldı. Başbakan Prof. Dr. Nihat Erim olay çıkaranları kastederek “Tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir” diye demeç verdi. O günlerde buna Balyoz Harekatı dendi. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamları da bu döneme denk düşer (6 Mayıs 1972). Bunun üzerine Mahsuni Şerif  bir türkü yaktı, bir beddua türküsü :

Köşkün sarayın yıkılsın
Erim erim eriyesin
Umudun suya dökülsün
Erim erim eriyesin
Çölden çöle sürünesin

Musa isen Tur-i Sinan
Haktan gelmiş idi İnan
Yesin seni yılan Çayan
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin

Aslan pençesi vurulsun
Çayın Deniz’de kurusun
Gözlerin yansın çürüsün
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin

Mahzuni’ yi severidin
Ona sevgilim deridin
Candan başka ne yeridin
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin

Erim Hükümeti 22 Mayıs 1972’de  sona erdi ve  Nihat Erim, 19 Temmuz 1980 günü İstanbul’da, Dragos Deniz Kulübü’nün önünde otomobilinden inerken Dev-Sol militanlarınca öldürüldü.

Yani benim Isparta’daki ilk yıllarımda karşılaştığım hoşgörülü siyasi hava bir aldatmaca ve bir fırsat kollamacadan ibaretmiş. Biz anlamamışız yalnızca.

İşin aslında bu hep böyle olmuştur.  Demokrat Parti böyle gelmiş böyle gitmiştir. Adalet Partisi böyle gelmiş böyle gitmiştir. Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Refah Partisi hep böyle gelmişler böyle gitmişlerdir.

Bugünkü iktidar da böyle geldi. “Biz değiştik” diyerek, “Gömleği çıkardık” diyerek geldi. Özgürlük, demokratlık sözverileriyle geldiler ama bugün en ünlü gazeteciler, Genel Kurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları dahil en üst rütbeli komutanlar, üst düzey büroklarlar, avukatlar, üniversite öğretim üyeleri, üniversite öğrencileri, sivil toplum önderleri ve hatta milletvekilleri hapislere tıkıldı.  Oysa ne çok yazar, çizer AKP’yi desteklemiş, övmüş, öne çıkarmıştı ilk yıllarında. Ne çok aldanıyor ulusum, ne çok aldanıyoruz bizler iflah olmaz bir biçimde.

x

Ahmet Brazer, ben ve şoförümüz Mahmut kırık dökük bir Willys arabanın sırtında Isparta Orman Başmüdürlüğü’nün orman yollarını planlamak için bütün hafta arazideydik. Atandıktan sonra Müdürümüz Orhan Erkan da bizimle birlikte gelirdi. Pazartesileri çıkıyor, cumartesileri dönüyorduk. O dağ senin bu dağ benim diye koşuyor ve hevesle çalışıyorduk :

 

Tor taylar gibiydik Toroslarda

Koşardık yalınayak

Çırılçıplak

Hayallerimiz vardı

Büyük büyük

Kınından çekilmiş kılıç gibi

Karanlığa parlardık

 

Yıldızlar avuçlarımızda

Taş yastıkta başımız

Düşlerimiz vardı

Venüs’e uzanan

Ardıç kokan, çam sakızı kokan,  kekik kokan

 

Yeşile boyardık tüm dağları

Akdeniz’in ak köpüklü mavisi

Yeşil yamaçlara yansırdı

Sürüsünün arkasında Türkmen kızı

Çiçekkırı giysiler içinde

Türkü çağırırdı

Yeşil çamlar altında

 

Elif saçlarını tarardı

Utangaç

Aslı’nın saçları kulaç kulaç

Alevler içinde yangın harmanı

Telli Senem Tanır’da

Koynunda kesik bir belik saç

Siyim siyim ağlardı

Berit Dağı’na karşı

 

Sürmeli Bey Çukurova’da

Başı göğsüne gömük

Yüreği darda

Yanardı göğnük göğnük

 

Hasretim olun dağlar

Bu size yeter

Gurbetim olun dağlar

Bu size yeter

Ahretim olun dağlar

Bu size yeter (2)

Her gün çiğ arazide saatlerce yürüyorduk. Öğleleri bir su başı, üçbeş zeytin tanesi, üçbeş gram peynir ya da tahin helvası bize yetiyordu. Akşamları çalıştığımız yörenin bölge şefliklerinin kuru binalarında kuru bir odaya geliyorduk. Burada kuruyorduk çilingir sofrasını yine soğuk yiyeceklerle. Bir yandan da pergeller, cetveller ellerimizde tahta masanın üzerindeki açık haritada daha sonraki yıllarda yapılacak yolların güzargahlarını saptıyorduk. Çok istekli, çok heyecanlı çalışıyor ve umutlanıyorduk gelecekten.

Muhalefetin planlı kalkınma isteklerine karşı iktidardaki Demokrat Parti milletvekilleri ve hükümet üyelerinin “Bize plan değil pilav lazım” tekerlemelerinin geçerli olduğu ve alkışlandığı bir dönemden 27 Mayıs 1960 İhtilali ile planlı kalkınma dönemine girmiştik.  Bu konuda 1961 Anayasası’nın ilgili hükümleri şöyleydi :

“IV. İktisadi ve Sosyal Hayatın Düzeni

“Madde 41– İktisadi ve sosyal hayat, adâlete, tam çalışma esasına ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre düzenlenir. İktisadî, sosyal ve kültürel kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirmek; bu maksatla, milli tasarrufu arttırmak, yatırımları toplum yararının gerektirdiği önceliklere yöneltmek ve kalkınma plânlarını yapmak Devletin ödevidir.

“IV. Kalkınma

“a) Kalkınma Plânı ve Devlet Plânlama Teşkilâtı

“Madde 129– İktisadî, sosyal ve kültürel kalkınma plâna bağlanır. Kalkınma bu plâna göre gerçekleştirilir.

“Devlet Plânlama Teşkilâtının kuruluş ve görevleri, plânın hazırlanmasında, yürürlüğe konmasında, uygulanmasında ve değiştirilmesinde gözetilecek esaslar ve plânın bütünlüğünü bozacak değişikliklerin önlenmesini sağlıyacak tedbirler özel kanunla düzenlenir”.

Anayasanın  bu hükmüne uygun olarak 30 Eylül 1960’ta Başbakanlık’a bağlı Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştur.

Ahmet ve beni asıl heyecanlandıran ve umutlandıran bu gelişmeydi. Bizler siyasal anlayışımız gereği planlı kalkınmaya gönül verenlerdendik. İşte şimdi de plan yapıyorduk. Bu planlar ormanlarımızın bilim ve tekniğe en uygun bir biçimde işletilmesi, geliştirilmesi ve korunması için uzun dönem orman yolları planlarıydı. İTÜ’den, ODTÜ’den, Karayolları’ndan ve ilgili diğer kanallardan ne çok kitap ve çeşitli yayın biriktirmiştik yol planları ve yapımı konusunda. Yaptığımız işe bilgisizlik gölgesi düşsün istemiyorduk. Bu planlar varken politikacılar, partililer, sözümona önde gelen hatırlı kişiler, çıkarcılar vb çevrelerden gelen istek ve baskılarla orman yolları yapılamayacağına, geçiş güzargahlarının değiştirilmeyeceğine inanıyorduk.

Bizimkisi çok saflıkmış değil mİ? Evet, çok safmışız! Orman yolları planları bir ayrıntı işmiş, olsa da olur olmasa da. Ama ülkenin planlı kalkınması hayalimiz ne de boş hayalmiş geç anladık, aldanmışız :

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaş gelince anlarmış (3)

Meğer daha büyük ve küresel planlar varmış bizim bilmediğimiz. Dünyanın bu bölgesi ve başka bölgeleri de meğer dünya hakimleri tarafından daha önce planlanmış. Hiç bir başka devlet bu planlara uygun düşmeyen hiç bir değişikliği yapamazmış. Ne bilelim biz?

x

Şimdi geriye dönüp bakıyorum ve kendi kendime soruyorum, ne kaldı o günlerden diye. Çok şey değil, belki de hiç bir şey değil! Yitik ilanı gibi (Hükümsüzdür) deyip geçilebilir.

Fakültedeyken, bir hocamız ormancıların meslek hastalıklarından söz etmişti. Bunların başında da soğuk ve çiğ yiyeceklerden kaynaklanan mide hastalıkları ve ağrılarının geldiğini söylemişti. O günlerde ve daha sonraki yıllarda ben de dayanılmaz mide ağrıları çektim. Bazı münafıklar buna rakıdandır diyorlar! Kim bilir belki de rakıdandı. Bugün yaşananların yanında sözü bile edilemezse de o günlerden kalanlardan birisi işte bu mide ağrısıdır.

Şiirleşirdik Ahmet’le. Ahmet’in eşi ve sevgili kızı Şebnem İstanbul’daydı. Rakı buğulanınca kadehte Ahmetin de gözleri buğulanırdı ve en çok da aşağıdaki şiiri okurdu:

Ağaç bütün
Işık bütün
Meyve bütün
Benim dünyam param parça

Büyük bir ayna kırılmış
Kırılıp yere dökülmüş
Kainat içine düşmüş
Düşmüş amma param parça

Yaprak yaprak yapıştırdım
Diyar diyar dolaştırdım
Bir alevdir tutuşturdum
Yandım amma param parça (4)

Evet yürekler param parçaydı. Sevdalar harman olmuştu. Herkesin payına yetecek kadar da sevdalık vardı. İşte o günlerden bir de bu sevdalıklar kaldı.

Bazen arazide gecikiyor, dağ başlarında kalıyorduk karanlıklarda. Arabayı bıraktığımız yeri karıştırıyorduk. Yol yolak bulamıyor ağaçlara, çalılara, taşlara kayalara tutunarak düşe kalka güç bela iniyorduk yamaçlardan.

Davras’ın güney yüzünde bir gece böyle bir macera yaşadık. Şoför Mahmut’un korna sesleri dağları inletiyordu Dereboğazı’nın kenarındaki toprak yolda. Bir sağa bir sola gidiyordu arabanın ışığı. Görüyorduk ama inemiyorduk. Biz de bir sağa, bir sola gidiyorduk. İniş yolunu bulamıyorduk. Önümüzde yatay bir biçimde uzayıp giden yüksek bir düşüş vardı. Ayağımız bir kaysa, bir pırtsa minare boyu kayaların üzerinden aşağılara düşecektik. Işığımız yoktu. Ahmet sigara içmezdi. Benim de çaka çaka kibritim bitmişti. Ayrıca Ahmet’in yükseklik korkusu ve biraz da kentlilik deneyimsizliği vardı. Elime, koluma yapışıyordu. O gece Ahmet’teki sığınma, bendeki koruma duygusu aramızda bugün de devam eden bir kekoluk bağı oluşturmuştu (5).

Ben Gaziantep Lisesi’ndeyken Siverekli, Süruçlu, Birecikli vb yörelerden Kürt arkadaşlarım vardı. Birlikte yatılı öğrencilerdik. Birbirlerimize keko ya da kekom diye hitabederdik. Böyle hitabetmek hoşumuza gidiyor ve aramızda büyük bir dostluk bağını ifade ediyordu.

Daha sonraki yaşamımda da bu anımı hep canlı tuttum ve seçerek yalnızca çok sevdiğim arkadaşlarım için keko ya da kekom diye hitabettim. Ahmet Brazer de bunlardan biriydi ve birbirimize keko ya da kekom diye hitabederdik. O gecede, o dar gecede kekom elini ver, kekom bu tarafa gel, kekom dikkat et vb biçimlerde birbirimize belki yüzlerce kez kekom demişizdir.

Demem o ki Karacaoğlan’ın “Üç derdim var birbirinden seçilmez-Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm” dediği gibi benim de,

O günlerden üç anım var saklarım
Bir kekoluk bir sevdalık bir ağrı
Anısını çiçek gibi koklarım
Bir kekoluk bir sevdalık bir ağrı (6)

Bornova, 12.03.2013

Açıklama

1. Göde,A. Halil, Isparta Efsaneleri, Isparta, 2010
2. Osman Gökçe, Toroslar’da
3.Cahit Sıtkı Tarancı, Otuz Beş Yaş
4.Bedri Rahmi Eyupoğlu, Param Parça
5. Keko : Kardeş (Kürtçe)
6. Osman Gökçe, Davras Anısı

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress