Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

ADINI BERİT KOYDUK

24 Temmuz 2013 0 comments Article Anılar

Osman Gökçe
osman.gokce@ege.edu.tr
www.osmangokce.com

Isparta bir güldür, bir gülkenttir. Yolları, sokakları, caddeleri güldür. Evleri, apartmanları, iş yerleri güldür, güllüdür. Parklar, bahçeler, balkonlar gül açar, gül kokusu saçar dört bir yana.

Isparta bir güldür, bir gülkenttir. Tarla tarla kokuların ortasında bir gülşendir, bir gül şenliğidir dört mevsim. Pembeye boyanmıştır tüm binalar, tüm duvarlar, tüm yapılar. Pembe renklidir tüm flamalar, tüm afişler, tüm reklam panoları. Evlerin içi, işyerlerinin duvarları, tezgahları güldür, gülpembedir. Halılar, koltuklar, perdeler gül renklidir, gül bahçesidir tüm salonlar.

Isparta bir güldür, bir gülkenttir. Yüz çeşit ürünü vardır gülün. Gül esansı, gül kolonyası, gül suyu, gül şampuanı, gül sabunu, gül spreyi, gül kremi, gül yağı, gül reçeli, gül lokumu, gül kokulu mum, gül kokulu eşarp, gül kokulu seccada, gül kokulu tesbih, say sayabildiğin kadar. Isparta bir gül vadisidir.

Isparta bir güldür, bir gül kenttir. Gül sitesi, gül lisesi, gül gazetesi, gül villası, gül lokantası, gül berberi, gül hastanesi, gül eczanesi, daha aklınıza ne geliyorsa işyeri olarak, kurum olarak hepsinin adı güldür, güllüdür.

Isparta bir güldür, bir gül kenttir. Herşey güldür, güllüdür ama ille de insanları en çok güldür, en çok onlar güllüdür. “Güle düştüm gülmedim-Gülden düştüm ölmedim-Ela gözlü yarimi-Tam bir aydır görmedim” diye türkü çağırır Isparta güzeli. Saçlarına toka yerine gül takar. Onlar bir gül, gül çiçeği, gül goncasıdır.

Evet Isparta bir güldür, bir gülkenttir. Isparta ve gül için böyle üç beş sözcük değil bir kitap yazılsa hatta on kitap yazılsa az gelir, yeterince anlatamaz içiçe geçmiş olan Isparta ve gülün dünyasını. Peki, bu nasıl olmuştur? Isparta ve gül nasıl olmuş da , kim yapmış da böyle koca bir dünya oluşturmuştur? Ne olmuş da Ispartalı, cadde ve sokaklardaki çöp bidonlarının üstüne kadar her şeyi ve her yeri güllemişler, gül resimleri ile süslemişlerdir? Isparta ile gül ne olmuş da, nasıl olmuş da özdeş anılır olmuştur?

Bir heykel var şimdi Isparta Hükümet Meydanı’nda. Heykeltraş Sait Rüstem tarafından yapılmış ve  2009 yılı Cumhuriyet Bayramı etkinlikleri çerçevesinde törenle açılmıştır. Açılışta konuşan Gülbirlik Genel Müdürü Bolat Tamer bu heykelin Isparta’ya Mustafa Kemal Atatürk ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in heykellerinden sonra dikilen üçüncü büyük heykel olduğunu açıklamıştır (www.haber32.com.tr, 30Ekim 2009).

Bu heykel Gülcü İsmail Efendi’nin heykelidir, Isparta’ya gülü getiren, gül tarımını yerleştiren, 1892’de de gülyağını ilk kez üreten Müftüzade İsmail Efendi’nin.

İsmail Efendi Yalvaç’tan gelip Isparta’ya yerleşen Meydanbeyoğlu Mehmet İzzet’in oğludur. Gülcülüğe bugünkü Gülcü Mahallesi’ndeki evinde bir tek fidanla başlamıştır. Daha sonra 30 dönüm arazi satın alarak sanayi gülcülüğüne girişmiştir. Ama çok zorlanmıştır. Halk onu (Bu adam delirdi, keçileri kaçırdı, Allah akıl fikir versin) diye kınamıştır. Fakat o yılmamış ve başarmıştır. Isparta gülcülüğü onun başlatması ve öncülüğü sayesinde kısa bir zamanda bugünkü durumuna gelmiştir.

Önemli kişiler yalnızca savaşçılar, kumandanlar, fatihler değildir. Yalnızca  bilim adamları, kaşifler, mucitler değildir. Ozanlar, yazanlar, çizenler, ressamlar, heykeltraşlar değildir. Krallar, şahlar, padişahlar değildir. Gülcü İsmail Efendi gibi kişiler de önemli kişilerdir. Ispartalı bunu bilmiş, bu geçeği anlamış ve vefa göstererek Gülcü İsmail Efendi’nin heykelini Hükümet Meydanı’na dikmiştir.

Başka alanlarda da vardır bu tür kişiler. Ancak, bunlar her zaman Gülcü İsmail Efendi kadar şanslı olmayabilirler. Heykelleri dikilmeyebilir, resimleri yapılmayabilir, haklarında kitaplar yazılmayabilir. Ama onlar yine de önemli kişilerdir, önemli kişiliklerdir.

Ormancılığımızın da bu tür anılır ya da anılmaz önemli kişileri vardır. Benim değer ölçülerime göre örneğin Fahri Şentürk de böyle bir kişidir.

Fahri Şentürk İ.Ü. Orman Fakültesi’ni 1949’da bitirmiş, bir ara Burdur Belediye Başkanlığı yapmış  (1957-1959) ve efsanevi erozyoncu Kemal Aşk’tan sonra Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Mürülüğü’ne atanmıştır (24.2.1976).

Ben Ahmet Brazer’le birlikte Isparta ve Burdur ormanlarında tor taylar gibi dağlarda koşuşturarak orman yolları planlaması yaparken tanıdım Fahri Şentürk’ü. O zaman Burdur’da Erozyon Grup Müdürü olarak görev yapıyordu. Erozyon alanlarının da yollara gereksinimi vardı. O da üzerinde çalıştığı erozyon alanlarının yol planlarınının yapılmasını istiyordu. Bu nedenle görüşüyorduk kendisi ile. Bizimle birlikte çıkıyordu araziye, çalışma alanlarını teker teker gösteriyor ve yol gereksinimlerini gerekçeleri ile birlikte bize yerinde açıklıyordu. İsteklerini son derece haklı nedenlere dayandırıyor ve bir o kadar da kibarca dile getiriyordu.

İşini çok önemsiyordu. Bir müdür gibi değil bir gönüllü gibi çalışıyordu. Ahmet de ben de kendisine çok saygı duyuyorduk. Yaptığı işe biz de kıble edercesine inanıyorduk. Ama çalıştığı alanları görüyor ürperiyorduk. Boz topraklar akan bu dik yamaçlarda nasıl olur da bitkilendirme, ağaçlandırma yapılabilir ve erozyon önlenebilir diye çok çok kaygılanıyor ve onun başarısına adeta dua ediyorduk. Biz kaygılanıyorduk ama o kaygılanmıyordu. O umutlu olmaktan da ileri bunu başaracağından emindi. Burdur Gölü’ne toprak akıtmayacaktı. Yamaçlar ormanlaşacaktı. Burdurlu yağış sonrası sellerden kurtulacaktı. O bunları gerçekleştirmeye adamıştı kendisini.

Anılarımın bu bölümünü yazmadan kısa bir süre önce Göller Bölgesi’ne gittim. Isparta’yı ve Burdur’u gördüm. Fahri Şentürk’ün üzerinde çalıştığı toprak akan dik boz yamaçların sedir ormanlarına dönüşmüş halininin fotoğraflarını çektim. Ormancılık hizmetleri nedeni ile değil ama kısacık belediye başkanlığı hizmetleri için adı verilmiş olan Fahri Şentürk Caddesi’nde gezindim. Şimdi adı Gümüşgün olan Baladız bağlarının ürünleri eşliğinde, onun teri ile sulanmış ve yeşermiş sedir ağaçlarının ortasındaki bir tepe gazinosunda onu andım ve duygulandım. Işıklar içinde yatsın.

x

Biz iki genç mühendis Isparta ve Burdur ormanlarında heves ve heyecanla koşarak orman yol  planları yaparken bir doktor tanıdık Eğridir Pazarköy’de. Yaz günü bir akşam üzeriydi. O bir köyde poliklinik yapmış Eğridir’e dönüyordu. Biz de dağlardan yeni inmiş, onun yolu üzerindeki Pazarköy Kereste Fabrikası’nda çayı demletmiştik. Buyur ettik, kırmadı. Birlikte bir çay içtik.

O sıralar ana gündem 6 Gün Savaşı da denilen Üçüncü Arap-İsrail Savaşı (05-11/06/19679) idi. Semavi dinlere göre 6 günde yaratılan dünyada 6 günlük bir savaşla Pan-Arabizm çöktü. Ürdün, Suriye ve Mısır’dan 68 300 kilometrekarelik bir alan kazanarak İsrail toraklarını 2.5 kat büyüttü. Bu çok sıcak bir olaydı ve her kesimden herkesi ilgilendirebiliyordu. Kolayımıza gitti, söze buradan girdik.
O da bu konuda ilgili ve bilgiliydi. Ama o, gücünün yeteceği işlerle meşguldü. Onun ana gündemi gücünün yetmeyeceği, yön veremeyeceği işler değildi, kendi işleriydi. Bizim açtığımız konuya kısaca değindikten sonra sözü dolaştırıp dağıtmadan nazikçe kendi gündemine getirdi. Heyecanla anlattı yaptıklarını, hayranlıkla  dinledik.
Kendisi İlçe Hükümet Tabibi’ydi. Zamanın hükümet tabiblikleri bir bakıma bizim orman bölge şefliklerine benzerdi. Kırk tarakta kırk bezi vardı. Tabipler tabiplik yapmaya vakit bulamazlardı binbir çeşit iş içerisinde. Tıpkı ormancılığa vakit bulamayan orman mühendisleri, orman bölge şefleri gibiydiler.
Ama karşımızdaki doktor bu dev engeli aşmayı başarmıştı. Nefes almadan koşuyordu. Sağlıkta önceliği  köylere vermişti ve hastalar doktora değil doktor hastaların ayağına gidiyordu. Köylerde, bir takvime bağlı olarak düzenli bir biçimde poliklinikler, aşılar, koruyucu hekimlik  uygulamaları vb çalışmalar yapıyordu. Kapıcısı Bekir Efendi ve tenteli Tuzla tipi arazi Jeeb’i şoförü Necati Efendi dahil dairenin bir avuç personeli bu çalışmalara İlahi bir inancın gönüllüleri gibi bağlanmışlar ve el vermişlerdi. Hiç biri fazla çalışmadan, yorgunluktan yakınmıyorlardı.
Onu dinlerken, öğrenme açlığı içerisinde o yıllarda saldırırcasına okumaya çalıştığım sosyalizm içerikli kitaplardan Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki sağlık uygulamaları konusunda edindiğim kırıntı bilgiler canlanıyordu kafamda. Çin’le ilgili Mao’nun 26 Nolu Direktifi, sağlık hizmetlerinde köylerin önceliği, köy klinikleri, köy doktorluğu, en çok görülen 30 hastalığın tedavisi, kronik hastaların evlerde tedavisi, koruyucu hekimlik, yönetimde merkeziyetçilik karşıtlığı vb söylemler geliyordu aklıma. Ama doktorun o gün için sosyalizmin, Maoizm’in sağlık hizmetleri konusundaki bu tür ilke ve uygulamaları ile ilgilendiğini ve bunları bildiğini sanmıyorum. O, aklın yolu birdir atasözünü bir kez daha doğrularcasına, kendi düşüncelerine göre bir uygulama yaratmıştı ve bunda da başarılı olduğuna kendisi inanmıştı, bizi de inandırmıştı.
Sonra onu büyük bir saygı ile uğurladık. O gece yatağa girdiğimde aklım akşamüstü oturduğumuz kırık dökük çay masasında kalmıştı. Doktorun anlattıkları kadar doktor da beni çok etkilemişti. Köyümü düşündüm, köylümü düşündüm,  köyümde böyle bir doktoru düşündüm. Ericek’te bir kahvede, bir bakkal dükkanında, muhtarın evinin bir köşsesinde ya da herhangi bir köylümün bir göz odasında hastaların kapıda şapkalarını çıkararak ve avuçlarında buruşturarak saygı ile iki büklüm sıraya girdiklerini hayal ettim. İçerde azarlamadan, hor görmeden, secdeye durmuş mümin gibi hastalarını muayene eden doktoru düşündüm. Ne güzel olurdu dedim kendi kendime.
Hayalim Çin’deki gibi yaygın bir uygulama anlamında ülkemde hiç bir zaman gerçekleşmedi. Üzgünüm. Ama doktoru bizim köye götürdüm.  Hayallerimin örtüştüğü bu doktorla evlendim. Ortaokula başladığım 1954’ten beri, öğrencilik yıllarımda daha sık ve daha uzun olmak üzere,   bir kere bile aksatmadan her yıl köyüme giderim. Çalışmaya başladıktan ve evlendikten sonra da bugüne kadar bu geleneği hiç bozmadım ve olağandan da hep eşim ve çocuklarımla birlikte gittim baba ocağına. Anam, babam sağken geçmiş yıllardaki köy ziyaretlerimde şimdi yıkılıp viran olan evimizin önüne, çardağına köylülerim doluşurlardı. Omar Ağa’nın evine doktor gelmiş diyenler sıraya girerlerdi. Doktor da büyük bir ciddiyetle Eğridir köylerinde olduğu gibi poliklinik yapardı. Ailem, ben ve özellikle babam bundan çok mutlu olurduk. O günleri aşağıdaki şiirimi de mırıldanarak sık sık anarım :

Isparta’da bir akşam
Davras’ın dibinde buldum seni
Mavinin bin tonu arasında
Göle karşı gözlerin
Tarla tarla kokuların ortasında
Saçlarında bahar rüzgarı
Güle karşı gözlerin

Isparta’da bir akşam
Davras değiyor yüzüme
Üşüyorum
Tut ellerimi sıkıca
Davras’tan Göl’e düşüyorum

Isparta’da bir akşam
Ay doğuyor Davras’tan
Eğridir Gölü kıpır kıpır boncuk boncuk
Oynaklığında bir dilberin
Kovada Gölü kuytuda
Ayı kucağına almış bir gelin
Farkında değil sensizliğin ve kederin

Isparta’da bir akşam
Sırtımı Dulup Dağı’na yasladım
Sabaha kadar seni düşündüm
Halı dokudum sabır dokudum ilmik ilmik
Gelinlik kızlarla tezgah başında
Tek tek elmaları topladım dalından
Baladız bağlarından içtim
Sarhoştum
Ve sana ulaşmak için çok koştum
Yayan yapıldak
Yolda bırakma beni

Yolda bırakmadı beni. Yolu birleştirdik, birlikte çıktık yürüyüşe. Birlikte getirdik Berit Dağı’nı Isparta’ya. Bir kızımız oldu, adını Berit koyduk. Ona şiir yazdım :

Gönül yurdum, sığınağım, dağ başım,
Ne haldeyim bilir misin duy beni.
Kan damarım, can ortağım, yoldaşım,
Alıver de yüreğine koy beni.

Berit Dağı’m, ekin tarlam, ovamsın,
Zemheride sığındığım yuvamsın,
Namazımsın, niyazımsın, duamsın,
Kerem eyle ümmetinden say beni.

Yokluğumda varlığımsın sürecek,
Görmediğim günlerimi görecek,
Gökyüzümsün kanadını gerecek,
Al ruhumu bedenimden soy beni

Bornova, 24.07.2013

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress