Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

İTYEMEZ DURMUŞ

2 Aralık 2016 0 comments Article Öyküler

Torun Durmuş’un aile geçmişi ile ilgili öyküsü uzundu. Bu uzun öykünün en uzun bölümlerinden birisi de babası İtyemez Durmuş için anlattıklarıydı.

Durmuş’a göre, babası bedeni zayıf, beyni güçlü bir kişiydi. Dili tatlıydı. Her zaman çevresindekilere anlatacak ve dinletecek bir sözü vardı. Bilgi dağarcığı doluydu. Uzun kış geceleri bibisinin  kızı olan eşi ve bütün aile soba başında oturur ağzı açık onu dinlerlerdi.

O içinde yaşadıkları ortamı adım adım bilirdi. Karaçam, kamalak, mezdağa, karaardıç, yemişen, meşe daha ne kadar ağaç varsa çevremizdeki ormanlarda  hepsini tanır, hepsinin özelliklerini bilirdi. Boyları, çapları ne kadardır? Ne zaman yaprak açar, ne zaman döker, ne zaman çiçeklenir, meyveleri ne zaman olgunlaşır? Hangilerinin meyveleri ya da tohumları yenir, hangilerinin yenmez? O bütün bunları bilirdi. Dibinde oturmadığı ağaç, taş, kaya yoktu. Yaprağını, çiçeğini koklamadığı bir bitki yoktu. Çağşırından, ayıgülünden tutun da çirişe kadar bu dağların her bitkisini kendi ekmiş, kendi dikmiş kendi yetiştirmişcesine her özelliği ile bilirdi. Dereler boyu menevşeler, kardan başını çıkaran kardelenler, çiğdemler, navruzlar, kevenler , kengerler, kekikler İtyemez Durmuş’un uzmanlık alanlarıydı. Bu kadar da değil. Kurtları, ayıları, tavşanları tilkileri, böcekleri, kuşları tüm yaşantılarıyla tanırdı. Yaban hayvanlarının çiftleşmelerini bile bilirdi. İşin bu yönü çocukların daha çok ilgisini çekerdi.

Özetle, İtyemez Durmuş içinde yaşadığı doğanın bir parçası olmuştu. Yürüyen mezdağa, düşünen tilki, gülen navruz gibiydi. Kendisi hepsiydi ve kendisini bilir gibi biliyordu bütün doğa varlıklarını. Taşların kokusu olur mu? Taşları birbirine sürter koklardı. Kükürt mü kokuyor, krom mu kokuyor anlardı. Bir madenci gibiydi.

Torun Durmuş’un çocukluğu geçmiş sayılırdı. Artık kızlara bakıyordu. Bizim oraların anlatımı ile kız kovalama çağına girmişti. Bir güz günüydü. Koyunlarla koçların çiftleştirilmesi zamanı gelmişti. Koçların sırtını, başını, karnını çizgiler biçiminde kırmızı boyalarla boyadılar, süslediler. İki koçları vardı. İki küçük kız kardeşini koçlara bindirdiler. Koç koyrumunda koçlara kız bindirmek gelenekti. Dölün  yani kuzuların çoğu dişi olsun dileğinin bir sonucuydu bu. Dişi kuzu sürüye katılır, koyun olur ve sürü çoğalır. Sağılır sürünün de çoğalması istenir, zenginliktir. Koçun birisini kendi, birisini de babası tuttu başından. Evin arkasında otlamakta olan koyun sürüsüne vardılar, kız çocuklarını indirip koçları sürüye saldılar. Bütün aile oradaydı ve bir bayram yeri gibiydi orası. Ailenin diğer fertleri biraz sonra eve gidince babası ona koç, koyun, kuzu, çiftleşme sözcükleri bağlamında bildiklerini ve önerilerini anlatmaya başladı. Koçlar koyunun birinden iniyor diğerine biniyordu. Babası tık diye güldü. Duraksadı. Durmuş babasının yüzünün kızardığını ve utandığını gördü. Meraklı meraklı yüzüne baktı. Babası tatlı, içten bir gülümseme ve mutlulukla başını öne eğdi. Sonra da başını yarı kaldırarak ve bu yıl ilk kez sürüye koç olarak koyrulan boynuzları henüz tam çıkmamış karabaş koçu göstererek “Ona bakıyordum” dedi ve yine başını öne eğdi gülümseyerek.

Ilık bir güz güneşi tepelerinde, sürü çan sesleri içinde kıpır kıpır otlamada ve çiftleşmelerde. İkisi de karşılıklı iki taş üstüne oturdular. Büyük bir merakla babasına bakıyordu “Haydi anlat” dercesine . Anlattı :

“Biliyor musun “dedi. “Sen yaşlardaydım, firiklenmiştim. Bir lâf duymuştum ilçedeki bir otelle ilgili. Orada bir kadın varmış adı Haney, göstermesi şu kadar, muamelesi bu kadar kuruşmuş”. Bunları söylerken ağzını eliyle kapatıyor, hiç görülmediği bir biçimde kıkırdıyor, dilini dudağını ısırıyor, başını sağa sola çeviriyordu.  Durmuş meraklanmıştı. “Anlat baba” dedi. Babası devam etti. “Kadını kafama takmıştım. Ona gidecektim. Ancak nasıl gideceğimi bilmiyordum. Babam odun satmaya komşularla birlikte beni şehre göndereceğini söyleyince çok heyecanlanmış ve o gece uyuyamamıştım. Ertesi gün iştahla yola çıktık. İlçeye vardık. Odunu Mahrukatçı Poyraz’a satıp parayı alınca doğru o söylenen otele gittim. Mahrukatçı Poyraz’ın bana ityemez lâkabını taktığı an o otelden dönüş anımdır” dedi ve oh, işte anlattım kurtuldum der gibi yüksek sesle güldü.

İtyemez Durmuş’un sözünü ettiği olay şöyle olmuştu. Kendisinden yaşlı olan komşularının yanına katılıp odun satmak için ilçeye gelen o günkü çocuk Durmuş kafasında kurduğu o otele ve Haney denen o kadına gitmiş. Giderken de kimseye haber vermemiş. İşlerini bitirip dönüş için yola çıkacak olan köylüler bakmışlar ki kendilerine emanet edilen Durmuş yok.  Telaşlanmışlar. Sağa sola çarpınmışlar. Mahrukatçı da bu telaşın içinde olmuş. Derken uçkurunu çekiştirerek Durmuş köşe başından çıkagelmış. Köylülerin kızgınlık ve sevinç bağrışmaları arasında Mahrukatçı Poyraz Durmuş’a bakmış ve “Ağalar Durmuş bu muydu” demiş ve eklemiş “Ulan dursa ne olur durmasa ne olur, ityemezin birisiymiş” demiş. Durmuş’un adı o günden sonra İtyemez Durmuş olmuş.

İtyemez Durmuş’un böylesine yüksek sesli gülüşleri çok uzun sürmedi. Umutlarının, mutluluklarının yerini giderek endişeler aldı. Ailenin ve arkadan yetişip gelen çocuklarının geçim sorunları, gelecek sorunları uykularını kaçırıyordu.

Kucağına sığınıp atalarının yurt edindikleri dağlar eski dağlar değildi artık. Ormanlar eski ormanlar değildi. İtyemez Durmuş’un anası gibi emdiği, babası gibi başını göğsüne yasladığı, eşinin teni kadar yakından tanıdığı bu koca doğa doğduğuna pişman olmuşcasına yıpranmış, yorulmuş ve sanki insanlara küsmüştü. Asırlık ardıç ormanlarını çevre köylüleri hezen diye, mertek diye, çapkı diye kesip kesip ova köylerine ve kentlerine sata sata bitirmişlerdi. Kamalak ormanları keçi sürülerinin kışlık yem ambarıydı sanki. Dallarını kesip kesip keçilere yediriyorlardı kışları. Bu ormanlar dalları budana budana inleyen yaşlı hastalar gibi ayakta ölmüşlerdi. Toprak çıplaklaşmış, kayalar kendi başlarına kalmış heykeller gibi yalnızlaşmışlardı. Hayvanlar, kuşlar dağılmışlar, yok olmuşlardı. Şırıl şırıl akan  damakları menevşeli, çiçekli, çimli dereler sel yataklarına dönüşmüştü.

Osmanlı’nın cibal-i mübâha yani yararlanılması mübah olan, helâl olan, serbest olan, bir kurala ve bir sınırlandırmaya bağlı olmadan kullanılan dağlar ve ormanlar anlayışı, Cumhuriyet’in başlangıç yıllarında henüz her şeye el atılamamış ve ormanlar yönetiminin de bir düzene kavuşturulamamış olması bu sonucu doğurmuştu. Ekilip biçilecek tarla denecek tarlanın zaten ev başına 3-5 dönümü geçmediği bu dağlarda temel geçim kaynağı olan hayvancılık da bu doğa tahribi sonucu iflas etmişti.

Ağacı kesilip biçilmiş, otu kurumuş, kaynağı suyu çekilmiş, kelleşmiş bu kıraç dağların sağında solunda, erişilmesi güç olan yerlerinde kalmış küçük orman parçaları da daha sonra Cumhuriyet’in çıkardığı orman yasası ile vatandaşlara yasaklanmış, orman korucuları kıral olmuşlardı.

Çocuklar büyüyor, geçim sıkıntısı İtyemez Durmuş’u günden güne sıkıştırıyordu. Kulağı sağda solda çıkış yolu arıyordu. Bir gün ilçede bir şey duydu. Devlet, çocukları okutmak için yatılı okullar açmış ve ücretsiz okutuyormuş diye. Öğretmen olunuyormuş, teknisyen olunuyormuş, liselerde okuyup fakültelere gidiliyormuş diye . Bunu aklına taktı, ilçe milli eğitim müdürüne çıktı. Oğlu Durmuş’a Mersin’de bir tarım okulu için söz aldı.

Söz aldı ve eve döndü ama İtyemez Durmuş da etyemez, otyemez hâle geldi. Yüreğinde ince bir sızı, ikide bir cız ediyor, kaygı kasavet başından gitmiyordu. Yatılı da olsa, oğlan el kadar çocuk, gurbete gidecek, para gerekecek diye yemiyor içmiyor çalışıyordu. İğneden ibliğe dönmüş ve it yiyecek kadar da et kalmamıştı kemiklerinin üzerinde. Hepkemik bir iskelet olmuştu.Tarlaya, dağa, davar arkasına nereye giderse Durmuş’u da birlikte götürüyordu. Elinden tutuyor, saçlarını okşuyor ve kendi düştüğü ruhsal bunalımı Durmuş’a belli etmemeye çalışıyordu. Ama Durmuş da, bütün ev halkı da işin farkındaydı. Derken güz geldi, okullar açıldı açılacak oldu.

İtyemez Durmuş bir sabah oğlu Durmuş’un başucuna yavaşça yaklaştı ve elini onun saçlarının içine sokarak ve okşayarak “Babam” dedi, “Kalk artık”. Durmuş kalktı, baba oğul giyindiler, evin hanımı Göykız azıklarını verdi, yorulursak bineriz diye Sarı Katır’ı da yanlarına aldılar ve dağlara doğru yola çıktılar.

Evin arkasındaki kayayı dolanınca Durmuş “Baba” dedi, “Bir çıkıp ineyim mi”?  “Çık” dedi, “çık ama düşme”. Durmuş kedinin ağaca tırmandığı gibi tırmandı kayaya, oturdu başına. Güneş çıkıyordu başka uzak kayaların tepesinden, karnı yırtılarak. Her zaman yaptığı gibi Berit tarafına baktı, Binboğa tarafına baktı, bir de döndü Erciyes tarafına baktı. Gözkapaklarını sıktı iyice. Olmadı, gelen acı yaş daha da sulandırdı gözünü yüzünü. Kolunun yeni ile sildi ve sessizce indi aşağı, babasının elini tuttu. Hiç konuşmadan yürüdüler bir süre. Mezarlığın önünden geçerken başucunda en büyük taş olan, buraya ilk kazığı çakan, çadırı kuran Büyük Dede’nin vurulan oğlunu getirip gömdüğü ve başka hiç kimsenin kucaklayıp getiremeyeceği taşı getirip başucuna diktiği mezara doğru yönlendiler, sanki oraya gitmeye ikisi de sözlü imişcesine. Elham okudular içlerinden, elleri ile yüzlerini sıvazladılar. Babası Durmuş’un elini sımsıcak tuttu ve sıktı sessizce. Sanki “Burayı unutma, Büyük Büyük Dede’ni kimsesiz bırakma” der gibi baktı yüzüne.  O da “Yüreğini pek tut baba, ne seni, ne ailemi, ne de burada yatanları yalnız bırakmayacağım” dercesine ılık ılık ve kararlı bir biçimde baktı babasının yüzüne.

O gün akşama kadar, ortalık kararıncaya kadar dolaştılar dağı taşı. Ayak basmadık yer bırakmadılar. Sarı Katır yoruluncaya kadar yürüdüler. Katır yoruldu onlar yorulmadılar. Kekliklerin ferikleri ile birlikte suya indiği Keklik Oluğu’ndan su içtiler. Yedi Kardaş’ta ellerini yüzlerini yudular. Karagöl’de ayaklarını karsuyuna soktular, dinlendirdiler. Oğlak Kayası’na çıkıp aşağılara uçaktan bakar gibi baktılar, taş attılar.

Eve döndüklerinde toğga hazırdı. İçtiler. Herkes yatağına çekildi. Ama o gece hiç kimse uyumadı. Durmuş’la sözleşmişler gibi sürü ağılının arkasında yatan Bozo da uyumadı. İnledi durdu. Ara sıra o davudî sesiyle tek tek havladı. Sabah tan yeri ağarırken herkes ayaktaydı. Sürü dağa doğru yönlendi, Bozo arkasında. Durmuş, çan sesleri ve meleşmeler içinde kıpır kıprır otlayan ve ilerleyen sürüye baktı, sonra Bozo’nun başını sevdi, bacıları, kardaşları ve eli koynunda Göykız tarafından uğurlandı.

Durmuş’un okulunda buğdaydan nohuta, mercimeğe, domatesten bibere, patatese kadar her ürün anlatılıyordu. Nasıl ekilir, nasıl dikilir öğretiliyordu. Hayvan yetiştiriciliği konusunda her şeyi bildiğini sandığı babasından da çok şey biliyor ve öğrencilere öğretiyordu öğretmenler. Ama ürünün nasıl satılacağını, nasıl para kazanılacağını anlatmıyorlardı. Bir hat tarlası olmayan Durmuş gibi dağdan, ormandan gelen ailelerin çocuklarına bu ürünleri nerede yetiştireceklerini söylemiyorlardı. Toprağa nasıl sahip olacaklaerını söylemiyorlardı. Bu soruyu önce bu dağ çocukları soruyorlardı kendi kendilerine ve birbirlerine. En çok da Durmuş sorardı bu soruyu. En çok da Durmuş’un başı ağrıdı ve Durmuşun  yaşamını etkiledi bu soru.

Durmuş okulu bitirinceye kadar başka sorular da üretti, başka sorunlar da yordu onu. Ama umudu mezuniyete erteledi. İçinde yaşadığı toplumdaki  ve kafasındaki soru ve sorunları çözmek için var gücüyle çalışacağına kendi kendine söz vererek bu uğraşın zamanını okul bitimine ve bir işe girmesine bıraktı. Okul bitti, görev için devlete başvurdu. Almadılar, atanamadı. Çukurova’da büyük çiftlik mi yok diye düşündü. Başvurularından birisi olumlu yanıtlandı ve orada işe başladı. Çiftçibaşı oldu.

Çalıştığı çiftliğin köyüne bir öğretmen geldi dağlardan. Yüzü yanık, kafası ve yüreği aydınlık bir öğretmen.  İkisi de birbirlerini geçmişte tanımıyorlardı ama aynı yerde, aynı ailede büyümüş gibiydiler. İkisi de birbirlerine benzer yoksul aile çocuklarıydılar. İkisinin de kafalarında aynı sorular, aynı sorunlar vardı. İkisinin de yürekleri insan, yürek acıları insandı. Çabucak ısındılar. El ele, kafa kafaya ve yürek yüreğe verdiler. İyiye, güzele, doğruya değgin ne öğrenmişlerse, ne biliyorlarsa, ne düşünüyorlarsa yasalara bağlı kalarak onu yapmaya çalışıyorlardı. Yoldaş oldular,  gönüldaş oldular, kardaş oldular.

Ama arının deliğine çöp sokmuşlardı. Arazileri köyde, kendileri kentlerde yaşayan büyük toprak sahipleri, yerel politikacılar, bir kısım din adamları, büyük tüccarlar hareketlendiler. Adları dinsize, imansıza, komüniste çıkarıldı. Çok geçmeden öğretmeni vurdurdular. Hem de bu cinayeti, bu iki emekçi yoldaşın, emeğini ve hakkını savunduğu diğer bir emekçiye işlettiler. Belli ki Durmuş da namlunun ucundaydı artık.  Kendi de vurulacaktı. Can tatlı, arkasında onu umutla bekleyenler yoksul ve çaresiz. Ölmek çözüm değil diye düşündü. Kaçtı. İşini ve çalıştığı köyü bıraktı. Adana’ya gitti, örme attı omuzuna, semer sardı sırtına ve hamallığa başladı.

İşi zor, geliri azdı ama Durmuş’un umudu çoktu. Çok düşünce vardı kafasında, çok proje, çok çözüm. Yüreğini kafasına adamıştı. Durmuş’un yüreği çok aydınlıktı. Onun için işini küçümsemeden, yüksünmeden iştahla çalışıyordu.

Bir gün vakitsiz bir zamanda, iş üstünde, pamuk telisleri sırtında iken bir kişi geldi köyünden. Durmuş’u aldı götürdü. Durmuş köye girerken doğru meszarlığa yönlendi. Taze kazılmış ve uzunlamasına yığılmış toprağın üstüne yattı. Kimse yaklaşmadı yanına. Durmuş’u getiren ve karşılayanlar donmuş gibi onun çevresinde halkalandılar sessizce. Bir zaman sonra “Gel Durmuş’um” dedi Göykız. Ana oğul sarıldılar birbirlerine.

Durmuşlar aslında hiç durmamışlardı. Kıtalar boyu yürümüşlerdi. Onların öyküsü ateşi avuçlarında taşıyanların öyküsüydü. Yazılmamış, okunmamıştı. Anlatılmamış, anlaşılmamıştı. Yaşanmıştı yalnızca. Onların öyküsü göç yollarında vuruşarak ölenlerin öyküsüydü. Nice ateş hattı, nice ateş çemberi, nice savaşlardı. Asırlardır çağrılır durur ağıtları koca bir coğrafyada. Kaç yiğide ağıt yaktılar bilmezler.

Kim bilir kaç kez kondular , çadır tuttular, çadır söktüler. Yakın geçmiş sayılabilecek Osmanlı’dan beri, daha dün kadar yeni olan Cumhuriyet’ten beri kim bilir kaç kez yer değiştirdiler. Burası son olsun diye ev yapmışlardı. Büyük dedeleri, göç yolunda tek oğlu Palaz’ı bir cinayete kurban verince karar vermiş ve buraya yerleşmişlerdi. Ama olmadı. Oğul Durmuş başsız kalan ailesini aldı indi Çukurova’ya, sarı sıcağın alnına. Üst üste, önce arkadaşının vurulduğu, sonra da babasının ölüm haberini aldığı Adana’dan soğumuştu. Osmaniye Rızaiye Mahallesi’nde sazdan bir eve (huğ) sığındılar. Yetim büyümüş ve her nasılsa sonradan genişce araziler edinmiş bir Tecirli olan Mahalle Muhtarı Hamza Gülle’nin tarlasının ucuna kondular. Hamza Gülle aşiretçiliğin, göçün, yoksulluğun yükünü herkesten çok yaşamış birisiydi. O nedenle bu kadarcık da olsa yardımlaşmalara yakındı.

Böylece Durmuş, koca Çukurova’da bağdaş kurup oturacak kadar bir toprak buldu horantasına. Çevre diz boyu çamur, Durmuş ümüğüne kadar çıkan sorun yükü, dert yükü. Baktı dağlara, bir kardeşten, bir yoldaştan yardım bekler ya da güç alır, niyet tazeler gibi. Bir yanda Düziçi Ovası’nı ve Düziçilileri,  gökyüzünden yeryüzüne kadar arkalarından korumaya alan Düldül Dağı, karşısında çam ormanları, kayın ormanları içinde, Amik Ovası ile Çukurova’yı iki kardeş gibi ellerinden tutup birbirine bağlayan Amanoslar.. Gözlerini kapadı, evlerinin arkasındaki adı ile özdeşleşmiş olan kendi kayasına çıktı. Berit Dağı’na baktı gözleri kapalı, Binboğa’ya baktı gözleri kapalı, uzaktan Erciyes’e el salladı gözleri kapalı. “Dağlar” dedi “alacağım var sizlerden, borcum var sizlere. Söz, bir gün geleceğim,  bayram edeceğiz”.

Osman Gökçe
Bornova, 27 Kasım 2016.

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress