Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

DEVLET VURDU

16 Aralık 2017 0 comments Article Öyküler

DEVLET VURDU

Ceyhan’da bir çiftlikte tarım uygulama eğitimi almış bir kahya olarak çalışıyordu. Çiftliğin bulunduğu köyün öğretmeni ile arkadaş, yoldaş ve gönüldaş olmuşlardı. İşlerinden başka bir şeyi gözleri görmüyordu. Çiftçiyi, köylüyü, marabayı aydınlatıyorlardı. Onlara işlerinde yol yöntem öğretiyorlardı. Çıkar çevreleri harekete geçti. Bu ikiliyi komünistlikle, dinsizlikle, nifakçılıkla vb suçlarla suçladılar ve öğretmeni vurdurdular. Kendisinin de vurulacağından korktu. İşi bıraktı Adana’ya kaçtı. Sırtçı oldu.

Bir gün Küçüksaat Meydanı’nda bir tablacı kasetçide bir türkü duydu. “Dağ başındaki çiçeğin-Zindanlarda işi neydi” diye yanık, içli bir yakınmaydı. Elini cebine soktu, kasetçiye yanaştı, fiyatını sordu. Alabilirmiş. Parası yetermiş. Aldı. Akşam bekar odasına girer girmez elden düşme bir kasetçalara koydu elindekini. Gözlerini kapadı ve dinledi. O akşam ve her akşam dinledi.

O günlerde kendi gurbetteydi ama ailesi özlemini çektiği o dağ köyünde yaşıyordu. Babası sağdı. Köyünü ve ailesini görüp özlem giderme olanağı her zaman vardı. Umudu canlı, yüreği heyecanlıydı. Şimdi öyle mi ya? Osmaniye’de yağmurda yağışta çamur, kuruda güneşte toz toprak bir huğa sığınmıştı bütün aile bir tarlanın ibiğinde. O bedeni zayıf, beyni güçlü bilge babası yoktu. Ana dul, kardaşlar yetim, aile köklerinden koparılmış ağaç gibi susuz ve besinsizdi. Benizleri solmuştu. Aile bireylerinin yalnızca  beti benzi değil gönülleri de sararmış, gölgelenmişti. Durmuş durmadan geceler boyu Küçüksaat’ten aldığı o kaseti dinliyordu, o türküyü çağırıyordu. Dağ başındaki çiçeğin zindanlarda işi neydi diye Düldül’e, Amanoslara bakıyordu. Kendisine ve eli tutan ailesi bireylerine iş arıyordu, yüreği yaslı.

Durmuş bir gün huğdan çıktı Devlet Hastanesi’nin çevresindeki gecekondumsu evlerin arasına daldı ve önünde dut ağacı olan bir kahveye girdi. İçerisi kırık dökük tahta masalar, sandalyeler üzerinde oturmuş köylü ve işçi kılıklı insanlarla doluydu. Taban topraktı. Tütün dumanından, ışığın zayıf olmasından insanların yüzleri zor seçiliyordu. Bir kenara ilişti. Yabancısı olduğu insanlar değildi. Küfürlü küfürsüz konuşuyorlardı. Bazılarının ağızlarında ot vardı, sağa sola cırt cırt tükürerek ot somuruyorlardı, Maraş otunu. Dağ başından koparılmış çiçek dayanamadı. Kendini dışarı attı. Kendi huğuna doğru, karamsar, umutsuz ve can sıkıntısı ile başı yerde yürürken başını kaldırdı, sanki pencereden bir ışık değdi yüzüne, yüreğine girdi ve aydınlattı. Biriket bir evin önünde sırtını duvara yaslamış üç kişi oturuyordu. Kapının önünde de üç ağaç vardı. Biri iğde, biri söğüt, biri de kavak. Adamlara selâm verdi “Aleyküm selâm” dediler ve sevecenlikle buraların yabancısı olduğu belli olan bu genç adama ilgiyle baktılar. Adamlara yanaştı, onlar da “Buyrun” dediler. Durmuş da adamların yanlarına belini duvara vererek çömeldi.

Durmuş’un yüreği ışınmıştı. Ağaçlara baktı. Kavak, iğde, söğüt. Toroslardaki evlerini anımsadı. Bir bölük yonca tarlasının çevresini iğdelerle çevirmişti babası hayvanlar girmesin diye. Kapılarının önünde bilmem kaçıncı dedesinden kalma bir sultanî söğüt yani salkım söğüt vardı. Anaları dallarına örme kıl ipten salıncak yapardı çocukluğunda. Sallanırlardı cıvıl cıvıl. Sağ aşağıdaki dereciğin kenarında da 5-6 adet başka bir tür söğüt ağacı vardı. Onların dallarını 2-3 yılda bir keserlerdi. Purçları keçiler yer, kalın dalları eşek kemirir, geriye kalan kısım da odun olarak ocakta yakılırdı . Evlerinin sol köşesinde gökyüzüne uzanan bir selvi vardı. Bu ince ve uzun yapılı kavağa oralarda selvi diyorlardı. Kimbilir Durmuş kaç kez tırmanmıştı o sıykıl gövdeli kavağa. Anası “Düşeceksin” diye bağırırdı aşağıdan. Ne gam. Durmuş dalların, yaprakların arasından bir Berit Dağı’na bir Binboğa’ya bakardı.

Babası anlatmıştı, karlar erirken bir gün. Dere kenarına söğüt dikmesi dikiyordu. O da söğüt ağacı olacaktı. Babası oğluna  döndü keyifle “Oğlum biz nereye gitsek iğde, söğüt ve kavak ağacını da oraya götürürüz” dedi. Durmuş sonradan öğrendi Müdüründen selvi kavağın orta Asyadan anadoluya getirildiğini. “Doğru yanlış bilemem, Müdür’üm böyle söylüyor” derdi.

Duvar duluğunda, bu tür geçmiş anılar eşliğinde o üç adamla Durmuş’un sohbeti koyulaştı. Bu üç adamdan birine Mustuk Koca, birine Gavuz Karaca, diğerine de Ali Çavuş derlermiş. Mustuk Koca Maraş’tan geldiğini ve Tecirli Oymağı’ndan olduğunu, Gavuz Karaca Göksu’nun Tombak Köyü’nden geldiğini ve Cerit Oymağı’ndan olduğunu ve Ali Çavuş da Haruniye’den geldiğini ve Farsak olduğunu söyledi.

Maraşlı Mustuk Koca, sohbet sırasında ve Durmuş’un sorusu izerine  Maraş Otu’nu anlattı :

Maraş Otu denen meret bizim oralarda yetiştirilen ve adına Deli Tütün denen bir tütünden yapılır. Tütünün yaprakları toz hâline getirilerek meşe ya da ceviz odununun külü ile karıştırılır ve yeşilimsi renkte un gibi bir karışım elde edilir. Bu karışım bir miktar avuca alınır, alt dudakla çene arasına konularak emilir ve 5-10 dakka sonra tükürülür. Kullanımı çok tiksindiricidir. Sağa sola cırt cırt tükürmeler mide bulandırıcıdır. Sağlığa da zararlı olduğu söylenir. Nefret ederim. Biraz da bu nedenle, Durmuş’un biraz önce gelmekte olduğu kahveyi kasderek,  o kahveye hiç gitmem. Bizim Müdür de çok kızıyor bu otu kullanan personele. Ama Müdürü’n görmez tarafından yine de kullananlar vardır. Tiryaki olmuşlar, geçemiyorlar. Traktör sürücülerimizden birisi de bu tiryakilerdendi. İşyeri dahilinde kullanılamayacağına dair bütün uyarılara karşın yine de kullanırdı. Birgün kendisini uyaran çavuşuna  “Müdür rakıyı bıraksın ben de otu bırakacağım” demiş. Çavuş da bu sözü yememiş içmemiş gitmiş Müdür’e söylemiş. Müdür o gün hiç tepki vermemiş. Aradan bir kaç hafta geçti. Her zaman olduğu gibi Müdür personel toplantısı yaptı. Baş masaya geçti oturdu. Alışılmadık bir biçimde sağına ve soluna birer sandalye koydurttu. Arkasından da Çavuş Hikmet’i ve Traktörcü Zeki Tekiz’i çağırarak iki yanına oturttu. Çavuş da Zeki de yer yarılsa da içine girsek dercesine birer sandalyenin üzerinde büzülmüşler kıyameti bekler gibiydiler. Diğer personel de aynı havadaydı. Kıyamet bekleniyordu. Müdür son derece sakin ve sevecen bir ses tonu ile söze başladı. Geçen toplantıdan bu toplantıya kadar yapılan çalışmaları,   eksik kalan işleri ve önümüzdeki dönemde yapılacak olanları anlattı. Duraksadı, azıcık aradan sonra gülümsedi. Personele döndü ve “Sizlerin tanıklığında Zeki ile bir sözleşme yapacağız” dedi. “Ben rakıyı bırakacağım Zeki de otu bırakacak. Bundan böyle yalnız Hikmet Çavuş değil kim görürse Zeki’nin ot attığını gelip bana söyleyecek. Kim görürse benim rakı içtiğimi gidip Zeki’ye söyleyecek. Sözleşmeye uymayanlar yine böyle personel toplantısında özür dileyecek. Sizler hem bu sözleşmeye tanık ve hem de müfettişsiniz”. Ayağa kalktı. Herkes ayağa kalktı. Müdür Bey Zeki’yi öptü elini sıktı. “Hayırlı olsun” dedi. Döndü Hikmet Çavuş’a da teşekkür etti. Herkes alkışladı, toplantı dağıldı.

Durmuş olayı ilgiyle dinledi. Mustuk Koca’ya Müdür’ü hakkında bazı sorular sordu çekinerek. Aldığı yanıtlardan Müdür’ün vurulan öğretmen arkadaşının köyünden olduğunu öğrenince gözleri doldu. Bir yitiğini onda bulacakmış gibi Müdür’e nasıl ulaşabileceğini düşünmeye başladı. Ama bu düşüncesini orada kimseye açmadı. İzin istedi ve nezaketlice oradan ayrıldı. Bir tarlanın ibiğindeki sazdan yapılmış evine vardı. Plağını pikaba koydu ve dağ başındaki çiçeğin türküsünü dinledi. Akşam oldu yattı. Ama uyuyamadı. Bütün gece bir iş kapısı için değil ama bir yitiğini yani vurulan arkadaşını yeniden bulacak, görecekmiş gibi Müdür’e ulaşabilmek için bir sürü kurgular oluşturdu kafasında.

Durmuş’un o insanları ilk gördüğü duvar duluğu Durmuş’un da katılımı ile dört kişilik bir söyleşme yeri olmuştu. Sık sık o dulukta buluşuyorlar ve şöyleşiyorlardı. Söyleşilerin konuları çok çeşitliydi. Zaman zaman eğlenceli, zaman zaman tartışmalı, çekişmeli ve hepsi de Durmuş’un bilgi dağarcığını varsıllaştıracak nitelikte ve değerdeydi.

En eğlenceli konular Farsak, Cerit ve Tecirli olmak üzere bu üç ayrı Türkmen Oymağı ile ilgili çakıştırmalar, yarıştırmalar, yakıştırmalar, anılar, öyküler vb konulardı. Bu tartışmalar hem öğretici ve hem de çok eğlendiriciydi. Durmuş’u yazarlığa özendirecek kadar içerikliydi. Durmuş burada anlatılan aşiret öykülerini akşam eve gidince kasetçalarda o her gece dinlediği türkü eşliğinde defterine yazıyordu.

Siyaset de duvar dibi söyleşilerinin geçerli ve sıcak konusuydu. Durmuş bu konudaki konuşmalara uzak durmaya çalışırdı. Arkadaşlarının üçü de iktidar yanlısı gözüküyorlardı ve üçü de iktidarı çok eleştiriyorlardı. Ama bu eleştiri kişinin kendisini eleştirmesi gibiydi. Nasıl ki kişi kendisini eleştirse de kendisinden ayrılamaz ise Durmuş’un arkadaşları da iktidarı böyle eleştiriyorlardı. İktidarı kendilerinden biri, muhalefeti de düşman değilse bile el olarak, yabancı olarak görüyorlardı. İktidar kendilerindendi, bağlarının koruğu idi, ev içi idi, muhalefet ise kapı dışıydı. Durmuş burada da yalnızlığını anlamıştı. Ancak bir gün Musto Koca’nın anlattıkları Durmuş’u çok etkiledi ve umutlandırdı.

Yağmurlu ve çamurlu bir gündü. Dört arkadaş duvar dibinde, dulukta toplanmıştı. Mustuk Koca ve Ali Çavuş’un çalıştıkları fidanlıkta o gün çalışma yoktu. Cerit Aşireti’nden Tombaklı Gavuz Karaca tarımı, toprak işini iyi bilirdi. Ömrü omuzunda kürek, elinde meses, önünde öküzlerle  tarlada, takımda geçmişti.

“Tanrı şu canını alsın çiftçiliğin, ne ondurur ne öldürür. Çiftçinin günlüğü bir ölçek buğdaya gelir. Yarı aç yarı tok yaşarsın. Yağmur yağdı, ortalık çamur iş olmaz; yağmur yağmaz, toprak kuru iş olmaz. Ekersin tohumu karıncalar toplar. Sel olur, yel olur çiftçi de havasını alır” dedi.

Onun köyünde bir ölçek buğday bir çelik buğdayın sekizde biridir. Bu da yaklaşık 1000-1100 gr buğday eder. Ömrü çiftçilikle geçmiş, bir şey anlamamış, şimdi de Osmaniye’de memur oğlunun yanına sığınmış dul bir erkek olan Tombaklı Gavuz Karaca’nın çiftçi gelirinin hesabı buydu.

Bu görüşe kimse itiraz etmedi. Biraz yutkunduktan sonra Mustuk Koca

“Ali Çavuş’la ben yine de şanslı sayılırız” dedi ve söze nereden başlayacağını düşünürcesine kısa bir duraksamadan sonra başladı anlatmaya :

“Bizler Orman İdaresi’nde şimdi de olduğu gibi işçiydik. Açık alanlarda havalar engel olmadıkça ve iş  oldukça çağrılır, çalışırdık. Sorunlarımız ve haklarımızı  savunacak yarım yamalak bir sendikamız da vardı. Sigortamız yoktu ama devlet işi olduğu için yine de mutlu sayılırdık. Hâlimize şükredip gidiyorduk.

“Uzun bir dönemden sonra o günkü Müdürü’müz Ankara’ya atandı. Kendisinden biz işçiler de dahil herkes memnundu. Neden atandığını bilmiyorum. Sonra şimdiki Müdür geldi. Genç, sert ve hareketli görünüyordu. Doğrusu herkes de tedirgindi. Her işte, her şeyde bir takım değişiklikler oluyordu.

“Giden Müdür zamanında sözleşmeye göre haftada altı tam gün çalışırsak yedinci gün ücretli izinli sayılırdık. Ama gerçekte bu böyle olmazdı. Her defasında bir engel çıkar, bizler tam altı gün çalışamaz ya da çalıştırılmaz dolayısıyla da ücretli izinden yararlanamazdık.

“Yeni Müdür sapan taş gibi bir delikanlıydı. Nereye fırlayacağı, nereye değeceği belli olmuyor, değdiği yeri de iflah etmiyor, deliyordu. Bir gün hepimizi topladı. Dairenin mühendisleri, memurları, şoförleri, kapıcısı  da dahil tam tekmil fidanlığın orta yerine yığıldık. Müdür ayağında çizme, sırtında deri ceket, bacağında kot pantolan kalabalığımızın orta yerine dikildi ve başladı anlatmaya. Gümbür gümbür konuştu. Çalışanlar lehine bir çok yeni ve iyi uygulamalar yapacağını söyledi. Söylediklerinin hepsi çok güzel, çok iyi ve çok önemliydi.

(Pazar gündeliğiniz hiç kesilmeyecek) dedi. (Cumartesi yarım gün çalışacak ve birbuçuk gün haftalık izin yapacaksınız. Kapalı pazarda ailenizin göremediğiniz gereksinimlerini cumartesi öğleden sonra göreceksiniz) dedi. (Sizin ve aile bireylerinizin hastalığında doktora dairenin araçları ile gideceksiniz) dedi. (Sıcak Çukurova’da sizin ve aileniz için, yeni yapılacak sulama havuzu yüzme havuzu biçminde yapılacaktır) dedi. (Yazın Burnaz’da, deniz kenarında sizlere barakalar yapacağım . İzinlerinizde deniz tatili yapacaksınız) dedi. (Tohumu çıkarılan kozalakları yakıt olarak sizlere dağıtacağım, hatır için sağa sola vermeyeceğim) dedi. Dedi de dedi. Daha bir sürü vaatlerde bulundu. Dilinden bal akıyordu. Cenneti anlatıyordu sanki.

“Toplantı bitti. Dağıldık işimizin başına. Bana sorarsan söylediği herşey güzeldi de inandırıcı değildi. Ama adam dediğini yaptı. Bunu hepimiz yaşadık ve gördük”.

Durmuş anlatılanları heyecanla dinledi ve Mustuk Koca’nın Müdürü’ne gitmeyi,  ondan iş istemeyi kafasına koydu. Bu konuda Mustuk Koca’dan da yardım istedi. O da işlerin yoğunlaştığı ve işçi gereksinimi olduğu zamanı kendisine bildireceğini ve ancak bu kadar yardımcı olabileceğini söyledi.

Dağlara kar düşmüştü, Orman Fidanlığı’nda kozalak toplama zamanı gelmişti. Mustuk Koca Durmuş’a bilgi verdi. Durmuş gitti, Müdür’le görüştü ve geçici işçi olarak işe alındı.

Durmuş kozalak toplama ekibine katıldı ve ekiple birlikte ilk iş olarak Amanoslar’da karaçam kozalağı toplamaya gitti.  Durmuş sincap gibi çamlara tırmanıyor kozalakları topluyor, zıplayıp aşağı iniyor ve bir ağaçtan öbürüne sincap gibi atlıyordu. İş aralarında kayalara tırmanıyor, dağları doya doya seyrediyordu. Çok duygulanıyor, çok hüzünleniyor ve çok da mutlu oluyordu.

Müdür onu işe alırken her çalışanına dediği gibi Durmuş’a da “Bu iş şirket işi, patron işi, devlet işi değil. Babamın , ailemin işi de değil. Bu iş benim işim diyecek ve öyle çalışacaksınız. Böylelikle hem işinizde verimli ve hem de  mutlu olursunuz ” demişti. Müdürünün bu öğüdü Durmuş’un kulağına küpe olmuştu. Çok kısa zamanda başındaki çavuşun, dairedeki mühendisin, fidanların üzerinden kuş uçsa haberi olan Müdürün gözbebeği olmuştu. Çok seviliyor ve güveniliyordu.

Bir gün her zamanki gibi işçilerden önce sahaya çıkan Müdür Durmuş’u yanına çağırdı. “Sana bir görev verceğim. Ben gittikten sonra odama gel” dedi. Durmuş çok heyecanlandı, çok meraklandı, Müdür’ü izledi. O odasına gidince kısa bir süre sonra kapısını çaldı, hafifçe açtı, Müdür kulağındaki telefonu yerine koyarken “Esat” dedi. Odadan koşarcasına çıktı. Hiç kimseye bir şey demeden kendini adeta arabaya attı ve gitti.

Durmuş çok meraklandı, çok şaşırdı. Birden bire yıllar önce Ceyhan’nın Mercimek Köyü’nde arkadaşı Öğretmen Mehmet’in vurulduğu gün geldi, o  günkü kendinin hâli geldi gözünün önüne. Toparlandı, tekerine atladı, Diş Hekimi Esat’ın muayenehanesine sürdü ivecenlikle. Diş Hekimi Esat Müdür’ün çok yakın arkadaşıydı. Sık sık birbirlerine gider gelirlerdi. Müdür’e ve Müdür’ün dairesine o kadar yakın davranırdı ki  Orman Fidanlığı’nın işçilerinden ve ailelerinden ücret bile almazdı.

Durmuş muayenehanenin önünde büyük bir kalabalıkla karşılaştı. Polisler, halktan insanlar yolları kapamışlar. Bağrışmalar, çağrışmalar, itişip kakışmalar, ortalık karma karışık. Kalabalıktan birisine sordu, Esat’ı vurmuşlar. Yüreği titredi. Müdürü’nü aradı gözleri. Polis çemberinin dışında bir ağacın altında gördü onu. Toprağa oturmuş ve  başı yere gömülürcesine öne  sarkmıştı. Karnına hançer sokulmuş gibi tostoparlak olmuş ağlayan adamdı.  Bu görüntü onun için yeni değildi. Ceyhan Bucağı’nda ağaların, patronların vurdurduğu, bir söğüt ağacına yaslanmış ve sol göğsünden kan sızan arkadaşı Öğretmen Mehmet’i gördüğünde kendisi de böyleydi, ağlayan adamdı. Babası ölüp tüm aile yetim kaldığında da Durmuş böyleydi, ağlayan adamdı. Ağıt çaresizliktir, ağıda duranlar çaresizdir. Kurşun Müdür’ü sıyırmış geçmiş arkadaşına değmişti. Kendisine de ne zaman değeceği belli değildi. Arkadaşı ölmüştü. Müdür de çaresizdi, ağlayan adamdı.

Bir kör döğüşü dönemiydi yaşanan. Solculara nefes aldırmıyorlardı. Çok geçmedi Müdür’ü tel emri ile Doğu’da olmayan bir göreve atadılar. Yerine partili birisi geldi. Ortalığı darmadağın etti. Durmuş ve bir çok işçi işten atıldı.

Ceyhan’da ağalar vurmuştu Durmuş’u, işinden olmuştu. O da Adana’ya kaçmış, sırtçılığa soyunmuş, sırtçılığa sığınmıştı. Böylece, hiç değilse ölümden kurtulmuştu. Sonra babası öldü erkenden. Aile yetim kaldı. Hiç de inanmazdı ama “Tanrı vurdu” demişti. “İnanamam, çünkü ben doğmadan önce Tanrıya ne günah işlemiş olabilirim ki Tanrı kaderimi peşinen kara yazmış olsun?” diyerek açıklardı düşüncesini. Şimdi de devlet vurdu. Devlet de vurmaz ya, devleti ele geçirenler vurdu. Ama devlet eliyle vurdu.  İşinden oldu. “Sonunda anladım patrona, devlete ve Tanrıya güven olmaz” dedi kendi kendine . Durmuş başa sardı, yeniden çıktı yola.

Osman Gökçe
16.12.2017

 

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress