Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

ELİM HİÇ ISINMAZ

24 Aralık 2017 0 comments Article Öyküler

ELİM HİÇ ISINMAZ

Yemişen değneğimi, yemişen çeliğimi yanıma aldım ve her zamanki oynadığımız yere gittim. Arkadaşlar da geldiler, toplandık, eşleşerek iki gruba ayrıldık ve başlamak için çöp (kura) çektik. Uzun çöpü ben çektim. Önce bizim grup başlayacaktı. İki yuvarlak taş getirdim. Bir ilâ bir buçuk karış ara ile yan yana koydum. Bizim gruptakiler bana “Sen başla” dediler.

Cebimden yemişen çeliği çıkardım ve iki ucunu iki taşın üzerine özenle köprü gibi koydum. Yemişen değneğimi okşarcasına sıvazlayarak sağ elime aldım. Bu çeliği ve bu değneği kuzu güderken Yapraklı Güne’den kesmiş, budaklarını temizlemiş, kabuklarını soymuş ve ahırdaki hezenin arasına saklayarak kurutmuştum. Çelik gibi sert ve sağlam olmuşlardı.

Yemişen ağacının gövdesi, dalı kızılımsı renkte ve güzel görünüşlüdür. Odunu çok sıkı, çok sert ve sağlamdır. Çelik oyununda hem çelen değneğin ve hem de çeliğin sağlam olması gerekir. Çelme sırasında değnekler de çelikler de çabuk kırılır. O gün yeni çeliği ve yeni değneği ilk kez kullancaktım. Çocuklar değneğe ve çeliğe baktılar. Elleriyle ve gözleriyle okşadılar, çok beğendiler. Gururlandım ve koltuklarım kabardı.

Havalı bir biçimde değneğin ucunu iki taşın arasındaki çeliğin altına soktum, çeliği boyum kadar yukarıya fırlattım ve bütün gücümle çeldim. Karşıda çeliği havada yakalamaya çalışan Memiş Mustafa hızlıca yere yattı ve başı kesilmiş tavuk gibi patırdamaya başladı. Önce bir şaşkınlık geçirdim, yerimde kalakaldım. Sonra diğer çocuklarla birlikte Mustafa’nın başına çokuştuk. Yüzü kan içindeydi. Çeldiğim çelik yüzüne çarpmıştı. Elimiz ayağımız dolaştı. En ekemiz Deggil Ali cebinden çıkardığı sümüklü yağlığı kanayan yere bastırdı ve diğer çocuklarla birlikte Mustafa’yı kolundan tutarak evlerine götürdü. Ben de değneğimi, çeliğimi gizlercesine kolumun altına kıstırarak ve kaçak bir suçlu gibi kimseye görünmemeye çalışarak eve geldim.

Evdekilere hiç bir şey söylemedim. Babamın nereye gittiği ve nereden geleceği bilinmezdi de abimin yeri belliydi, halakadaydı. Biraz sonra gelir diye düşündüm. Telâşımı, korkumu belli etmemeye çalışarak bir şeylerle uğraşır gibi yapıp onların gelişlerini beklemeye başladım. Anam sofraya çağırdı. Biz çocuklar çokuştuk malıta çorbasının başına, içtik. Aslında, korkumdan karnıma mı içtim, üstüme başıma mı içtim pek de bilemedim.

Önce abim geldi, çorbasını içti. Bir olağandışılık görmedim. Epeyce bir zaman sonra da babam geldi. Her zamanki oturduğu döşek serili köşeye geçti oturdu, evdeki büyükleri bazı konularda sorguladı. Arayan soran oldu mu, bahçe sulandı mı gibisinden sorular sordu. Anam kısa kısa bilgiler verdi. Yemeğini saygılıca önüne koydu, geri çekildi, o da sessizce yedi. Babamda da Mustafa’nın başına gelenle ilgili bir işaret görmedim.

Bizim evin bu olaydan bilgisi olmadığı anlaşıldı. Ortalık karardı, yatsı vakti yaklaştı ve biz çocuklar yorganlarımızın altına sokulduk. Aynı yatakta yattığımız kardeşlerim uyudular. Benimse iğne batmış gibi gözlerim yanıyor ve fakat bir türlü uyuyamıyordum. Korkum beni bırakmıyordu. Çok düş gören bir çocuk olmama karşın o gece düş görecek kadar bile uyuyamadım. Mustafa’nın yüzü gözümün önünden gitmiyordu. Olmadık çocukça kurgular içerisindeydim. Hep felaket senaryoları düşünüyordum. Babamın beni, anamı, abimi ölesiye dövmesi ya da hapse girmem gibi kötü şeyler geliyordu aklıma.

Sabahı diri tuttum. Babamın abdes alışını, camiye gidişini yatağın içinde duydum. Ev hareketlendi. Anam da kalktı. Ortalık şavklanınca ben de kalktım. Babamın sabah namazından dönüşünü gözlemeye başladım. Koca Koz’un altından dev gibi bir gövde abarayı eve doğru atladı. Gelişinden anladım olayı öğrendiğini ya da öyle sandım. Kaçacak delik aradım. Dizimin bağı özüldü, kaçamadım. Hışımla geldi. Mustafa’nın babası Memiş Emmi olanı biteni cami cemaatının önünde anlatmıştı belli ki. Bana “Gel buraya” dedi. Karşısına mum ışığında sallanan gölge gibi dikildim. Hayret elini kaldırmadı. “Bu son olsun, bir daha çelik oynamayacaksın. Eğer oynadığını görürsem cezayı çifte keserim” dedi.

Rahatlamış, yanından bir gölge sessizliği ile ayrılmış ve üç beş adım atmıştım ki tiz ve sert bir sesle “Nereye böyle? Kınıkkoz’a gideceksin, Ekiz Hacı’yı göreceksin. Vereceğim şeyi ona vereceksin. Ekiz Hacı evde yoksa eve gelişini bekle. Götürdüğün şeyi başkasına verme, kendisine ver. Götüreceğin şey Sisli Kır’ın parasıdır. Selam söyle, işi çıkmış kendisi gelemedi de” dedi. Arkasından ekledi “Sarı Katır’la git”.

Sonra anama döndü, ona adı ile seslenerek “O verdiğim çıkını beline bağla, düşürmesin. Ayrıca karnını da iyice doyur” diye buyurdu

Sisli Kır’ı yeni almıştık. Bir akşam üzeri getirmişti babam. Üzerinden çelik gibi yaylanarak yere atlayışı hâlâ gözümün önündedir. İlk ben koşmuştum ve atın boynuna sarılmıştım. Çok güzel bir attı. Şimdi onun parasını satın aldığımız kişiye ben götürecektim. Buna çok gururlandım, içten içe çok sevindim. Fakat Kınıkkoz çok uzaktı. Üstelik yol dağlardan geçiyordu. Kim kimsecikler de olmazdı o yollarda. Bunları düşününce içim ürperdi. Ama babamın böyle bir işi bana veriyor olması da beni yüreklendirdi, kendime güven duygusu verdi.

Anamın önüme koyduğu tek yumurtalı kayganasını bu duygular içinde yedim. Anam ayrıca cebime ceviz içi ve kuru üzüm doldurdu. İçin geçerse yersin diye bir de sulanmış ekmek verdi. Sonra sessizce, korku içinde ve mırıltı biçiminde dualar okuyarak beni yolcu etti.

X

Kınıkkoz’dan dönünce üzeri sıykıllaştırılmış yalp yalp yanan yemişen çeliği ve değneği alt katta, ahırdaki hezenin arasına saklamıştım. Aradan zaman geçti, güze girmiştik. O sıralar benim ortamektebe gidecek olmamla ilgili herkeste az çok bir telâş vardı. Babam dışındaki aile bireyleri beni askere gidecek evin delikanlısı gibi biraz farklı ve nazlı tutuyorlardı. Babamsa çok bir şey belli etmiyordu. Aslında ortamektep konusu çıktığından beri bana karşı davranışlarında bir değişiklik vardı. Ancak bunun ne olduğunu tam olarak adlandıramıyor ve nasıl olduğunu anlayamıyordum.

Çoktandır da çelik oynamıyordum ama içim içime de sığmıyordu. Üç beş gün sonra çekip gidecektim. Değnek ve çelik öylece kalacaktı. Gönlüme sinesi bir kerecik bile oynamamış olacaktım. Babam da sanki ilk günkü gibi katı görünmüyordu.

Birgün babam yine köy dışındaydı. Genellikle gittiği yerden geç dönerdi. Çeliği değneği hezenin arasından çıkardım, tozunu sildim. Arkadaşlarla buluştuk. Aradan geçen zamanda Mustafa ile de barışmıştık zaten. Alnında da küçük, önemsiz bir iz kalmıştı. Eşleştik, güya bir özür dileme ve onurlandırma gibi Mustafa’yı benim takıma aldım. Ona “Haydi sen başla” dedim. Oyun başladı. Başladı başlamasına da bir baktım ki karşıdan kardeşim Bekir bana doğru hızlıca geliyor. Genellikle bu tür gelişler çağrıldığım anlamını taşırdı. Bekir “Babam seni istiyor “dedi. Yüreğim yerinden oynadı, çok korktum. Ama toparlandım, aceleyle çeliği değneği Mustafa’ya emanet ettim. “Sende kalsın, sakla” dedim ve ayrıldım.

Bir çocukluk aşkım vardı. Ayağım evden pırtar pırtmaz onun evinin karşısındaki söğütlerin altına giderdim. Arkadaşlarımdan da gelenler olurdu. Oyun dışı zamanlarımızda oralarda eğleşirdik. Bütün nimet, Döndü dışarı çıkacaktı ve ben de uzaktan uzağa onu görecektim. Benim bu eğleşme yerimi babam da bilirdi. Bekir “Babam seni söğütlerin altında bekliyor” dedi. Yüreğimin bağı iki kere koptu. Babamın beni orada beklemesi ne anlama geliyordu? Döndü’nün babası babama bir şey demiş olabilir miydi? Acaba bir şikayet mi vardı? Kafam karıştı, heyecanım ve korkum katmerlendi.

Hızlı hızlı yürüdüm. Babamı uzaktan gördüm. Bir söğüde belini dayamış uzak bir yere bakar gibi bakıyordu. Yanına varınca yavaşladım, 3-4 adım uzağında durdum. Dalgındı. Bana baktı, gözlerini bilirim, gözleri yaşarmıştı sanki, çakmak çakmaktı. Hem ağlamış hem gülüyor gibiydi. Gel dedi uzattı elini ve elimi sıkıca tuttu. Kocaman elleri vardı. Elim elinin içinde sıcak bir yuvadaki kuş gibiydi. Yürümeye başladık köyün yukarısına ve dışına doğru. Köyün biraz üstünde bir ünlü pınarımız vardı. Kayaların dibinden çıkar, büngül büngül kaynardı. Suyu buz gibiydi. Oraya kadar yürüdük. Hiç bir şey demedi, sesini hiç çıkarmadı, elimi bırakmadı. Pınarın başına varınca bıraktı, çömeldi, avuç avuç su içti. Bana da avucu ile su içirdi. “Güzel değil mi” dedi. “Güzel” dedim yavaşça.

“Gel”dedi tekrar, tuttu elimi. Bu sefer de köyün alt ucuna kadar yürüdük. Yine konuşmuyor ve yalnızca karşılaştığımız köylülerimizle selâmlaşıyordu. Döndük, köyün orta yerine geldik. Camide akşam namazı okunuyordu. Hoca Allahü Ekber der demez durdu “Aziz Allahü Ekber Celli Celâlühü” dedi biraz yüksek sesle. Ne anlama geldiğini bilmiyorum. O hep böyle derdi her ezan okunduğunda. Sonra dudakları kımıldadı, sustu. Elim elinde terlemişti. Elimi yavaşça bıraktı, saçımı okşadı. “Ée haydi eve git” dedi, “Namazı kılıp geleceğim”.

Ertesi günü gölükler hazırlandı. Birer ata bindik, babam beni ortaokula götürdü. O zaman farkedememiştim. O ayrılık bir başlangıçmış meğer. Ondan sonra tüm hayatım ayrılık oldu ve tüm dünyama biri diğerini aratan ayrılık öyküleri doldu.

X

O değneği, o çeliği hiç istemedim, hiç almadım Mustafa’dan. O da getirip vermedi. Verseydi de almazdım herhalde. Arkadaşlığımız uzun yıllar devam etti. Tatillerde köye gittiğimde birlikte yine çelik oynadığımız da olurdu. Söğütlerin altında, Karakaya’da, Deliklitaş’da, Balamın Pınarı’nda gezinir, türküler çağırır, sobetler eder, Karnıyarık’tan gelen Esendere’nin buz gibi suyunda çimer, eğlenirdik.

Yıllar geçti, okullar bitti, askerlik yapıldı, köyümden uzakta çalışmaya başladım, evlendim, çocuklarım oldu. Bir pazar günü, benim ortaokula başlama yaşındaki oğlumu da yanıma alarak sıkça yaptığım gibi ormanlara çıktım. Alışılmışın dışında o gün biraz dalgındım ve az konuşuyordum. Oğluma bir şey demiyordum ama aklım, fikrim Adana’daydı. Ağır ağır yürürken pırrr diye bir keklik uçtu bir çalının altından. O yana döndüm, baktım bir yemişen ağacıydı. Uzandım, uzunca bir dal kopardım. Dalı elimde evirdim, çevirdim daha da dalgınlaştım, baktığım yeri göremez oldum. Başka bir yeri görüyordum. Mustafanın sesi geldi kulağıma.

Oğlum uykudan uyandırır gibi uyandırdı beni daldığım dünyadan. “Bu yaz dedemgile gidelim mi baba” dedi. “Şimdi nereden çıktı bu laf” demedim. “Olur” dedim ve hüzünlü bir tebessümle saçlarını okşadım. Oğlum da biliyordu, köy lafı her zaman hoşuma giderdi. Köy deyince akan sular durulur, ufuk aydınlanır, yüzüm gülerdi. Aslında o da severdi köye gitmeyi. Ama şimdi, çocuk başı ile de olsa sıkıntılı hâlimi görünce beni memnun etmek istediğini düşündüm kendi kendime. Onunla içten içe gururlandım.

Akşam eve döndüğümde eşim “Seni bir köylün aradı “dedi. Adını söyledi. Mustafa’nın abisiydi. İşçi olarak çalışmak için geldiği bu kente yerleşmişti. Uç mahallelerden birinde oturuyordu. Yemekten sonra oraya gittim. Abisi karşıladı beni. Evin önü kalabalıktı. Köyden haber gelmiş, Mustafa’nın öldüğünü bildirmişler, komşular da yas evinde toplanmışlardı. Karmakarışık oldum.

Abisi biraz sonra yanımdan ayrıldı, içeri girdi ve elinde bir değnekle çıktı. “Geçenlerde Mustafa buraya gelmişti. Seni aradık. Araziye çıkmışsın, bulamadık. Bu değneği bıraktı. Emanetinmiş. Sana, köyden bundan daha değerli bir hediye getiremiyeceğini söylemişti. Onu sana böyle bir günde vereceğimi kim bilebilirdi?” dedi ve emaneti yaşlı gözlerle Musaf verir gibi elime uzattı. Ben de Musaf alır gibi aldım, okşadım ve birlikte ağladık.

Çoğunluğunu bu kente yerleşmiş olan köylülerimin oluşturduğu kalabalığın içinden hemen ayrılamadım. Eve geldiğimde vakit epeyce ilerlemiş ve herkes uyumuştu. Yatağa giremedim, bahçeye çıktım ve karanlığa sığındım. Neden sonra uyuyabilir miyim diye eve girerken telefon çaldı. “Adana” dediler, ip koptu. Bütün vücudum titredi. Ellerim buz kesildi. Kardeşim “Abi” dedi, arkasını getiremedi. Anladım, eşimle karanlıkta düştük yola. Oğlum uyuyordu, dedesine götüremedim. Ertesi günü dedesini oğluma getirdim ve hep birlikte köyün yolunu tuttuk. Onu kendi babasının yani dedemin yanına gömdük. Babam babasına kavuşmuştu ama benim elimden tutanım gitmişti, elim üşüyordu. Aradan yıllar geçti, elim hiç ısınmaz.

Osman Gökçe
bilim.ege@gmail.com
Bornova, Şubat 2014.

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress