Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

SERÇELER

19 Şubat 2016 0 comments Article Öyküler

SERÇELER

Topal Süllü, sağ yanı yeri öperek, şalvarı yolları süpürerek  yürürdü. Sağdan topaldı. Evi ile Ceceli’nin bakkal dükkanı arasındaki bir nefeslik yolu yüz nefeste alırdı dura dura. Hava kışsa, soğuksa dükkanın içine bir iskemleye oturur akşama kadar Ceceli ile, dükkana girip çıkan insanlarla lâf çakıştırırdı. Hava iyi ise, dışarı oturulabiliyorsa dükkanın önündeki kütüklerden birisine, toprağa ya da bir taşa oturur, gelen geçenlerle yine lâf çakıştırarak akşam ederdi.

Bizim köyde ne oluyor da onu Topal Süllü bilmemiş olsun? Bu olası değildi. Köyün canlı gazetesiydi. İstihbaratçısı, gizliden saklıdan haber vericisi, olacakların falcısıydı. Kimin kimle ne sorunu var; kadın ya da erkek olmak üzere, kimin kimle ne ilişkisi var; kimler kimlerin aleyhine ne söyledi; kimler tavuk, yumurta, yağ hırsızı; kimler camiye gidiyor kimler gitmiyor; daha aklınıza ne geliyorsa gizli açık hepsini o bilirdi.

Dik bir yamacın içine gömülü iki gözlü bir evi vardı. Biri evlik yani horanta odası diğeri de hayvan ahırıydı. Hasta bir avrat, dördü erkek biri kız beş çocuk, yaşlı bir ana ve baba bu biricik odada yaşarlardı. Avradı Hacce’nin belden aşağısı yağmurda yaşta, ayazda kışta sızım sızım sızılardı, yel olmuştu. Kızı Hürü, havanın ve sızıların azdığı böylesi günlerde, anasını kuşaktan aşağı ahırda hayvanların akmılına gömerdi. Akmıl, sızıya iyi geliyor diye bir söylenti duymuşlar ve bu söylentiye umut  bağlamışlardı. Hergün üç beş saat süre ile bunu uyguluyorlardı.

Çoluk çocuk yazın onun bunun kazmasına yolmasına, keçisini kuzusunu gütmeye giderler, dağdan yakacak odun, mallar için keven getirirler, yarı aç yarı çıplak yaşarlardı. Kenger toplarlar, çeçik toplarlar, velhen tarlalardan yemlik toplarlar yufka ekmeğe dürüp yerlerdi. Su Gediği’nde 3-5 dönümlük pur bir tarlaları vardı. Oraya her sene buğday ekerler; un, bulgur ve dövmelerini yaparlardı. Tarlanın damaklarında da kışlık soğan, patates yetiştirilirdi. Bütün yiyecek kalemleri de zaten bunlardan ibaretti.

Kışın ham çarıkla yazın yalınayak gezilirdi. Hiç birisi ceket yüzü görmemişti. İç çamaşırı bilmezler, tek katlı giyinirlerdi. Yalınkat şayak şalvar, yalınkat dimi (Pamuklu bir bez) gömlek, el örmesi kıl çorap, baş kabak kıç açık.

İlk çocuk Mehmet’ti. Mehmet eğitmende üç sene okumuş ve sonra da o yıl gelen Rıfat öğretmenle dördüncü sınıfa başlamıştı. Köylümüz olan ve Akçadağ’da kurs görerek okulumuza gelen Abdi Eğitmen Mehmet’i yere göğe sığdıramaz ve  çok överdi. Köylünün dili ile Irıfat Öğretmen de Mehmet’i öve öve bitiremezdi. Mehmet Tebliğler Dergisi’nin karınca gibi yazılarını su gibi okurdu. Tarihi ezbere bilirdi. Müfettişler geldiği zaman Rıfat öğretmen Mehmet’i kaldırırdı tahtaya “Anlat bakalım Atatürk’ün hayatını” derdi. Mehmet o yılların bir Kurtuluş Savaşı subayı gibi yüksek sesle, heyecanla nutuk çeker gibi noktasına virgülüne kadar kitapta yazılanları gözünü tavana dikerek hazır ol duruşunda anlatırdı. Çünkü öğretmeni de Atatürk’ü öyle anlatıyordu. Rıfat Öğretmen Atatürk diye başlarsa söze heyecanlanır ve belki bugünküler inanmayacak ama gözleri dolardı.

Daha önce de söyledim ya Topal Süllü köyün canlı gazetesiydi. Her şeyi yazar, her şeyi bilirdi. Kendi diliyle Irıfat Öğretmen’in de ıcığını cıcığını öğrenmişti. Atatürk deyince gözlerinin yaşarmasının öyküsünü ve daha ilerisini de biliyordu.

Rıfat Öğretmen komşu Çeçen köyündendi. Hani şu Doksanüç Harbi vardı ya? Padişahımız Ulu Hakanımız İkinci Abdülhamit Han Hazretleri, Rus Çarı İkinci Alexander ile  savaştı da Ruslar’a yenilmişti ve Ruslar da İstanbul-Yeşilköy’e kadar gelmişlerdi ya? Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan yüzbinlerce insan yerinden yurdundan göç etmiş ve Anadolu’nun çeşitli yörelerine bölük pörçük yerleştirilmişlerdi ya? İşte Rıfat Öğretmen de o kaçkın ya da sürgün ailelerden birisinin çocuğu, bir dul avrat oğluydu.

Babası koyun çobanıymış. Çeçen köyünün varlıklı ailelerinden Sadettinler’in koyunlarını güdermiş. Saadettinler’in Abuzert Bey’i, özel olarak kendi dillerini bilmeyen bizim köylüklerden bir Türk’ü çoban tutmuş. Konuşulanları anlamasın, ailenin içine karışmasın, sırlarımızı bir çoban bilmesin, kimselere demesin diye.  Anası da yetim bir Çeçen kızıymış. Kısa etekli, açık tenli, sarı saçlı yetim Çeçen kızı kendisine vurulan yoksul, yağız Türkmen delikanlısı ile kaçmış, çobana eş olmuş. Rıfat gelmiş dünyaya. Rıfat daha 3-4 yaşlarında bir çocuk iken babası bir songüz sabahı sürüsü ile gittiği Parpi Dağı’ndan dönmemiş.  Sürüsünü kendi yaylalarında otlatmasına kızan Sülüklügöl Kürtleri tarafından öldürülmüş. Yetim Çeçen kızının yetim Türk-Çeçen melezi  oğlu Rıfat da yetim kalmış, yetim büyümüş.

Rıfat Oğretmen’in annesi öldürülen kocasının çoban durduğu sürü sahibinin evini ve hizmetini terk etmemiş. Gidecek yeri de yokmuş zaten. Kendisine verilen bir kulubede beyin ve evinin üzerine düşen her türlü hizmetlerini yaparak yoksulluk ve darlıklar içinde yaşamışlar. Rıfat Öğretmen bu dul anne-yetim oğul yaşamlarının anılarını kimseciklerle paylaşmaz, paylaşamazmış. Kimseciklerle paylaşılamayacak kadar acılarla ve belki de söylenemeyecek kadar kirli aşağılanmalarla dolu imiş.

Üst tarafı kız çocukları gibi alaca bezden bir fistan, alt tarafı donsuz, ayağı çıplak, kıvırcık kara saçlı bu çocuk, düğünlerde eteklerine yemek toplayarak suları bacaklarına aka aka annesine getirdiği o günleri ne unutmak ne de anlatmak isterdi. Onca yoksulluğun içinde genç ve güzel bir dul annenin elin piçlerinden çektiklerine tanık olan çaresiz ve güçsüz yetim Rıfat Çocuk kim bilir hangi depremleri, hangi volkanları yaşıyordu ruhunun derinliklerinde?

Kör kuyuya düşmüş birisine bir Tanrısal el gibi uzanan ve onu oradan çıkaran okulu olmasaydı ana-oğul boğulup gideceklerdi o kör kuyuda. Rıfat Öğretmen gittiği okulu böylesi bir gönül borcu ile seviyordu.  Okuluna yalnızca bir okul olarak değil bir kurtarıcı kurumsal güç gözü ile bakıyor ve bağlılık duyuyordu. Ayrıca okulunun Atatürk’ün eseri olduğunu düşünüyor, ona Atatürk Okulu diyor ve Atatürk’ü kucağında büyüyemediği babası gibi görüyordu. Anasını ve kendisini o kör kuyudan çıkaran bir kurtarıcı yerine koyuyordu. Bütün bu nedenlerle Atatürk deyince gözleri dolardı Rıfat Öğretmen’in.

Ancak,  Rıfat Öğretmen’in okuluna ve Atatürk’e bağlılığı yalnızca derin bir sevgi ve minnet duygusundan ibaret değildi. O kendisini okuluna ve Atatürk’e  bundan daha da derin bir görev ve sorumluluk bilinci ile bağlı görüyordu. Bu ilk öğretmenlik görevine de bu bilinçle sarılmıştı.

İlk büyük uğraşı da bir okul binası içindi. Köyün bir okul binası yoktu. Memiş Emmi’nin toprak damlı kerpiç evinde üzerlerine sular damlaya damlaya, dam akmasın diye öğrenciler tarafından nöbetleşe olarak loğlaya loğlaya yapılıyordu dersler. Memiş Emmi Çukurovacı’ydı. Güz gelince tarla taban, mal melel olmadığı için Çukurova’ya iner kışı orada geçirirdi hendek kazarak, yevmiyelere giderek. İki gözlü evini de muhtarlık okul olarak kullanırdı. Bu nedenle Rıfat Öğretmen’in ilk işi bir okul yapmaktı. Yaptı, bunu başardı. Başardı ama bu işin ayrıntıları anlatılsa bir koca destan olur. Kağnıya nasıl taş yüklediğini, köylülerle nasıl kerpiç kestiğini, eli mala görmemiş köylülere duvar örmesi ve sıva yapmasını nasıl öğrettiğini, ağ toprak bularak yukarı yakalardan binayı nasıl apak boyadığını Topal Süllü’ye sorun. O bile sabahtan akşama kadar anlatsa bu destanı bitiremez.

Rıfat Öğretmen’in işaatçılığı bununla da kalmaz. Okul yapımında ustalaşınca, köylülerin güvenini kazanıp üstelik onlardan da inşaat ustası yetiştirince işi geliştirir, büyütür.

Köy imamının kerpiçten de olsa iki gözlü bir evi vardı köylülerin imece ile yaptığı. İsmail Hoca o evde otururdu. Hasat döneminde odasının birini dolduracak kadar köylülerden ürün toplar, satar ve bir eşi,  bir oğlu ve  bir de esrarkeş üvey oğlu ile, üçbeş kişiye günde bir iki kez namaz kıldırır, senede bir kaç kez ölü yıkar gül gibi geçnip giderdi. Eğitmen de bu köydendi, kendi evinde oturuyordu. Ama öğretmenin üzerine gerecek bir çadırı, başını sokacak bir  kulubesi bile yoktu.

Rıfat Öğretmen de okul binası yapmakla yetinmedi, okula bir de öğretmenevi yaptı ki köylüler neredeyse onu ilçedeki ünlü Ulu Cami’nin ustası gibi görmeye başladılar. Hem de köylülere bir evde ayakyolu nerede, mutfak nerede, hamam nerede olur onu gösterdi, örnek oldu.

Bununla da yetinmedi. Evinin bir odasını kendisinden sonra köye gelen ve kalacak yeri olmayan Mahmut Öğretmen ve eşi ile bir kış boyunca paylaştı, gıkı çıkmadan, kimseciklere bir dedikodusu duyulmadan. Kıdemli öğretmen genç öğretmene başöğretmenlik, müdürlük, amirlik vb davranışlar taslamadan babalık etti, abilik etti, arkadaşlık etti ve belki de en önemlisi öğretmenlik etti. Mahmut Öğretmen de bu örneği yaşamının örneği bildi, yol göstericisi bildi. Topal Süllü’nün anlatımı ile okulun horantasına Mahmut Öğretmen de katıldı. Katıldı da seneye bu ilk öğretmenevine bitişik bir ek konut daha yapıldı.

Topal Süllü, kendi deyişi ile Irıfat Öğretmen’i anlatırken okul yapımı, öğretmenevi yapımı, okul bahçesinin düzenlenmesi, sınıflara soba, yakacak odun, kara tahta ve sıra temini gibi  işleri onun ikinci sınıf hizmetleri olarak görürdü. Erkek çocukların bile kuzu, koyun, inek, öküz güdüyorlar diye, bazı ailelerinse bu okulu lâdinî yani dinsiz okul olarak görmeleri nedeniyle okula gönderilmediği bir ortamda, ev ev dolaşarak yaşı gelmiş ve hatta geçmekte olan kız çocuklarını okula nasıl kaydettiğini ve devamını nasıl sağladığını anlatırken heyecanlanır ve yekinmeye yeltenirdi.

Kızını okula göndermek istemeyen Muhtar Danabaş Yusuf’u nasıl dövdüğünü, kızını okula göndermeyen Kara Mustafa’yı nasıl karakolda sabahlattığını, tatil günlerinde erkenden gelip en yoksul köylülerin evlerinde eşi ile birlikte nasıl tarhana çorbası içtiğini, köylünün düğünlerinde nasıl halay çektiğini, kahvesinde kumar oynatan Helli’yi jandarmalara nasıl dövdürdüğünü ve kahvede kumar oynatma işini nasıl bıraktırdığını büyük bir hayranlıkla ballandıra ballandıra anlatırdı.

“Bu işler öyle kolayca yapılır işler değil” diyordu Topal Süllü.  “Arkasında köyün delisi Omar Ağa  vardı. Omar Ağa bildiğiniz gibi bir ağa değildi. Sözü keskin, yiğit bir adamdı ama belinde silah, elinde kırbaç yoktu. Yemez yedirir, giymez giydirir türünden bir gönlü bol adamdı. Okuma yazmaya önem veren aydınlık bir kişiydi. Irıfat Öğretmen, Ağa ile işbirliği yaparak başardı bütün bu işleri ” diye de ekliyordu.

Rıfat Öğretmen kendi okuduğu okulu çok övermiş. Okulunun adı Enüstün Okul’muş. Topal Süllü böyle diyor. Rıfat Öğretmen’in övgüsü ile kendisinin Enstitü demekteki beceriksizliği birleşmiş o da böyle bir ad yakıştırmış. Enstitü yerine Enüstün Okul diyor. Bu okulda tarımdan hayvancılığa, inşaatçılığa kadar herşey anlatılıyor, herşey öğretiliyormuş. Devlet, burada okuyan öğrencileri köylere yalnız çocuk okutmak için değil köyün her işi ile ilgilensin, köylüye önder olsun diye okutuyor ve köylere gönderiyormuş.

Sözün burasına gelince Topal Süllü duraksıyor, sesinin tonu düşüyor, ikide bir yutkunuyor ve diyecekleri avurdunda yuvarlanıyor. Sonra ağzından kaçırmış gibi “Irıfat Öğretmen Memmed’i istiyor” diyor yavaşça. Dinleyenler meraklanıyor. “Irıfat Öğretmen Memmed’i kendinin  okuduğu Enüstün Okul’a gönderecekmiş” diye ekliyor. Şaşkın şaşkın “Ee?” diyor oradakiler. Bazılarının da kıskandığı yüzlerinden anlaşılıyor.

Topal Süllü öğretmenin bu teklifine olumlu bakmıyor, ikircikli davranıyor. Kendisinin mağdur olduğunu, çocukların hepsinin henüz küçük olduklarını, fazla bir iş yapıp para getiremediklerini, Mehmet’in evin orta direği olduğunu vb şeyler söylüyor, öğretmene karşı çıkıyordu. Ama Rıfat Öğretmen ısrarcı idi, Topal Süllü’yü ikna etti. Mehmet Haruniye’deki Enüstün Okul’a yani Düziçi Eğitim Enstitüsü’ne kaydoldu.

Mehmet yaz tatillerinde köye geldiğinde yine kazmayı, küreği ele alır kardeşleriyle birlikte eskiden olduğu gibi çalışırdı. İşe gitmediği zamanlarda okulun verdiği siyah takım elbiseyi giyer, halakaya yani köyün içine çıkar bütün köylüyü, köylü çocuklarını imrendirirdi.

Mehmet okulu bitirdi, öğretmen oldu, Çukurova’da Ceyhan’nın bir köyüne atandı. Okuyup öğretmen olmasaydı kapısına çoban bile duramayacağı Omar Ağa’nın kızı ile de evlendi. Büyük bir heyecanla Rıfat Öğretmen’in izinde çalışmalara koyuldu. Rıfat Öğretmen’in arkasında olduğu gibi Mehmet Öğretmen’in de arkasında bir ağa yoktu. Fakat bu çok varsıl topraklar üzerinde çoğu hularda, sazlık ve kerpiç evlerde yaşayan, dağdan bayırdan kopup gelmiş ve buraya sığınmış çok yoksul insanlar vardı. Bu çok yoksul insanlar bazen kendilerinden çoğu kez hiç beklenmedik bir biçimde çok sağlıklı düşünebiliyor, yeniliklere açık olabiliyorlardı. Kendilerine, çıkar gözetmeksizin gerçekten yardım etmek isteyen, doğruları doğru bir biçimde anlatan ve halk sevdalı yürekleri olan insanları anlayabiliyorlardı. Burada da böyle oldu. Bu çok yoksul insanlar Mehmet Öğretmen’e arka çıktılar, destek oldular, ne dediyse, ne yaptıysa sözünden çıkmadılar.

Bir de kendisi Adana’da oturan ve bu köyde uçsuz bucaksız arazisi olan bir ağanın bir çiftçibaşısı vardı. Adı Durmuş Durmuşoğlu. Durmuş, Mersin Alata’dan Tarım Tatbikat Okulu mezunuydu. Bu okul biraz da Mehmet Öğretmen’in okulunun mantığı ile eğitim veren bir okuldu. Amacı eğitimli çiftçi yetiştirmekti. Köylü çocukları burada tarımsal uygulamalarla ilgili bilgiler alacak ve çiftçiliği bu bilgilerle yapacaktı. Yani diplomalı çiftçi olacaklardı. Durmuş da bu okula gitmiş, eğitimli çiftçi olmuştu ama eğitimli çiftçilik yapacak arazileri olmadığı için bu ağanın çiftliğinde işe girmiş ve çiftçibaşı olmuştu.

Mehmet Öğretmen’le Durmuş kafa kafaya vermişti. Hularda, sazlık ve kerpiç evlerde yaşayan köylülerle gönül ve işbirliğine girmişler üstüste yenilikler ve güzellikler gerçekleştiriyorlardı. Örneğin yaşı gelmiş olup da okula gitmeyen tek bir kız ya da erkek çocuk kalmamıştı. Okul yaşını geçiren ve okuma yazma bilmeyen kadın ve erkekler için akşamları okuma yazma ve ergin yaştakiler için de ayrıca tarım kursları düzenlenmişti. Muhtarlıkta ve okulda birer duvar gazetesi çıkarıyorlardı. Hem Mehmet ve hem de Durmuş günlük, olmasa da birikerek gelen, birer günlük gazete okuyorlardı. Okudukları gazeteleri köyün tek sosyal yeri olan kahvehaneye götürüp bir masanın üzerine bırakyorlardı. Köyde bir çok insan gazete okuyucusu olmuştu. Kahvede eskiden oynanan kumar da yasaklanmıştı ağız birliği ile.

Herkes çok memnun ve çok mutluydu. Durmuş’un ağası bile görünürde, çalışanları kışkırtıyorsunuz diye ses çıkarmıyordu. Ancak ilçe partilileri tehlikeyi(!) görmüşler ve işin peşine düşmüşlerdi. Bunlar bazı geniş toprak sahipleri, bir kısım esnaf,  din adamları vb kişilerle işbirliği yaparak Mehmet Öğretmen’i ve Çiftçibaşı Durmuş’u nişan tahtasına dikmişlerdi. Onlara göre, bu ikisi de dinsiz, imansız ve komünisttiler. Köylülere de dinsizliği ve komünistliği aşılıyorlardı. Okulda küçücük çocukların beyinlerini yıkıyorlar, onları din, devlet ve millet düşmanı olarak yetiştiriyorlardı.

Mehmet Öğretmen’le çiftçibaşı Durmuş Durmuşoğlu’nun sazlık evlerde yaşayan köylülerle kurduğu işbirliği uzun sürmedi, tez yıkıldı. Ama onları nişan tahtasına dikenlerin işbirliği istenilen sonuca ulaştı.

Ora köylülerinin dilinde adı Cahan olan Ceyhan Nehri kaynaklandığı Berit Dağı, Binboğa Dağı, Şar Dağı gibi yücelerden hırsla, öfke ile yola çıkıp Çukurova düzlüğüne inince iki yanı söğütler, ılgınlar, karaağaçlar ve dallarını suyun yüzüne sarkıtan daha bir çok ağaçlarla dolmuş, donanmış bir yolda ve bir kuş sesleri orkestrası eşliğinde  nazlı nazlı akardı. Bir benzersiz doğal sanat eseri zerafetinde ve bir bilge kişi ağırbaşlılığında süzülür giderdi. Kız kuşları, saz tavukları, batağanlar, balıkçıllar, örümcek kuşları, kukumavlar, sığırcıklar, ishak kuşları, turaçlar, yaban ördekleri gibi yüzlerce, binlerce kuş türlerinin onbinlercesi bir düğün yeri havasında, bir gelin gibi uğurlarlardı Ceyhan Suyu’nu Akdeniz’e doğru yani kendi sonuna doğru. Bu görünüm hüzünle karışık çok derin bir duygu verirdi insana.

Mehmet boş zamanlarında anılarını yazdığı defterini, okuduğu bir kitabı ve okunmamış gazteleri koltuğunun altına alır bu uzak yol yolcusu Ceyhan Suyu’nun kenarına gider ve özellikle doğup büyüdüğü yerlerin ağacı olan bir söğüt ağacının dibine oturur, belini gövdesine yaslayarak okur, yazar ve düşünürdü.

O yıllarda cumartesileri de yarımgün ders yapılırdı. Bir cumartesi günü öğrencileri dağıtıp evine döndükten bir süre sonra yine koltuğunun altını doldurarak Ceyhan kenarına gitti. Güneş battı Mehmet gelmedi. Karanlık bastı Mehmet gelmedi. Hiç bu kadar gecikmezdi. Eşi telaşlandı, köylüleri ayağa kaldırdı. Neredeyse bütün köylüler yerini biliyorlar gibi aynı yöne yöneldiler. Onlarca kişi Mehmet Hocaa, Mehmet Hocaa diye seslenerek onlarca el feneri aydınlığında elleriyle koymuş gibi bir söğüt ağacının dibinde  Mehmet’i buldular. Hiç bir olağandışılık yoktu. Mehmet’in elinde yine bir defter, bir kalem, sağ yanı yerde üzerine yelde uçmasın diye küçük bir taş konmuş kitap ve gazeteler vardı. Mehmet hafif sola eğilmiş ve bir de sol göğsü kanamıştı yalnızca. Mehmet artık yaşamıyordu.

Bir tür faili meçhul oldu. Gerçi, tetiği çeken bulundu. İtiraf etti. Köylülerden birisiydi. Hanımına Mehmet’in hanımının dikiş öğrettiği bir tarım işçisi, yoksul bir emekçiydi. Kiralık katil olmuştu. Bir bölük tarla parçası için kıymıştı öğretmenin canına. Gerekçeyi ağababaları iyi öğretmişti. Mehmet Öğretmen dinsizdi, imansızdı, komünistti, çocukları dinsiz, imansız ve devlet, millet düşmanı olarak yetiştiriyordu. Katli vacipti. Dinimiz böyle emrediyordu. Bunun için öldürmüştü. “Bin kurşun yedik bağrımızdan-Hepsi bizden-Şikayetimiz yok savcı bey-Öperiz ellerinizden”.

Tetiği çeken bulundu ama çektirenler mebus oldu. Ne savcı beyin gücü yetiyordu onlara ne de hakim beyin.

Cenazeyi köyüne götürdüler. Rıfat Öğretmene de haber verildi. Eski öğrencilerinin kolunda geldi Bilbilciğe. Topal Süllü ile sarıldılar birbirlerine.

Ağlamadılar, donup kaldılar. Onları gören ve bilen dağlar, taşlar dondu. Otlar, ağaçlar dondu. Kuşlar, böcekler, bütün hayvanlar sustu, donup kaldılar. Cenaze cemaati taş oldu sanki. Sinek uçmuyor, yaprak kıpırdamıyordu.

Aradan yıllar geçti. Mehmet vurulmadan üç ay önce dünyaya gelen oğlu dul anası ile büyüdü, doktor oldu, devlet hizmetine girdi. Ülkede sağ-sol çatışmaları yoğundu. Dul anası oğlunu evlendirme telaşındaydı. Bir sabah namazında evden aldılar onu. Solcu öğrencilere rapor vermek, terör örgütüne yardım yataklık etmek vb kalıplaşmış iddialarla içeri attılar.

Durmuş Durmuşoğlu Mehmet Öğretmen’in vurulmasından sonra çiftçibaşılığını bıraktı, canını kurtardı. Eğitimine devam etti ve ziraat mühendisi oldu. Devlet iş vermedi. O da bir biçimde yaşamını sürdürdü. Gazetelerden okudu tutuklananların adlarını. Mehmet Öğretmen’in oğlunun adını görünce oturduğu yere yığıldı kaldı. Bir süre kendine gelemedi. Toparlanınca kendi kendine “Nurlu Ufuklar, Büyük Türkiye, Kalkınan Türkiye” vb politik kalıpsözleri düşündü. “Büyük gelişme. Elli yıl önce öldürüyorlardı, şimdi hapse atıyorlar. Öldürmüyorlar hiç değilse” dedi dişlerini sıkarak. Evine gitti, kitaplığından tozlu bir paket çıkardı, masanın üzerine koydu.

Durmuş, Mehmet’in vurulduğu yere ilk varanlardandı. Onun not defterini, kalemini, kitabını ve gazetesini toplayıp almış ve yıllarca kutsal bir emanet olarak saklamıştı. Emaneti teslim etmenin zamanı geldi diye düşündü. Ertesi günü yola çıktı. Hapishaneye vardı. Mehmet’in oğlunu ziyaret etti ve elindeki paketi ona verdi. Neredeyse hiç konuşmadan ziyaret süresince gözgöze bakıştılar, yutkundular ve ayrıldılar. Doğunca, Mehmet’in öğretmeninin adını verdiği oğlu Dr. Rifat çıkını açtı. Derfteri açtı. Babasının en son el yazısını gördü. Vurulmadan, ölmeden belki üç beş saniye, belki üç beş dakka önce yazdığı şiiri gördü. Köyüne yazılmıştı. Şiir “Serçeler oralarda mısınız şimdi?” diye başlıyordu…

Osman Gökçe

Bornova, 20.01.2016

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress