Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

ZARF AÇACAĞI

15 Kasım 2013 0 comments Article Öyküler

Osman Gökçe
osman.gokce@ege.edu.tr
www.osmangokce.com

Başucunda hoca onu uyutmak ister gibi ya da uyumakta olan bir çocuğa ninni söyler gibi alçak ve dokunaklı bir sesle Kuran okuyor ve arada bir yüzüne üflüyordu. Göz kapakları ağırlaşmıştı. Odanın kapısı her açılışta gözleri de açılıyor, kapıya bakıyor ve sonra yine kapanıyordu.

Yenilmiş insanların teslimiyeti içinde yorgun, bitkin ve geleceğinden beklentisiz yatıyordu. Çevresinde dolaşan ve bekleşen insanlar doktor doktor, hastahane hastahane gezdirmişler,  umudu kesmişler, sonunda kendisinin de ısrarlı isteği doğrultusunda evine getirmişler ve kaçınılmaz sonu bekliyor gibiydiler.

O ise keklikler öterken Karadışlık’ın yamaçlarında babasının Kuran okumasını dinliyordu. Babası okuyup üfleyip Musaf’ı kapatınca ona adı ile seslenerek “Oğlum kalk gidelim artık” diyordu. Kalkamıyordu.

Babası, her tatile gelişinde olduğu gibi elinden tutarak Bilbilcik’e götürüyordu onu. Dedesinin, kocaanasının ve diğer geçmişlerinin mezarları başında Yasin okuyor, Fatiha okuyor, ona da okutuyordu. Sonra çakır gözleri sulanarak  burnunu onun saçlarının içine gömüyor, derin derin kokluyor ve öpüyordu. Daha sonra “Kalk gidelim Kara Oğlum” diyordu. Kalkamıyordu.

Odanın kapısı her açılışta gözleri de açılıyor, girene çıkana dikkatlice bakıyor ve sonra yine kapanıyordu.

Anası sesleniyordu kulağına usulcacık, incitmekten korkar gibi. “Oğlum sabah oldu, kalk artık. Kuzuları yaymaya götürün” diyordu. Kardeşi kalkıyor, sabah kahvaltısı bir sahan soğuk yoğurdun başına geçiyor, yemeye başlıyordu mısır bazlaması ile. O da kalkmak istiyordu. Kalkamıyordu.

Kuzuların peşine düşüyorlardı  Berit’in başında iki kardeş, dumanlı bir günde. Bozo havlayıp duruyordu davudi sesiyle, tepelerin arkasına doğru. Kurt mu var acaba diye ürküyordu iki çocuk. Bir yandan, birbirlerine yaklaşıyorlardı korktuklarını belli etmemeye çalışarak, bir yandan da Bozo’yu “Çök Bozo” diye kışkırtıyorlar ve ondan, onun sesinden güç almaya çalışıyorlardı. Bozo daha da hiddetleniyor ve sağa sola seğirterek havluyordu. O da Bozo’nun peşinden kalkıp gitmek istiyordu. Kalkamıyordu.

Odanın kapısı gıcırdıyor, yavaşça açılıyor, onun da gözleri açılıyor ve kapıya bakıyordu. Sonra görmek istediğini görememiş gibi küskünce yine kapanıyordu.

İki kardeş Berit’te kuzu güdüyorlardı. Hava rüzgarlıydı. Kapıkayası’na tırmanmaya başladı. O hep böyle çılgınlıklar yapardı. Ağaca tırmanmayı, kayaya tırmanmayı, tehlikeli işler yapmayı severdi. Kardeşini de çağırdı. “Bak bizim ev de görünüyor, sen de gel” dedi. O da tırmanmaya başladı. Zirveye çıktılar. Aşağısı çok derin, kaya çok yüksekti, heyecanlandılar. Gözleri kararıyordu, titriyorlardı. Uçaktan bakar gibi baktılar Tülüce’ye, Elbistan Ovası’na, Şardağı’na, Atlas Dağı’na, Binboğa’ya. Dağın dibindeki kendi köylerine baktılar. Evlerini görmeye çalıştılar. Gördüler. Çok hoşlarına gitti. Yüzleri yumuşadı ve gülümsediler. Köyü,  dut ağaçlarını, arkadaşlarını ve çocukluk aşklarını özlemişlerdi.

Rüzgar çok şiddetliydi. Kollarını kaldırsalar Elbistan Ovası üstünden Binboğa’ya kadar uçuracaktı onları. Birden bir rüzgar dalgası geldi arkalarından. Sallandılar, öne doğru dal gibi eğildiler. Gözleri kapandı, boşluğa düşer gibi oldular, sonra  geriye kaykılıp kıç üstü oturdular. Birbirlerine sarıldılar. İki oğlu kayalardan uçmuş olan anaları geldi akıllarına. Anaları ile birlikte ağladılar.  Bir süre öylece birbirlerine sarılıp kaldılar.

Kendine geldiğinde, kardeşine “Kuzular dağılmıştır. Git topla” dedi. Kardeşi kayadan usturupluca aşağıya sıyrıldı, indi. Kuzular yoktu. Bozo da yoktu. Karşı yamaçlara doğru “Bozoo! Bozoo!” diye seslenerek koşmaya başladı. Kardeşinin arkasından o da inmeye, kuzuların peşinden gitmeye çalıştı. Silkindi, kalkmak istedi. Kalkamıyordu.

Başucunda bekleyenler, iki kardeşin kayadan uçma tehlikesini görmedikleri, bilmedikleri için onun gözlerinin, yanaklarının ıslandığını, ağladığını görünce “Geldi” dediler. “Azrail geldi. Onu gördü, korktu, ağlıyor” dediler. Vaktin tamam olduğunu düşündüler. Kuran okuyanlar ikiye çıktı. Biri bir taraftan, biri öbür taraftan hızlı hızlı okuyup üflemeye başladılar. Olabildiğince acısızca, ağrısızca, eziyet çekmeden çabukça ve müslümanca ruhunu teslim etmesi için okuyup üflüyorlardı Tanrı Kelamı’nı.

O yine daldı. İmroz’a gitti. Çocukken birlikte kuzu güttüğü kardeşi orada bir Devlet görevlisiydi. Kardeşini ziyaret ediyordu. Birlikte olmaktan çok mutluydular. Küllükte küskü oynadıklarını, dam başlarında tepik teptiklerini, koç güttüklerini, kuzu otlattıklarını, kavga ettiklerini daha bir sürü anılarını konuşup gülüşüyorlardı.

Bir Rum köyüne gittiler. Ağaç işleri yapan bir köy dükkanına girdiler. Dükkanın içi, dışı çok güzel ağaç süs eşyaları ile ağzına kadar doluydu. Küpe, kolye, tesbih, yüzük, kaşık, çatal, çomça vs. ne ararsan vardı.

“Abi” dedi kardeşi, eğildi, küçük bir parçayı eline aldı. “Bu benim sana ve bugünlerin anısına  küçük bir hediyem olsun. Küçük ama sana böylesi şeyler yakışır. Masana koy. Seni çok seviyorum, beni hep aklında tut e mi?” diyerek duygusallaştı ve sesi inceldi. Köylüye parasını verdi, çıktılar. Onun için bundan daha güzel bir hediye olamazdı. Çok mutlu oldu. Yüzü gülümsedi.

Başucunda sıkıntı ve sabırla bekleyenler yüzünün gülümsediğini görünce “Melekler geldiler, Melekleri gördü” dediler. Ruhunu rahatça teslim edeceğini, okunan Kuran’ın işe yaradığını düşündüler. Rahatladılar.

Kapı gıcırdadı, onun yine gözleri açıldı, kapıya baktı. Beklenen gelmemişti. Gelmeyeceğini de anlamıştı ve o da rahatlamıştı artık. Bu kez gözleri kapanmadı. Başucunda ayakta bekleyen, gün boyunca gözünü gözünden ayırmayan oğlunu işaretle yanına çağırdı, yavaşça “Kütüphaneden Ağaç Zarf Açacağı’nı getir” dedi. Başı antik figürlü Ağaç Zarf Açacağı’nın yerini, öyküsünü ailede herkes bilirdi. Kim bilir kaç kez anlatmıştı, yangından çıkmış bir orman bozgunu havasında. Oğlu bunu biliyordu ama yine de anlam verememişti babasının isteğine. Şaşkın şaşkın çabucak gitti, geldi. Açacağı eline uzattı.

Oralarda bir inanış vardı. Yatakta ölüm döşeğinde olanlar bazen bir türlü ölemezlerdi. Son kez görmek istedikleri, vedalaşmak istedikleri biri var gibi bıçak sırtında  beklerlerdi. Bir türlü ruhlarını teslim etmez ya da edemezlerdi. Dayanılmaz acılara katlanırlardı. Beklediği gelince de gözlerini yumarlar, ruhlarını huzur içinde teslim ederlerdi. O da böyle bir bekleyiş içindeydi. Ama beklediği gelmemiş, onun da umudu kesilmişti.

Aldı Zarf Açacağı’nı, iki eliyle birlikte göğsünün üzerine koydu, gözlerini yumdu, dudağı hafifce kımıldadı. Kimse bir şey duymadı. Daha sonraları da yakınları arasında çok çeşitli yorumlar yapıldı, konuşuldu yaşlı gözlerle. Ama hiç kimse böyle bir durumda onun kime ne söylediğini anlamadı, gerçeği bilmedi. O da bir şey demedi, bir şey duymadı bir daha ve bir daha da gözlerini açmadı.

Bornova, 07.05.2013

 

 

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress