Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

AYIŞIĞI

29 Mayıs 2016 0 comments Article Öyküler


Torun Durmuş’un dedesinin, babasının adı da Durmuş’tu. Baba Durmuş, henüz yeni yetme çağında iken bir gün, Dede Durmuş’un önüne kattığı odun yüklü eşeği ile bir kaç konu komşu eşliğinde ilçeye odun satmaya gider. Odunlar satılır, eşeklerin yükleri yıkılır ve köye dönüş zamanı gelir. Ama Durmuş ortada yoktur. Herkes telaşlanır. Sağa sola bakılır, oraya buraya seğirdilir. Kimi abdesthaneye koşar, kimi aşevine. Odunları satın alan mahrukatçı (odun tüccarı) da köylülerin bu telaşına kapılır. O da ona buna seslenir, sorar. Derken, Durmuş uçkurunu toplayarak, belden aşağı düşen şalvarını yukarıya doğru çekiştirerek  köşeden sallanı sallanı çıkar gelir. Bedeni güçlü olmayan, ince yapılı, yumuşak ve yavaş hareketli Durmuş’u görünce kızgınlığını yenemeyen tüccar “Durmuş dediğiniz de bu muydu” der. “Ulan dursa ne olur durmasa ne olur, ityemezin birisiymiş” diyerek öfkesini açıklar. Bundan sonra Baba Durmuş’un adı İtyemez Durmuş olur.

Torun Durmuş, “Durmuşoğulları’ndan İtyemez Durmuş’un oğluyum” diye tanıtırdı kendini. Konu açılırsa ailesini ve geçmişini cömertçe anlatırdı. Nerden geldiklerini, ne zaman geldiklerini, neler yaşadıklarını, gelmiş geçmiş aile büyüklerini iştahla, heyecanla, yer yer kahkaha ile gülerek, yer yer gözleri yaşararak anlatırdı. Dinlemeye doyum olmazdı.

Kitap, defter, kalem görmemiş, yazı denen şey kapısından içeri girmemiş bir aile ve küçük bir köy ortamında Torun Durmuş’un ailesi ile ilgili bu kadar çok şey bilmesi şaşırtıcıydı. O bunu, bilmem kaçıncı dedesinin çocuklarına verdiği ve kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelen bir öğüde bağlardı. Soylarının bilinen ve adı Gedik Karaca olan o en Büyük Dede’si “Horantabaşı horantanın her şeyidir. Geçimini sağlar, her türlü tehlikeye karşı korur, iyi ve kötü olarak bildiği her şeyi horantasına öğretir yani öğretmenlik yapar, aile bireyleri arasında adaleti temsil eder. Kısacası, horantabaşı ailenin adaletli devletidir” dermiş ve özellikle de “Nasıl ki tarihini bilmeyen devlet yaşayamazsa geçmişini bilmeyen aile de yaşamaz, dağılır. Onun için horantabaşının ilk, en önemli ve en  vazgeçilemez görevi çocuklarına soyunun, horantasının gelmişini, geçmişini öğretmektir” diyerek sözü bağlarmış. Torun Durmuş “İşte benim bilgi kaynağım, kütüphanem ailemizin Dede Korkut’u olan o Büyük Dede’nin ailemize verdiği bu öğüdün sonucu olarak beslenen, büyüyen ve yaşayan soy belleğimizdir” derdi.

Torun Durmuş’un anlattığına göre, ailesi bir Türkmen kolu olan Ceridler Oymağı’nın Yalak Obası’ndanmış. Onlara Çukurova Ceridleri denirmiş. Kışları Osmaniye, Ceyhan, Haruniye dolaylarında Tecirli Oymağı ile birlikte yaşarlar ve yazları Sarız, Göksun, Yarpız yörelerine, Binboğa ve Berit Dağı’na yaylaya çıkarlarmış. Dedeleri buraları, bu dağları, Çukurova ile Göksun arasındaki göç yollarını dağ taş, dere tepe ve hatta ağaç ağaç bütün ayrıntları ile bilirlermiş. Babası İtyemez Durmuş da bu tür bilgileri tıpkı dedeleri gibi ve hatta onlardan da çok bilirmiş.

Torun Durmuş’un aşireti Tecirli Oymağı ile birlik olmuşlar Avşar’ların bir kolu olan Kozanlılarla çok savaşmışlar. Yenmişler, yenilmişler, çok kan dökülmüş, çok ocak sönmüş, ölen yiğitler için çok ağıtlar yakılmış. Vurgun, kırgın, eşkiyalık dizboyu imiş. Oymak dışı, oba dışı düşmanlıklar, çatışmalar yetmezmiş gibi bir de iç düşmanlık ve iç çatışmalar varmış ki aman Allah’ım düşmanı mumla aratırmış. Osmanlı da usanmış  bunlardan ve önce Ayas, Berendi, Kınık yörelerine iskan etmek istemiş. Olmamış. Rakka’ya, sıcak Suriye ellerine sürgün etmiş. Türkmenler sıcağa dayanamamış “ Sehilledi açmaz oldu gülümüz” demişler. “Kurtuluş yok Omar Bey’in elinden-Zinciri kırıp da kaçmayınca olmaz” demişler, kaçmışlar. Çukurova ile yaylalar arasında konup göçmeye, vurguna, kırgına devam etmişler. Osmanlı bu asayişsizliğe hep bir çözüm ararken bir de Kafkas göçmenleri sorunu çıkmış ortaya. Osmanlı, Ceridlerin ve Tecirlilerin yaylalarına Kafkas göçmenlerini yerleştirmiş. Düşman bir iken iki olmuş, çoğalmış. Çatışma, vuruşma, ölüm, kırım daha da artmış.

Torun Durmuş’un, adı Gedik Karaca olan bilmem kaç göbek önceki, bilinen ve yukarıdaki öğüdü veren  o en Büyük Dede’sinin beş kızı ve bir tek oğlu varmış. Bu bilinen en Büyük Dede Gedik Karaca bir bahar, her bahar gibi Toroslarda karlar erimeye, dereler coşmaya, çiçekler açmaya başlayınca obası ile birlikte sürmüş sürüyü dağlara doğru. Tokmaklı’yı geçmişler, Meryemçil’e doğru koyun kuzu melemeleri, çan sesleri arasında iştahla ve neşeyle düzülmüşler yollara. Beş bacının bir kardaşı olan o bir tek oğlan da tüm ailesi ve özellikle yanında yüklü (Hamile) eşi ile birlikte düğün yerine gider gibi güle oynaya ilerlerken “Ferman padişahın dağlar bizimdir” diye bir de türküye durmuş. Sesi de güzelmiş. Bütün aile, bütün hayvanlar, yürünen yollar, ağaçlar, taşlar sevinmişler, mutlu olmuşlar.

Akşama doğru Kafkas Göçmeni bir Çerkez köyü olan Akifiye Köyü yakınlarına varmışlar ve orada konaklamışlar. Sabah erkenden de yine yola koyulmuşlar. Bu sırada, öteden beri Akifiyeli iki Çerkes atlı gelmiş. Gedik Karaca’nın hayvanlarının kendi ekilişlerine zarar verdiğini ileri sürmüş ve cangamaya tutuşmuşlar. Derken, tartışma büyümüş ve silahlar çekilmiş. Beş bacının bebek bekleyen bir tek kardaşı Palaz vurulmuş. Bütün aile, bütün oba, dağlar, taşlar, bahar sevincindeki hayvanlar, ağaçlar, otlar  feryat etmişler, figan etmişler.

Göç yolda kalmaz. Gedik Karaca bir tek oğlu Palaz’ı orada bırakmaz ve hiç konuşmadan cenazeyi sarar sarmalar yükler deveye, düşer yollara. Gece demez gündüz demez, kimseyi dinlemez, obadan ayrılır, sapa yollara girer, vurur kendini dağlara. Torun Durmuş’un şimdiki evlerinin olduğu yere gelirler. Yükler çözülür, gölükler bağlanır, develer ıhtırılır (çöktürülür), küçük hayvanlar ağıllanır ve oğlu vurulduğundan beri bütün bir gün ve bütün bir gece ağzını bıçak açmayan Gedik Karaca “İşte” der “bundan böyle yerimiz yurdumuz burası, Allah’ın bol, insanın kıt olduğu bu orman içi ve bu kaya dibidir. Bundan böyle göç yok”. Alaçık (küçük çadır) kayanın dibine kurulur. Bütün aile çoluk çocuk onca yorgunluğa karşın sabahaca uyumaz, ölülerinin başında ağlarlar. Bir ana, beş bacı ve bir eş sabaha kadar ağıt yakarlar Palaz’a.

Palaz’ın kurt eniği gibi ele avuca sığmaz çocukluğundan başlarlar, palazlandığı günleri, ata binişini, keklik avına gidişini, yüreğinin pır pır ettiği ilk gençlik heyecanlarını, giyinişini, kuşanışını, yakasına taktığı dağ çiçeklerini, türkü çağırışını, abdest alan babasının eline su döküşünü, babasının onu kıskanarak bir ipek mendil gibi cebinde taşıdığını, anasının şahan oğlu ve başgüvencesi ve bacılarının koruyucu meleği olduğunu, eşini bir yayla çiçeği gibi yüreğinde taşıdığını ağıda dökerler.

Şafak sökerken, yüksek yüksek kayaların uçları ağarırken kan çanağı olmuş gözlerle Gedik Karaca eğilir, Palaz’ını öper, çadırdan dışarı çıkar, yandaki pınarda abdest alır ve namaza durur. Namaz bitince doğrulur ve dağlara dağılan güneşin ilk aydınlattığı tepelerden birisini göstererek “Oğlumu bu tepenin başına gömeceğim” der. Bildikleri duaları ederek, bildikleri yöntemlerle gömerler ölülerini. Gedik Karaca mezarın baş ucuna ve ayak ucuna kucaklar iki koca kaya parçası getirir, diker.

Torun Durmuş’un doğduğu bugünkü ev o gün kayanın dibine kurulan alaçığın yerinde imiş. Gedik Karaca Dedesi’nin kendi elleriyle yaptığı evmiş. Torun Durmuş o kayayı koruyucu bir tanrı gibi görür ve anlatırdı. Otuz kırk metre boyundaki ağaçların arasından başını göklere doğru kaldırıp uzatan o kaya bütün ormana bütün doğaya tepeden bakardı. Dibinde eteğine tutunmuş kara çadırı ve içindekileri bir kale gibi korurdu. Kayaya hiç bir yandan çıkılamazdı. Yalnızca ön sağda çadır direğinin yanından Torun Durmuş’un bildiği ve bağrını kayaya yaslayarak tırmanıp çıkabildiği bir yolak vardı. Torun Durmuş özgürlüğü bu kayadan öğrenmiş ve bu kayanın başında tatmıştı ilk kez. Her fırsatta buraya çıkar, orada saatlerce kendi kendine oyalanırdı.

Torun Durmuş bu kayayı anlatırken bir başka Türkmen göçer olan ve onun kültürünü taşyan kendi babamı düşündüm. Ne zaman kapalı bir yere girse ortalara ya da cam kenarına oturmazdı, sırtını duvara yaslardı. Yayla yollarından bilirim. Biraz oturmak ve dinlenmek gerekse sırtını siper edeceği ya bir kaya ya bir taş ya da bir ağaç arardı. Hiç bir şey bulamazsa görüntüsünü gizleyecek bir çalı bulur bedenine siper ederdi.

Günü dolup, Palaz’ın dul kalan eşi Gülkız bir oğlan çocuğu doğurunca ailenin bilinen o en Büyük Dedesi iki rekât şükür namazı kılar, çocuğun kulağına ezan okur “Adın Durmuş olsun, dünya durdukça durasın” der. Arkasından da “Şimdiye kadar, buraya bilerek bir ad koymadım. Geleceğimizden emin değildim. Şimdi beklediğim oldu. Buraya bir ad koyacağım. Buranın adı Dumuşlar olacak” diye ekler. Gedik Karaca’nın her sözü gibi bu sözünü de vasiyet sayan ardılları,  bir kişinin dünya durdukça duramayacağını bildikleri için her kuşakta ilk erkeğin adını Durmuş koyarlar. Birden çok kardaş olunca her erkek ilk oğluna Durmuş adını veremez. Bu hak daima kardaşların en büyüğünün ilk oğluna aittir.

O günden sonra oranın adı Durmuşlar ve ailenin adı da Durmuşoğulları olmuş. Olmuş ama Gedik Karaca bundan sonra da hiç gülmemiş. Palaz’ın acısı yüreğinden hiç çıkmamış. Üstelik oğul acısı yeni acılarla da beslenmiş, çoğalmış. Çok çalışıyor, az konuşuyor, hiç gülmüyor ve eşi Bağdat Karı sorunca “ Bak Bağdat, bazı şeylerin yarısı olmaz, yarısı işe yaramaz,  yarı canla yaşanmaz. Cahan’nın (Ceyhan Nehri) üzerinde yarım köprü olsa Cahan geçilir mi? Yarım koyun, yarım deve olur mu Bağdat? Yarım insan da olmuyor, yarım dünya da olmuyor. Ben yarım insanım. Yarım insan yaşamıyor. Benim dünyam yarım, ikiye bölündü, üçe bölündü, çok bölündü. Bölük pörçük oldu. Bölük pörçük dünya olmuyor. Sen kusura bakma” diyormuş.

Gedik Karaca yaşam sevincini yitirmiş ama yine de yaşama tutunduğu bir yol bulmuş. Palaz’dan sonra güz gelip güneşin rengi solunca gönül ağrıları şiddetlenirmiş. Göç yollarını mı özlermiş, bu yollarda yitirdiklerini mi ararmış, Çukurava’yı mı, Çukurova’da Osmanlı paşalarına yenik düşüp sehilde yaşamak zorunda kalan akrabalarını mı özlermiş, bilinemez. Yaşamayan ne bilir. Bir sürü karışık duygular burgacında (girdabı)   “Hazırlan Bağdat, Gülkıza söyle o da hazırlansın. Durmuş’u da hazırlasın. Yola çıkacağız”dermiş. Yola çıkarlarmış dört kişi. Atların terkisine yamçileri, keçeleri dürerler, bağlarlarmış. Gedik Karaca biraz gedikmiş. Diğer erkekler gibi kendisi önde, ayâller (kadın kız) arkada yola gitmezmiş. Bağdat önde, kucağında Durmuş’la Gülkız ortada ve en arkada da kendisi olurmuş.

İlk durak Akifiye köyü civarındaki Palaz’ın Düşeği yani vurulup düştüğü yermiş. Gedik Karaca, oğlu için taşlar toplayıp yığarak eski  bir soy geleneği olan bir düşek yapmış buraya. Her gelip geçen üstüne bir taş atsın ve Palaz’ı ansın istemiş. Geceyi burada geçirirler ertesi günü Çukurova’ya inerlermiş. O yıllarda Çukurova güz gelende de şenlenirmiş. Yayladan inerlermiş Türkmenler sürüleriyle. Bol otlu firezlerde otlatırlarmış sürülerini. Dağlardaki koyunların çan sesleri, kuzuların melemeleri, çoban türküleri ılık sonbahar güneşinde dinlenir, demlenirmiş Çukuroava düzlüğünda.

Gedik Karaca Osmaniye, Ceyhan, Yumurtalık, Payas çevrelerinde yaylalardan inip çadırlarını kuran oymağından tanıdıklarını ziyaret eder, yakın akrabalarında birer ikişer gece kalırmış. Osmanlı zoruyla yerleşik yaşama geçen tanıdıklarının köylerine gider onların yayla özlemlerini, kendisinin de ova özlemlerini konuşurlarmış gün boyu, gece boyu.  Sonra Ceyhan’da geçmişten beri alışık ve tanışık oldukları iş ve alışveriş yerlerine gider, yaklaşmakta olan kış için ihtiyaçlarını alır ve bozum bozum düşermiş  gerisin geri yollara. Dönüşte de yine bir geceyi Palaz’ın Düşeği’nde geçirirlermiş.  Her yıl yinelenen bu gidiş geliş Gedik Karaca’nın yaşama tutunma bağı olmuş bir bakıma.

Bu gezilerden birisinin dönüşünde gün batarken yine Palaz’ın Düşeği’nde inmişler atlardan. Onları ardıç ağaçlarına bağlamışlar yanyana. Çalı çırpı toplamışlar çevreden, her geliş gidişte olduğu gibi islenmiş, siyahlaşmış taşlarla örülü bildik ocağı yakmışlar. Azıklarını açıp, yüzlerini dalga dalga bir parlatıp bir karartan alevlerin ışığında karınlarını doyurmuşlar. İsli çaydanlığı ocağa sürmüşler. Yamçılarını sırtlanıp sessizce oturmuşlar.

Gedik Karaca bu yolculuğu her zaman ayın akşamladığı günlerde yapar, yemekten sonra yanan ateşin biraz uzağında oturur, karşı sivriden çıkan ve yükselen ayı seyredermiş. Yanakları ıslanır yüzündeki damlalar ay ışığında parlarmış. “Orada mısın şimdi” dermiş Palaz’la konuşur gibi. Bu sefer de aynı görüntü yaşanıyormuş. Yine “Orada mısın şimdi” demiş yavaşça.

O sırada, neredeyse Palaz’ın vurulduğu yaşa gelmiş olan Durmuş da ocaktan ve dedesinden uzakça  başka bir sivrice taşın üstüne oturmuş aya bakıyormuş. Gözü dedesine takılmış. Kalkmış yerinden çocukça bir hevesle dedesine sokulmuş “Dede ay ne güzel görünüyor. Orada olsam şimdi” demiş. Gedik Karaca elini Durmuş’un omuzuna koymuş ve “Yat artık, yarın işimiz çok olacak” demiş.  İçinden de “Maksat hasıl oldu, artık gözün arkada kalmasın Karaca” diye geçirmiş. Durmuş gitmiş, yatmış. Gülkız yatmış. Yatar gibi yapmış Bağdat Karı, gözü Karaca’da.

Yine burada böyle bir gecede yıllar önce Palaz da neşeyle sıçramış yanına gelmişti Gedik Karaca’nın. O da babasına o gece aynı şekilde, Torun Durmuş’un dediği gibi “Baba ayda olsam şimdi” demişti. Gedik Karaca Durmuş gittikten sonra ayın içini arar ve Palaz’ı görür gibi bakmış gökyüzüne. Görmüş. Yine o günkü gibi “Baba ayda olsam şimdi?” diyen sesini duymuş Palaz’ın. Herkes uyumuş. Uyur gibi yapıp gözü Karaca’da olan Bağdat Karı uyumamış.

Bir söylence vardır bizim oralarda. Her gece tan vakti bütün doğanın ve hatta akar suların bile  saniyeler ya da saliselerle ölçülebilen çok kısa bir an için uyuduğuna inanılır.

Örneğin, yaz aylarında gece sabaha kadar dağlarda sürü otlatan çobanlar bunu iyi bilirler. Bütün bir gece kıpır kıpır otlayan sürü tan vakti gelince birden olduğu yerde kerpiç gibi donar, çok kısa bir süre uyur ve hemen uyanır, yeniden yayılmaya başlar. Bu sırada çoban da başını bir taşa dayar ve uyur. Yalnız bunu yaparken koyunun birini bağcıkla koluna bağlar. Sürü harekete geçince, uyuyup kalmasın çobanı uyandırsın diye.

Yine örneğin bizim oralarda, güle aşık olan bülbül için de bu bağlamda bir öykü anlatılır. Gül hep geceleri sabaha karşı açılırmış. Bülbül de gülün açılışını görmek istermiş. Bunun için tomurcuğun karşısına geçer bütün bir gece beklermiş. Ancak öyle bir an gelirmiş ki bülbül dayanamaz ve gözü kirp diye kapanırmış. İşte o an bütün doğanın ve bütün suların bile durduğu ve uyuduğu bir anmış. Bülbül de bu seher gafletinden kendisini kurtaramazmış. Telaşla uyandığında da gülün açılmış olduğunu görür ve figan edermiş. Biz insanların çiğli sabahlarda zevkle dinlediği bülbül sesi meğer bir büyük aşk hüsranının nağmeleriymiş.

İşte Bağdat Karı’nın da koyunlar, bülbüller ve sular gibi tan vakti gözü kirp diye kapanmış. O kısacık anda gördüğü rüyanın etkisiyle “Eyvah” diye bir feryatla açmış gözünü, koşmuş Karaca’sına. Meryemçil’den gelmiş Bağdat Karı’nın feryadının yankısı. Palaz’ı vuranların köyü olan Akifiye Köyü’nün ve diğer çevre köylerin imamları sabah ezanına hazırlanırken duymuşlar bu feryadı. Dağlar inlemiş, ağaçlar sızılamışlar. Ağsu küldür küldür başını taşlara vurarak ağlamış. Herkes uyanmış, Gedik Karaca hariç.

Osman Gökçe

http://www.osmangokce.com/

bilim.ege@gmail.com

27 Mayıs 2016

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress