Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

HIZLI GELİŞEN TÜRLER

16 Aralık 2013 0 comments Article Anılar

 

Osman Gökçe

osman.gokce@ege.edu.tr

www.osmangokce.com

 

Yıllar sonra “Düşünmektir en büyük erdem-En büyük din bilimdir elbet-Doğru yolu gösterir herdem-Bilime sarıl bilim üret” dizeleriyle başlayan ve “Din tacirlerine inanma-Safsatalara asla kanma-Bilim dışı bilgiler boştur-Yalanda keramet var sanma” dizeleriyle son bulan bir şiir yazmıştım ( 1).  Şiirde dine söz edildiği gerekçesiyle okuyucuların hakaret yağmuruna tutuldum ve bir ton küfür yedim.

Korkmadım desem yalan olur. Bu toplumda yaşayan çoğu birey bunu bilir. Bu konuda pek çok kişi ya kendisinin ya da başkalarının başından geçmiş sayısız örneklerle karşılaşmıştır yaşamı boyunca. Müslüman ülkelerde ve ülkemizde din duyarlılığı ve din alınganlığının kişiler üzerinde hakarete uğramalar, hapislere girmeler, ölümle cezalandırmalar gibi pek çok yaptırımlar doğurduğu bilinmektedir. İşte bundan korktum. Yazdığım dizeler bir alınganlık doğurmuşsa bu alınganlığın karşılığı olabilecek cezalardan korktum.

Gaziantep Lisesi’nde okuyordum. SSCB, 4 Ekim 1957’de Sputnik-1  adlı yapay uyduyu ve hemen arkasından 3 Kasım 1957’de de Sputnik-2’yi Laika adlı bir köpekle uzaya göndermişti. ABD de boş durmamış bir dizi denemeden sonra 26 Mart 1958’de Explorer-3 adlı uyduyu yörüngeye oturtmuştu. Uzay Çağı yarışı kıran kırana sürüyordu. Benim gibi yağmur tanelerinin  her birini gökyüzünden bir meleğin attığına inandırılan Müslüman çocuklarının  kafası karışmıştı. Her ne kadar mekandan münezzeh dense de Allah’ın yerinin hep yukarıda, gökyüzünde olduğu algılanıyordu bizlerce. Oysa bu Uzay Çağı yarışları ile Allah’ın mekanı saydığımız gökyüzü işgal ediliyordu artık. Hem de bu işi Müslüman olmayanlar yapıyordu. Herkesin gerçekten kafası karışıktı. Benimkisi de daha çok karışıktı. Çünkü bilimin gücü beni çok etkiliyor ve kanıtlanamayan bilgiler de beni çok kuşkulandırıyor, ikircikliliğimi artırıyordu.

O güne kadar olabildiğince bir çok dinsel yayın okumuş ve çevreden öğrendiklerimin üzerine yeni bir çok bilgiler de edinmiştim. Ama bu bilgiler kafamdaki soruları yanıtlamıyordu. Kuran’a başvurdum. Arkın Kitapevi’nin “ Bu eser, seçkin bir heyet tarafından, çeşitli dillerde çıkan, Kuran tercümeleri gözden geçirilerek meydana getirilmiştir” diye sunduğu Kuran kitabını aldım ve ders kitabı gibi okudum (2). Okuduğum bu tercüme Kuran’da da, uzayla ilgili bu gelişmeleri ve kafamdaki diğer bir çok soruyu açıklayan bir bilgi bulamadım. Bu nedenle de zaman zaman üzerime tepkiler çekerek, arkadaşlarla bilim ve dini tartışıp durdum.

Bir gün benim gibi yatılı kalan Nizipli bir arkadaşımla etüt salonunda etüt saati dışında yine bu tür konuları tartışırken dinsel bir alınganlığa neden olmuştum. Arkadaşım Kuran-ı Kerim’de bütün bu bilgilerin olduğunu iddia ediyordu. Ona göre Kuran’da her şey vardı. Bense aklımca bilgiçlik taslayıp bilimden, bilimsel düşünceden söz ediyordum. Kavga çıktı aramızda. Biri Siverekli (Urfa), biri Mardinli, biri Develili (Kayseri), biri de bu Nizipli olmak üzere dört kişi birlik olup beni dövdüler. Ellerinden kurtulunca etüt salonundaki  kömür sobasının döküm demirden yapılmış kalın ve yuvarlak üst kapağını kaptığım gibi Nizipli arkadaşa savurdum. Beli kırılmadı ama hastanelik oldu. Kendisi de muhafazakar düşünceli ve yatılı öğrencilerden sorumlu olan şiirdaşım Müdür Muavini İrfan Zülfikar öğretmenimin himmeti ile okuldan atılmaktan zor kurtuldum. Ancak bu deliliğimin bir nimeti olarak bu olaydan sonra kimse bana gözünün üstünde kaşın var diyemedi.

X

Diyelim ki liseli yıllarımda toydum, heyecanlıydım, toplumsal konularla ilgili düşüncelerimi açıklamakta çekincesizdim. Allah böyle buyurmuş, o bilendir demek gibi hazır bir sığınak varken düşünmek, araştırmak, bilime bağlanmak gibi toplumumuzun çoğunluğunun bugün de yabancısı olduğu ham hayallere kapılmıştım. Ama o yıllar geride kalmıştı. Üniversiteyi, askerliği bitirmiş ve evlenmiştim. Artık aklımı başıma toplama zamanı gelmişti. Ancak yeterince toplayamamış olmalıyım ki ormancılıkta yani mesleğimde de arştırıcılığı seçmiştim. Isparta 19 Nolu Yol Planlama Grup Müdürlüğü’nden ayrılmış o yıl yeni açılan Eğridir Göller Mıntıkası Kavakçılık Araştırma İstasyonu Müdürlüğü emrine atanmıştım (24.6.1968).

İzmit’te kurulan Kavakçılık Araştırma Enstitüsü ve tüm Türkiye’yi kapsayan bağlı Arştırma İstasyonları o yıllarda meslektaşların en gözde görev yerlerindendi. Aralarında, (Milletvekili olma Kavakçılık’a mühendis ol daha iyi) gibi nükteler yapılırdı. Gerçekten de İzmit Kavakçılık Araştırma Enstitüsü ve İstasyonları orman mühendisleri için seçkin işyerleriydi. İsteyerek ve mutlulukla yeni görevime başladım.

İstasyon, daha önce orada hizmet veren Eğridir Orman Fidanlığı varlığının üzerine kurulmuştu. Büyük bir fidanlık alanı içinde idare binası, lojmanlar, garaj vb yapılar hazırdı. Kovada Gölü yolu üzerinde yeni bir fidanlık yeri daha alındı ve hızlı, huzurlu çalışmalara başlandı.

Bundan sonraki ormancılık hizmet yerlerim şöyledir : Eğridir-Göller Mıntıkası Kavakçılık Araştırma İstasyonu, Mühendis (24.6.1968-18.2.1971),  İzmit-Kavakçılık Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü, Mühendis (18.2.1971-24.11.1972), Torbalı-Kavak ve Hızlı Gelişen Orman Ağaçları Arştırma İstasyonu Müdürlüğü, Mühendis (8.12.1972-22.7.1975), Osmaniye-Kavak ve Hızlı Gelişen Orman Ağaçları Araştırma İstasyon Müdürlüğü, Müdür (28.7.1975-2.4.1982), Osmaniye-Fidanlık Müdürlüğü, Müdür (2.4.1982-11.10.1984), Elazığ-Orman Bölge Müdürlüğü Ağaçlandırma Denetim Hizmetleri (25.10.1984-18.4.1985).

Elazığ’a Ağaçlandırma Denetim Hizmetleri için atandığımda oturacak bir odam, bir masam, bir koltuğum yoktu. Aslında böyle bir görev de yoktu. O yıllarda istemediği göreve atanan memur yargıya başvurabiliyordu. Bu durumda yönetim de kendisini haklı çıkarmak için memuru bir üst makama terfian atadığını  bildiriyordu yargıya.  Sanki böyle bir üst makam varmış gibi uyduruk makamlara atama yapılıyordu. Böylece hak arayışları da engelleniyordu. Bu, yönetimin memuruna karşı başvurduğu haince bir kurnazlıktı. Hiç bir devlete yakışmayan gayri ahlaki bir durumdu. Ama elbette suçlu devlet değil, devletin o günkü yetkilileriydi.

Elazığ’daki benim yeni görevim de böyleydi. Ne benden önce ne de benden sonra orada böyle bir görev ünvanı yoktu, olmadı. Doktora yapmış bir koridor mühendisiydim ben orada. Açık kapılardan bakıyor, kimin yanını boş bulursam içeri girip bir sandalyeye ilişiyordum. Sessizce elimdeki kitabı okumaya çalışıyordum. Bana bir şey sorulmadıkça konuşmuyordum.  Eski tanıdıklarım bile bana yakın görünmekten kaçınıyorlardı. Ben de kimseye zararım dokunmasın diye yalnız başıma yaşıyordum. Bir kişinin odasına üst üste iki kere girmiyordum. Yemeklere yalnız gidiyor, yalnız geliyordum. Lokalde kenarda köşede bir masaya yalnız başıma oturuyor kitap okuyordum. Bölge Müdürü sınıf arkadaşımdı ama beni tanımıyordu, beni görünce başını öbür yana çeviriyordu.

Tam maaşla işsiz bir sürgündüm. O yıllarda bu benim başıma gelenler pek çok arkadaşımızın başına geliyordu. Çoğu daha da ağırlarını yaşıyorlardı sürgünlüğün. Bu durumdaki arkadaşlar üç beş değildi. Bir önceki kadronun tamamı idi. İktidara gelen parti genel müdürden odacıya kadar bütün kadroyu boşa çıkarıyor, yerlerine kendi yandaşlarını atıyordu. Devletin iki takım bürokratı vardı. İşsizleştirilmiş, işlevsizleştirilmiş arkadaşlar bir nükte uydurmuşlardı. Nasılsın diye sorulduğunda “Harikulade iyiyiz “diyorlardı. Ben de bu anlamda harikulade iyilerdendim.

Yapılacak bir şey yoktu. İstifa ettim. “Yirmi yıldanberi zevkle ve şerefle hizmet verdiğim ormancılık mesleğimde elimde olmayan nedenlerle hizmet verme imkanını kaybetmiş durumdayım. Yeniden hizmet verme imkanı elde edinceye kadar memuriyetten ayrılmak istiyorum. İstifamın kabulünü arzederim. 26.3.1985” diye verdim dilekçeyi.

X

Biraz önce de belirttiğim gibi, devlet yetkililerinin, toplumun, meslektaşların araştırmaya karşı hiç de olumlu olmayan bakış açılarını biliyordum. Buna karşın, Cem Karaca’nın Almancılar şarkısındaki “Davulla zurnayla yola çıkmış” işçiler gibi binbir heves ve heyecanla yola çıktığım araştırıcılık maceramdan yine aynı şarkıdaki sözler gibi “Gurbet el şimdi bize dön geri diyor” diyerek büyük bir yenilgi ile ayrıldım.

Ancak şimdi burası yerinme ve yakınmanın yeri değildir. Bu nedenle burada bu maceranın işe yarayabileceğini düşündüğüm üç beş gözlemi ve bunlardan çıkarabildiğim sonuçları yazmaya çalışacağım.

Ayrıca, bu satırları yazarken öğrendim. İzmit’te çalışan kavakçılık uzmanlarından Sayın Mehmet Ercan kavakçılığın 50 yılı için bir kitap hazırlıyormuş. Mehmet Ercan benden genç bir arkadaşım ve titiz bir meslektaşımdır. Belgelere ve doğru bilgilere dayanarak güzel bir eser ortaya çıkaracağından hiç kuşku duymuyorum. Biraz da bu nedenle burada ayrıntıya girmeyi uygun görmüyorum.

Sözünü ettiğim bu dönemdeki gözlemlerimin birincisi birlikte çalıştığım teknik kadro ile ilgilidir.

Ben genel olarak ormancılarımızın iyi yetişmiş oldukları kanısındayım. Benim dönemim için tek kaynak olan İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nin de çok değerli bir eğitim, öğretim ve bilim kuruluşu olduğu görüşündeyim. Bu bağlamda daha yakından tanıdığım kavakçılık mensuplarını da yere göğe sığdıramam doğrusu.

Benim kavakçılıkta göreve başladığım yıl (1968) kurumda çalışan tüm teknik eleman sayısı 40, görevden ayrıldığım zaman (1985) da 25’ti.

Enstitü’nün kurucu müdürü olan Osman Karagöz yeni kurulan Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğü’nün de ilk müdürü olmuştu (1969). Ben kendisini bu görevindeyken tanıdım. Hakkında meslektaşların çok olumlu görüşlerini dinledim. Benim bilgim ise sınırlıdır.

Osman Karagöz’den sonra Enstitiü Müdürü olan Mehmet Ali Semizoğlu başta olmak üzere içlerinde bir aile ortamında yaşar gibi yaşadığım kavakçılık teknik kadrosu yüz akı bir meslek grubuydu. Her birisi dil bilen, bilime inanan, kendi alanında uzman kişilerdi. İşini rüyasında gören gönüllülerdi. Yaptıkları  işin önemine ve işini en iyi yapanın en iyi yurttaş olduğuna yürekten inanırlardı.

Yalnızca bir fikir olsun diye veriyorum, benim bu kurumda çalıştığım 15 yıllık sürede bu dar kadro ile 115 araştırma projesi sonuçlandırılmış ve 134 adet yayın yapılmıştır.

Bu seçkin kadronun üçte biri zaman içinde akademik ünvanlar edinmişlerdir : Prof. Dr. Orhan Sekendiz, Dr. İsmail Tunçkale,  Dr. Metin Vural, Doç. Dr. Ali Sencer Birler, Dr. Yaşar Şimşek, Doç. Dr. Ulvi Tolay, Prof. Dr. Korhan Tunçtaner, Prof. Dr. Savaş Ayberk, Prof. Dr. Ahmet Hızal, Prof. Dr. Metin Sarıbaş, Prof. Dr. Osman Gökçe.

Teknik kadro, mesleki uzmanlıklarının yanında uygar görüşlü, uygar davranışlı, uygar yaşayışlı, ileriye dönük ve açık düşünceli kişilerdi. Bireyler arasındaki saygı statüsü aile içindeki gibi yaşa ve mesleğimizin yerleşik geleneğine uygun olarak fakülte mezuniyeti kıdemine göre  belirlenirdi. Örneğin Enstitü Müdürü 1949 mezunu Mehmet Ali Semizoğlu, Müdür Muavini 1945 mezunu Nedim Okçu’ya abi diye hitabederdi ve kapılardan Nedim Abiden sonra girerdi. İçilerinde bulunmaktan, birlikte çalışmaktan ve kendilerini iş dışı yönleriyle de tanımış olmaktan dolayı mutluluk ve onur duyarım her zaman.

Müdür Mehmet Ali Semizoğlu iz bırakan bir anıt ormancıydı. Müdür Muavini Nedim Okçu da gönüllerde taht kurmuş herkesin abisi bir Erzurum dadaşıydı. Anasonlu gecelerde Nedim Okçu “Serayından serayından-Ömrümün serayından” diye başlayan kendisi ile özdeşleşmiş bir türküye dururdu. “Günde bir kerpiç düşüyor-Ömrümün serayından” derken sesi incelir ve hepimizin gönül tellerini titreştirirdi.

Sonra türkünün akası gelirdi. Mehmet Ali Semizoğlu, Nedim Abisinin elinden tutar, onunla birlikte topluluğun karşısına geçer ve elele ayakta durarak  Gavur Dağı türküsünü çağırırlardı. Bir başka Ruhi Su tadını alırdık :

Yine tuttu Gavur Dağı boranı

Hançer vurup acarladı yaramı

Sana derim Mıstık Paşa ereni

İçindeki bunca beyler nic’oldu

 

Sabahaca kandilleri yanardı

Soytarılar fırıl fırıl dönerdi

Ha deyince beşyüz atlı binerdi

Sana inip konan beyler nic’oldu

 

Ağlayı ağlayı Dadal’ım söyler

Vefasız dünyayı bu insan neyler

Bir yiğidi bir kötüye kul eyler

Şimden sonra yaşaması güc’oldu

 

Herkesin gözü yaşarırdı. Mehmet Ali Semizoğlu’nun, Nedim Okçu’nun yanakları ıslanırdı. Soyu Osmaniye’den, Gavur Dağları’ ndan gelen, Padişaha ve Cevdet Paşa’ya  inat daha yukarı dağlara tırmanarak 3014 rakımlı  Berit Dağı eteklerine çıkıp yerleşen bir Tecirli Türkmen’i olan benimse ağzım dilim kurur, boğazım düğümlenirdi. Ağlardım.

Prof. Dr. Abdülkadir Kalıpsız, Ali Rıza Uzuner, Osman Sun gibi bir iki öncü adla birlikte ormancılık araştırmaya matematik-istatistiği sokan Orhan Acar şube müdürümdü. Kazanabildiğim araştırıcılık niteliklerimin  temelini bu alçak gönüllü, yüreği sevgi dolu Orhan Abiye borçluyum. Başka konularda da ondan çok şey öğrendim. Örneğin, mükeyyifatta ısrar yoktur kuralını ondan öğrendim. Kızınca bağırmak yerine suskunluğu yeğlemeyi ondan öğrendim. Eşi Aynur Hanım ablam, kızı Sevgili Rüçhan kızım gibiydi. Ailesi, ailemin Abi Ailesiydi. Anılarını hep yüreğimde saklarım. Işıklar içinde yatsın.

Dündar Kulabaş da Torbalı Kavak ve Hızlı Gelişen Orman Ağaçları Araştırma İstasyonu’nda müdürümdü. İstasyonun müdürü ve fakat bütün çalışanların abisiydi. Ona herkes Dündar Abi derdi. Bir melekti. Bana göre, hayatında hiç kimseyi incitmiş olamazdı. Kendisini büyük bir alçak gönüllülükle “Ben araştırıcılığım konusunda bir şey diyemem ama iyi bir araştırma yöneticisiyim” diye tanımlardı. Araştırma yöneticiliğini ayrı bir uzmanlık dalı gibi görürdü ve bunda da çok başarılıydı. Emrinde çalışırken gerçekleştirdiğim doktoramı kendisine borçluyum. Üniversite ile, hocalarımla ilişkilerimi aksatmadan yürütmemde hiç bir sıkıntı çektirmedi bana.

Bilge kişiliği ile Zeki Sermehmetoğlu, hep güler yüzlü Mehmet Ataizi, sözcükleri tesbih dizer gibi ne bir eksik ne bir fazla olmaksızın dizerek konuşan, aynı zamanda hukuk fakültesi mezunu da olan Besalet Sürmen kendilerinden çok yararlandığım unutamayacağım meslek büyüklerimdi. Ben şanslı bir insanım.

Bir dönemi birlikte yaşadığımız ve burada hepsinin adını anamadığım tüm bu değerli meslektaşlarımın yaşamakta olanlarına uzun ve sağlıklı ömürler, bu dünyayı terkedenlerine de rahmetler dilerim.

X

Mesleki yaşamımdan çıkardığım ve paylaşmak istediğim ikinci konu araştırma ile ilgilidir.

Önce alt alta bir iki not düşeceğim :

1) Dönemsel mesleki toplantılarda akşamlarımızı şiirlerle süsleyen Hasan Turan  araştırma sorunlarını konuştuğumuz bir sohbette bana “Araştırmayı çok ciddiye alıyorsun” dedi tatlı bir azarla. Bizdeki araştırma kurumlarının (Gelişmiş başka ülkelerde var, bizde de olsun) mantığı ile kurulduğunu, yoksa kimsenin gerçekten araştırma yapılsın düşüncesinde olmadığını anlatmaya çalıştı kızarak ve hüzünlenerek.

2) Akdeniz Bölgesi Kavak ve Hızlı Gelişen Orman Ağaçları Araştırma Bölge Müdürüydüm. Genel Müdürümüz Fahri Şentürk gelmişti Osmaniye’ye. Zaman ayırdı, sabır gösterdi ve çalışmalarımızı baştan sona dinledi ve gördü. Utandıracak kadar da övdü bizi. Görevlilerimizin tümü çok mutlu oldu. Fırsatı kaçırmadım. “Yapılanları gördünüz, beğendiniz ve övdünüz. Bütçemiz gerçekten çok yetersiz. Çukurova’da hallice bir ailenin bütçesi kadar bile değildir.  Bu konuda bizi biraz desteklemenizi diliyorum” dedim. Elini omuzuma attı “Çok yorma kendini, yettiği kadar çalış. Kimsenin de zaten araştırmadan fazla bir şey beklediği yok” dedi biraz burukça bir havada.

3) İzmit’te yıl sonu toplantısındaydık. Mehmet Ali Semizoğlu, seçilecek araştırma konularının uygulamanın bilgi eksikliğini ve gereksinimini karşılayacak bir biçimde seçilmesi üzerinde çok dururdu. Her birimizin birer araştırma sorunları defteri vardı. Gittiğimiz her yerde uygulayıcılardan sorun derlerdik. Kendi düşündüğümüz konuları da onlara iletip fikir alırdık. Enstitü’de yapılan toplantılara da bu mantıkla üst düzey uygulayıcı meslektaşlar çağrılırdı.  Bu defaki toplantıya Adapazarı Orman Başmüdürü de davetliydi. Baş Müdür söz aldı ve bir özeleştiri niteliğinde olmak üzere elinde tuttuğu Ankara Ormancılık Araştırma Enstitüsü’nün bir yıllığını göstererek “Bu kitap yıllardan beri bizlere gelir. Bir kerecik bile açıp okuduğumu anımsamıyorum. Meslektaşlarımın çoğu da benim gibidir” dedi.

4) Orhan Acar’ın sınıf arkadaşı olan Orman Bakanı (Hüseyin Özalp) Enstitü’ye gelmişti. Samimi ve sıcak bir görüşme ortamı vardı. Orhan Acar eski hukukuna da güvenerek bakandan bir dilekte bulundu. Araştırıcılığın zor iş olduğunu, fakülte diploması üzerine bir yabancı dil bilmek, doktora yapmak vb biçimlerde ek edinimler ve ek nitelikler gerektirdiğini, ancak maaşlarının uygulamada çalışanlardan bile az olduğunu açıklayarak araştırıcıların özlük haklarının iyileştirilmesini diledi. Bakan Bey yarı ciddi yarı şaka “Orhan’cığım oturuyorsunuz sıcacık odalarda. Oturun işte” diye yanıtladı Orhan Acar’ı. Daha fazla ne istiyorsunuz demeye getirdi işi.

5) Yukarıdaki bildirişler 30-40 yıl öncesine aittir. Hasan Hüseyin’in dediği gibi

 
ekmeği bol eyledik 
acıyı bal eyledik 
sıratı yol eyledik 
geldik bugüne 

…….

kör olsan demiyorum 
kör olma da 
          gör beni 

 

Görelim de neyi  görüyoruz, bir bakalım. O yıllardan 30-40 yıl sonra yine bir bakan, Çevre  ve Şehircilik Bakanı (Erdoğan Bayraktar) çıkıyor ve “Bu ülke Müslüman bir ülke.Yüzde 99’u Müslüman. Şimdi Türkiye’nin konumu itibarıyla biz icat yapamıyoruz, buluş yapamıyoruz.Tarım ülkesiyiz biz. Ne yapacağız biz?Ara teknik eleman ülkesiyiz biz” diyor (6.Ağustos.2013, Gazeteler). Araştırıcılığa, icata ne gerek var anlamında bir kader çiziyor ülkeye kendince. Daha doğrusu bir saptama yapıyor, bir olguyu açıklıyor. Razı olunmaması gereken bir olguyu açıklıyor. Yalnızca durum saptaması ile de kalmıyor, bu duruma boyun eğmek gerektiğini de öğütlüyor.

Hiç kuşku duymuyorum, bu yazıyı okuma durumunda olanların çoğunun bu konuda bunlardan daha ilginç pek çok örnekleri vardır. Aslında verilen örnekler istisnai açıklamalar da değildir. Ne yazık ki toplumun çoğu bu verilen örneklere benzer bir anlayış içindedir.

Sözü uzatmaya gerek yok. Durum şu ki ülkemizde araştırmaya kimse inanmamakta ve önem vermemektedir. Bu durum dün böyleydi bugün de böyledir. Çoğumuz araştırmayı gereksiz bir lüks gibi görmekteyiz. Gelişmiş ülkelerin zaten yaptığı ve yapmakta olduğu araştırmaların  sonuçlarını alıp öğrenmemizi ve uygulamamızı yeterli görmekteyiz.Yine çoğumuz araştırma ile bir toplumun gelişmesi arasındaki bağlantıyı hiç anlayamamışızdır.

Oysa bir toplumun gelişmişlik düzeyi ile araştırma düzeyi arasında sıkı bir bağlantı vardır.

Gelişmişliğin ölçütü konusunda bireysel ve kurumsal çok çalışmalar yapılmıştır. BM’in 1993’ten beri kullandığı İnsani Gelişme Endeksi en çok kullanılan bir ölçüttür. Bu ölçüte göre ülkeler her yıl sıralanmaktadır. Örneğin Türkiye 2012 yılında bu ölçüte göre 187 ülke arasında 92. sıradadır.

Yapılabilecek küçük bir inceleme, bu sıralama ile yani İnsani Gelişme Endeksi sıralaması ile çeşitli araştırma göstergeleri arasında bütün ülkeler için  sıkı bir bağıntı olduğunu gösterecektir. Araştırmaya ayrılan ödenek, araştırıcı sayısı, buluş sayısı, bilimsel makale sayısı vb araştırma göstergeleri üst düzeylerde olan ülkelerin gelişmişlik düzeyleri de ileride ve üst düzeylerdedir.

 

Elden gelenin öğün olmadığını olsa da vaktinde bulunmadığını atalarımız söylemiş ama bu öğüde, araştırmalarla üretilebilecek özgün bilimsel bilgiler konusunda ne eskiden ne de şimdi inanan olmamıştır. En büyüklerin (!) dini fetvaları ve kendi dini inançlarını bilim saydığı bir ülkede ve bu tür safsataları savuranların ve savunanların peşinde koşan bir toplumda başka türlüsü de zaten olamazdı.

X

Bugün de geçerli olduğunu düşünerek değinmek istediğim o yıllarla ilgili bir diğer konu da personel istihdamı ve ormancılığın üst örgütlenme politikasıdır.

 

Türkiye 1970’li yıllarda bir yağ kıtlığı sorunu yaşamaktaydı. Saygın iş adamlarımızdan Sakıp Sabancı’nın bir açıklaması düştü gazetelere.

(Türkiye’nin yıllardır çözümlenemeyen bir yağ sorunu vardır. Bu işin devlet düzeyindeki yönetiminin başına yurt dışı ve yurt içi  itibarlı üniversitelerde okumuş, dil bilen, master yapmış, doktora yapmış çok kişi geldi gitti. Çözemediler. Çünkü göreve her gelen kişi daha işe ısınmadan görevden alındı. Hükümet değişti, görevliler değişti. Bakan değişti, görevliler değişti. Müsteşar değişti, genel müdür değişti görevliler değişti. Devlet, memur istihdamında Al-At Politikası uygulamaktadır. Alıyorlar, atıyorlar. Ben diyorum ki ve iddia ediyorum ki bu işin başına böyle yüksek düzeyli eğitimliler, çok bilgili hünerli kişiler yerine ortalama bir kişi bile getirilse ve bu kişi 10-15 yıl bu işin başında kalabilseydi ülkemizin yağ sorunu  bugünkünden daha iyi bir durumda olurdu) biçiminde özetlenebilecek bir açıklamaydı bu.

 

Çarkın içindeki bir kişi olarak Sakıp Ağa’nın bu görüşünü tümü ile onaylamış ve yerinde bulmuştum o günlerde. Elbette atamalarda titiz bir seçicilik ön koşuldur. Ama seçilene de şans tanımak, yapacakları için fırsat vermek gerekir. Bütün devlet kadrolarında olduğu gibi ormancılıkta da kimse kimseye şans tanımıyordu. Al-At Politikası uygulanıyordu. Çok sık ikdidarlar değişiyor ve her gelen birbirleriyle sözleşmiş gibi ya da yarış eder gibi bütün kadroyu baştan sona değiştiriyorlardı.

Örneğin, ormancılıkta 1839-1920 yılları arasında 14 genel müdür değişmiş ve ortalama görev süresi 5.8 yıl olmuştur. Buna karşı 1920-1950 arasında 10 genel müdür değişmiş ve ortalama görev süresi 3.0 yıl, 1950-60 arasında 6 genel müdür değişmiş ve ortalama görev süresi 1,7 yıl, 1960-70 arasında 9 genel müdür değişmiş ortalama görev süresi 1.1 yıl, 1970-80 arasında 6 genel müdür değişmişve ortalama görev süresi 1.7 yıl, 1980-90 arasında 3 genel müdür değişmiş ve ortalama görev süresi 3.3 yıl olmuştur (3).

Orman işletme müdürleri için de durum farklı değildir. Bir orman işletme müdürünün ortalama görev süresi 1950-60 arasında 1.8 yıl, 1960-70 arasında 2.9 yıl, 1970-80 arasında 2.2 yıl, 1980-90 arasında da 2.9 yıl kadardır (3).

Aslında personel istihdamında yaşanan bu acımasız, kararsız ve dengesiz politika bir başka biçimde ormancılık üst örgütlenme politikasında da yaşanmış  ve bugün de yaşanmaktadır.

Şöyle ki devlet, ormancılığı hangi kaba koyacağını bilememektedir. Örneğin ilk orman müdürlüğünün kuruluşundan yani 1839’dan 1920 ‘ye kadar genel müdürlüğün bağlı bulunduğu bakanlık 9 kere değişmiştir (3).

Bu dönemde genel müdürlük sırası ile Ticaret Nezareti, Maliye Nezareti, Orman ve Maadin Nezareti, Maliye Nezareti, Orman ve Maadin Nezareti, Ticaret ve Ziraat Nezareti, Maliye Nezareti, Orman Maadin ve Ziraat Nezareti, Ticaret ve Ziraat Nezareti  arasında gidip gidip gelmiştir.

Cumhuriyet döneminde de devlet, ormancılığı yine nereye koyacağını bir türlü kararlaştıramamış ve ormancılık bu dönemde 10 kez bakanlık ve 29 kez bakan değiştirmiştir.

Ormancılık bu dönemde sırası ile İktisat Bakanlığı (1920-24),Tarım Bakanlığı (1925-28), İktisat Bakanlığı (1928-31), Tarım Bakanlığı (1931-69), Orman Bakanlığı (1969-1980), Tarım ve Orman Bakanlığı (1980-83), Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı (1983-91), Orman Bakanlığı (1991-2003), Çevre ve Orman Bakanlığı (2003-2011), Orman ve Su İşleri Bakanlığı (2011- ..) bünyelerinde yer almıştır (4).

Böyle bir fırdöndüye ne meslek dayanır ne de meslektaş. Sirk sanatçılarının başı bile dayanamaz buna, ipten düşerler.

Elbette, meslek araştırma kurumlarında bu tür hareketlilik diğer alanlara oranla daha az olmuştur. Ancak bir sepette bir meyve bozulursa ergeç öbürleri de bozulur. Bu nedenle bir süre sonra araştırma kurumları da bu fırtınadan nasibine düşeni almıştır. Araştırmacı kadrolar da hallaç pamuğu gibi atılmış, çocuk yaşta enstitü müdürleri atanmış, deneyimli kadrolar dağılmış, küskünleşmiş, kurum değiştirmiş, şanslı olan bir kısmı da üniversitelere geçmiştir.

O yıllarda ormancılar arasında bir söylem geliştirilmişti. Akşam genç ve henüz deneyimsiz bir mühendis olarak yatıp da sabah kalkınca işletme müdürü, kısım müdürü, başmüdür, enstitü müdürü vb kimlikle uyananlar için Hızlı Gelişen Türler deniliyordu, Türk Büyükleri benzetmesi yapılıyordu.

Hızlı Gelişen Türler meslekte nice ulu çınarları boğum boğum kesmişler, yıkmışlar, yakmışlar, yok etmişlerdir. Bu tür Türk Büyükleri kendilerinden başka Türk tanımamışlar, diğer Türklere akıl almaz eziyetlerde bulunmuşlardır.

Ne yazık ki geçmişimizde, yalnızca böyle bir meslekle ilgili olarak değil genelde,  tüm ülke ve tüm ulus çapında da, ormancılık benzetmesi ile Hızlı Gelişen Türler ve Türk Büyükleri çok görülmüştür. Siyasal yaşamımız da bunun örnekleriyle doludur. Çocuk ve deli padişahlardan tutun da Sarıkamış’ta 78 bin canı Beyaz Ölüme mahkum edenlere, “Askeri kırdıran  Enveri Paşa”lara kadar  nice Hızlı Gelişen Türler, nice büyük olmayan Türk Büyüklerinin felaketleri yaşanmıştır. Acılar, ağrılar çekilmiş, ağıtlar yakılmıştır :

Oltu’dan girdik de Sarıkamış’a   
Akıl ermez orda yatan üleşe   
Askeri kırdıran Enveri Paşa    
Kitlendi kapılar, mekan ağladı   

Yüzbaşılar, yüzbaşılar   
Tabur taburu karşılar 
Yağmur yağıp gün değişin   
Yatan şehitler ışılar

İbrişimin kozaları
Battın Avşar kazaları
Sarıkamış’ta kırıldı
Gonca gülün tazeleri

 

Bugün yaşananlar da bundan başka bir şey değildir. Devraldıkları mirasın tüm nimetlerine konup o mirası bırakanları ellerinde kazan karası, yüreklerinde kazan karası ile karalayanlar,  zindanlara atanlar, onlara idam sehpası kurup cellat ipini sallandıranlar da ormancıların  deyimi ile bir bakıma Hızlı Gelişen Türler ve büyük olmayan Türk Büyükleridir :

 

Dün puta tapardın bugün de öyle

Suyun değişse de huyun hep aynı

Dün neler yapardın bugün de öyle

Düzen değişse de oyun hep aynı

 

Dün canlar yakardın bugün de öyle

Sebep değişse de zulüm hep ayni

Dün kanlar dökerdin bugün de öyle

Silah değişse de ölüm hep aynı

 

Dün kul hakkı yerdin bugün de öyle

Formül değişse de hesap hep aynı

Dün hep bana derdin bugün de öyle

Çevirdiğin dümen dolap hep aynı

 

Sen hiç değişmedin gerisi yalan

Değişen görüntün özün hep aynı

Her zaman bulundu yalana kanan

Yalan aynı yalan sözün hep aynı

 

Bilmeden yaptığın yanlışa göre

Bilerek yaptığın yanlış daha çok

Böyle bir inatçı gidişe göre

Yol daha çook uzun gidiş daha çok

 

Açıklama

1-   http://www.osmangokce.com/siirler/293-dueuenmek

2- Kuran, Arkın Kitapevi, 76* Ankara caddesi*76-İstanbul, Ekicigil Basımevi-Tel : 225388

3- Gökçe, O. (1992), Türkiye Ormancılık Politikası, Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı, İstanbul

4 -http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye_orman_ve_su_i%C5%9Fleri_bakanlar%C4%B1_listes

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress