Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

İKİ YAŞAR

17 Nisan 2018 2 comments Article Öyküler

İKİ YAŞAR

Meşeli Güne derlerdi oraya. Koca bir dağın göğsüne yaslanmış geniş ve dik bir yamaçtı. Meşe tırıkları ile yani hayvanlara kışın yedirmek için kesilip budana budana öksüz oğlanlar gibi körezleşmiş, çalılaşmış meşelerle örtülüydü. Sağından solundan küçük, kabuğu sert ve içi zor çıkartılır çıtırık cevizler gibi çıtırık ve çağlayanlı dereler akardı. Yamacın orta bir yerinde yamaca asılı gibi duran iki ev vardı, iki kardeşin evi. Kardeşlerin küçüğü Çet Ahmet kısa boylu, pamuk gibi yumuşak huylu, kendi hâlinde ve büyüğü Kurt Abdullah’ın gölgesinde boynu bükük, sessiz, gönül kırmaz bir adamdı. Ama Kurt Abdullah çıtırık cevizden, çıtırık derelerden de çıtırık bir adamdı. Kurt Abdullah köyün en kurduydu. Dereye sıçmaya gitse omuzunda martinle giderdi. Belinden fişekliği, dalından tüfeği eksik olmazdı. Parmağı her an tetiğe gidecek gibi izlenim verirdi. Çivi gibi sert yapılıydı ve çivi gibi dimdik durur, dimdik yürürdü.

Meşeli Güne’de Kurt Abdullah’tan izin çıkmazsa keklik bile uçamazdı. Dağın yamacı Kurt Abdullah’ın tapulu malı gibiydi. Bu yamaçta yalnızca bu iki kardeşin hayvanları otlayabilirdi. Ama Güdüş Yaşar kaçamak yapıyordu. Güdüş Yaşar cor çobanıydı. Üç beş koyun ve bir kaç keçisi olan ailelerin ortaklaşa tuttukları bir çoban çocuktu. Bizim oralarda böyle az sayıdaki hayvanların toplanarak oluşturdukları sürüye cor denirdi. Yaşar cor çobanıydı.

Güdüşler oldum olası güdüş yani güdük kalmışlardı. Her şeyin bedelini ödemişlerdi, her şeyin bedelini ödetmişti yaşam onlara. Cahilliğin, yoksulluğun, arkasızlığın ve daha bin bir türlü yoksunluğun çilesini çekmişler, altında ezilmişlerdi. Bu nedenle olmalıdır ki ailenin büyükleri soyadı alınırken kendilerine Güdüş Soyadını uygun görmüşlerdi. Gerçekten de onlar her şeyin bedelini ödemişlerdi. Tanrı dahil kimsenin onlara bir şey sormaya, onlardan bir şey istemeye hakkı yoktu.

Güdüşler, biri ölmüş iki kardeşin iki ailesiydiler, ikisi de yoksul. Babaları ölen Güdüşlerin büyük oğlanı Güdüş Ali ağır başlı, kendi işinde gücünde, sessiz, saygılı bir delikanlıydı. Düğüne derneğe gitmezdi, iyiye kötüye, şere şora karışmazdı. Ailenin tarlası tabanı yoktu, Ali onun bunun işine giderdi. Yaşlı ana ve kız çocuklar evdeki üç beş koyun ve keçiye bakarlardı. Küçük erkek çocuk da çoban Yaşar idi, cor güderdi, cor çobanıydı. Günü gelmiş, büyük oğlan Ali, bizim oranın anlatımıyla ötmeye başlamıştı, çiçeklenmişti. Komşu kızlardan birisine gönül düşürmüştü. Çalışmada kaçamak yapıyordu. İşe bir gidiyor, bir gitmiyordu. Bu yüzden dul anasını üzüyordu. Dul kadın Durdu Bacı konu komşuya yakınırmış. “Kele komşular şu oğlanın ettiği işe bakın. Benim gözüm inek ile danada, Ali’nin gözü Döndü ile Döne’de” dermiş. Zavallıcık kış yaz çocuklara bir ağartı (süt ve süt ürünlerinin ortak adı) olsun diye bir inek hayali güder dururmuş. Koyun ve keçinin kışın sütü olmaz. Ama inek besleyenlerin kışları da sütü olabilir. Çorun çocuğun ekmeklerini ıslatacak bir kaşık ayranları bulunur hiç değilse. Çocukların karnını doyurmak kolay değil ki.

Küçük oğlan Yaşar’ın işi de kolay değil. Cor sürüsünü gütmesi zordur. Sürü bircinsten olmadığı için darı unu gibi birbirini tutmaz ve dağılır dururdu. Keçiler bir yana, koyunlar bir yana çekerdi başını. Kuzular bir yana, oğlaklar bir yana, tekeler ve koçlar başka yanlara giderdi. Cor çobanları dağılan sürüyü toplamak için sabahtan akşama kadar sağa sola koşar ve çok yorulurlardı. Çoban çocuk Yaşar da çok yorulurdu. Sürüsünün Meşeli Güne’ye dağılması ve orada yayılması Yaşar’ın isteği değildi aslında. Cor dağınık olur, dağınık otlardı. Çocuk çoban küçük Yaşar sürüyü toplamaktan usanırdı. Yorulur ve bazen ipin ucunu bırakırdı.

İşte Yaşar’ın böyle ipin ucunu bıraktığı bir günde Kurt Abdullah çok öfkelendi. Tüfek omuzunda tırmandı yamaca ve Yaşar’ı sırtından tutup silkeledi. “Ulan Yaşar vızzıt gelir vızzıt geçersin. Senin dininin çiçeğini s…m şimdi” dedi. Dediği söz boğazına düğümlendi. Elinde Yaşar’ın yamalı işliğinin bir parçası kaldı. İçte gömlek bile yoktu. Yaşar bir nokta kadar küçülmüştü korkudan ve şalvarına kaçırmıştı. Kurt Abdullah bunu farketti. Çocukluğunu, çocuklukta başından geçen benzer bir olayı anımsadı. İçine ateş düştü. “Yaşaaaar” diye bağırdı dağlara dönerek ve martinin dipçiğini şiddetle yere vurarak. Yaşlar boşandı gözünden, öküz gibi böğürerek ağladı. Yaşar’ı elinden sürüklercesine çekerek kendi evine doğru yöneldi. Bir taraftan da Esme, Senem, Bağdat diye bağırıyordu kızlarına ve eşine. Yaşar’ı içeri soktu. “Karaca’nın donunu getirin” dedi. Yaşar’ın sidikli şalvarını kendi eliyle çıkardı. Karaca’nın donunu Yaşar’a giydirdi. Yaşar’ı ocağın başına oturttu. İki kızına ve eşine emirler yağdırıyordu. “Sırtına gömlek verin, önüne çorba koyun, ocağa odun atın” diyordu.

Kurt Abdullah’ın ailesi düzgün bir aileydi. Başta Bulanık kazası ünlü Ayanı Ağca Bey sülâlesinden gelme köyümüzdeki Ağcalar Ailesinin bir kızı olan Bağdat Ana sanki herkesin anasıydı. Evlerinin yakınlarından geçen herkese bir tas ayran verir, çardağa oturtur dinlendirir, büyük küçük herkesi güler yüzle karşılar, sevecen davranır ve mutlu ederdi. Sert davranışlı Kurt Abdullah’ın kuzu yüzlü, güler yüzlü yumuşak yanıydı.

Ailenin iki kızı vardı Senem ve Esme adında, ikisi de birbirinden güzeldi. Püren gibi yanaklarından sarkan sarı saçları, baktığı yere ışıl ışıl ışıldayarak okşar gibi tebessümle bakan sarı ela gözleri, söğüt dalı gibi ince ve esnek bedenleri, su sesi gibi sesleri ve en önemlisi de herkesin saygısını uyandıran nezaketli, ağırbaşlı ve ciddi davranışları ile çevrenin takdirini kazanmışlardı.

Tek oğlan Karaca ise kimsenin gönlünü kırmamıştı. Kendisinden yaşlı hiç kimseye emmi, dayı, demeden konuşmazdı. Her zaman herkese sempatik gelen güler gibi görünür bir yüzü vardı. Ceylan yüzlüydü, karaca gözlüydü. Doğrusu kızların dönüp dönüp baktığı yakışıklı bir delikanlıydı.

Bu aile o gün Yaşar’ı adeta kucaklarına aldılar, avuttular, üstünü başını doğrulttular, karnını doyurdular, dağarcığına epeyce de azık koyarak sürüsünün başına yolladılar. Sürüsünü Meşeli Güne’ye getirmesi ile ilgili en küçük bir söz söylemediler. Geldiydin, gittiydin ya da gelme, gitme gibi bir şey söylemediler. Arkasını sıvazlayarak sürüsünün peşine gönderdiler.

Aradan yıllar geçti. Zaman kimseye “Bekliyorum, gel” demiyor. Kimseye sormadan, kimseyi beklemeden kendi başına yürüyüp gidiyor. Zaman onu beklemiyordu ama Yaşar’ın abisi Güdüş Ali zamanı bekliyordu. Gönül düşürdüğü kızın ailesinin gönlünün olmasını, sevdiği kızla evlenmelerine izin verilmesini gözünü kırpmadan bekliyordu. Bir sabah tellal bağırır gibi köyün içine haber yayıldı. Sevdiği kız başkasına verilmişti. Güdüş Ali’nin gözü işte o zaman kapandı. Şapkasının siperliğini gözünün üstüne düşürdü. Bir daha da hiç kaldırmadı. Düşmemek için yürüyeceği kadar yolu görüyordu yalnızca. Utanıyor muydu, yas mı tutuyordu, “Ben bu dünyaya küskünüm” mü demek istiyordu bilemem.

Ama bildiğim bir şey vardı. Güdüş Ali’nin sevip de alamadığı kızın ailesi Güdüşlerin bilinen yoksulluğunu çok büyütmüşler, çok yaymışlar ve bütün köye malamat etmişlerdi. Dillerde bir dörtlük dolaşıyordu. Kızın anası diyesi ki “Yağmur yağar, gün değer-Şavkına bak şavkına-Güdüş bizden kız istemiş-Börküne bak börküne”.

Diğerlerini bilemem ama Güdüş Ali böylesine bir aşağılanmadan dolayı çok incinmiş olabilirdi. Ne yapsın? Yoksul bir ailede yoksul bir çocuk olarak dünyaya gelmiş. Baba erkenden ölmüş. Tarla yok taban yok. Çalışacak iş yok. Dağdan eşek yükü ile iki dal odun çekmek, keven söküp getirmek, başkalarının tarlasını sulamak, bel bellemek, çapa yapmakla varsıl da olunmuyor ki. Belki kendi kendine “Haddini bil, hakkına razı ol” demiş, yarışı terketmiş ve gözünü de kendince bildiği kötülüklere, zalimliklere kapamıştı. Anasının dediğine dönmüştü. Gözünü Döndü’ye Döne’ye değil de ineğe ve danaya çevirmişti. Ama nafile. İneğe danaya sahip olmak da öyle kolay iş değildi.

Güdüş Ali gözünü yumup, kayadan su çıkarma örneği işlerle ailesini geçindirmeye çalışırken küçük kardeş Güdüş Yaşar da büyümüş, bedeni güçlenmiş ve çobanlık dışında da iş yapar duruma gelmişti. O yaz muhtarlık ona su bekçiliği görevini vermişti.

Köyün suyu boldu ama arazisi de çoktu. Su paylaşım kavgaları oluyordu sık sık. Köy içi ve köy aşırı çatışmalar yaşanıyordu. Çünkü köyün suyu ile, köyün içindeki geniş ve çok sayıdaki bahçe ve avarlıklar sulanıyor; köyün oldukça geniş olan kendi arazileri sulanıyor; daha aşağılardaki bir Çeçen, bir Çerkes, bir Tecirli ve Cerit karışığı ve bir de başka bir Tecirli köyünün arazileri sulanıyordu. Her yıl yeni çıkarılan arklarla sulama alanları büyütülüyor, pazara dönük sulu ürün üretimleri de çeşitleniyor ve çoğalıyordu. Dolayısıyla köyün su yönetimi küçük çapta karışık bir devlet yönetimi gibi sorunsallaşmıştı.

Çiftçiler de gün geçtikçe artan yeni yaşam gereksinmeleri karşısında karşılaştıkları yetersizliklerden dolayı her gün biraz daha çok bunalıyor, dara düşüyor, huysuzlaşıyor ve katılaşıyorlardı. Onlar da evlerinde bir radyo, bir TV, bir sandalye olsun istiyorlardı. Çocuklarını okutmak istiyorlardı. Ama delik büyüyor yama aynı oranda büyümüyordu. Çarpım çizelgesini ezberleyince kendini matematik uzmanı sanan ve “Daha çok çalışmalısınız” diye akıl veren bir yetkiliye iktidar partisinin katıksız savunucusu Koco Yusuf “Çok çalışıyoruz, bildiğiniz gibi değil işler. Geçmiş yıllardan daha az üretmiyor, daha da çok üretiyoruz. Ama hesap çok açık. Satın aldıklarımın fiyatı iki kat artıyor, üç kat artıyor. Sattıklarımın fiyatı yarım kat artıyor, bir kat artıyor. İpimiz çekiliyor” demişti bir gün. Köyün orta yerinde hava atan görevli de verecek yanıtı bulamayınca kuyruğunu kıstırıp kaçmıştı.

İşte Güdüş Yaşar böyle sorunlu ve gergin bir ortamda su bekçisi olarak görevlendirilmişti. Meşeli Güne’den, dağların derdinden kurtulayım derken bin beterine uğramıştı. Gecesi yok, gündüzü yok. Küreğini kapan arkların başında toplanıyor. Her biri bir yerden parçalıyor arkları ve kendi tarlasına yıkıyor suyu. Anlat anlatabilirsen, dinlet dinletebilirsen. O sıralarda da temel ekiliş pakla yani fasulye idi. Köyün çok ünlü dermason fasulyesi idi. Ama fasulye dediğin de bebe gibidir. Susuzluğa dayanamaz, çabuk solar. Haftada bir su ister. Sulama bir gün değil bir saat gecikse bitki boynunu büker ve sonra toparlanamaz, tanelerin içi dolmaz, aç kalır, kavuz kalır. Yaşar kime ne diyecek? Aşağı koş, yukarı koş anası dini ağlıyordu.

Bir gece yatsı geçgini saatte, Kol Tarla’da Eğri Ark’ın başında, üçbeş çiftçi su bölüşümü tartışmasındaydı. Aşağıdan yukarı bir kişi geldi omuzunda mavzerle. Oradakilere aldırmadan yıkağın başına gitti ve suyu kendi tarlasına çevirmeye başladı. Su başında birbirleriyle tartışan insanlardan biri “Abdullah Emmi şimdi kavga çıkar. Yaşar dolanıp duruyor. Ona haber vermeden savağı değiştirmesen iyi olur” dedi. Abdullah Emmi söz kendisine söylenmiyormuş gibi aldırmadı. Suyu kendi tarlasına çevirdi, doğruldu ve oradakilere “Sakın ellemeyin. Yaşar gelince de ona suyu benim değiştirdiğimi söyleyin” dedi. Neredeyse son sözü ağzında kaldı. Adamlardan birisi “Abdullah Emmi bak geliyor” dedi. Gelen karaltı oradakilere yaklaştı ve suyun başındaki adama yöneldi, elindeki tabancayı büyük bir soğukkanlılıkla savak başındaki adama doğru uzattı. Kurt Abdullah “Yaşar benim” dedi demedi, söz ağzından çıktı çıkmadı, tabanca patladı. Kürt Abdullah yıllar önce Meşeli Güne’deki gibi bir daha bağırdı, “Yaşaaar” dedi hırıltılı bir sesle. Sırtüstü düştü. Köyün köpekleri hep birden havladılar. Bağırtı, çığırtı ve elde fenerlerle koşuşturmalar başladı, karanlık canlandı. Köy Kol Tarla’ya aktı paldır küldür. Esme babasını kucağına aldı. “Seni bırakmam kimseye” diye ağıt yaktı . Senem “Oy babam ayakların üşümüş” diyerek babasının ayaklarını avuçlarına aldı, okşadı, eğildi öptü. Bağdat kadın oturduğu yerde kaldı. Ayağa kalkamadı. Karaca silaha sarıldı, büyükler “Dur” dediler.

Meşeli Güne’de Kurt Abdullah’sız kalan Kurt Abdullah’ın evi günlerce, aylarca gelip gidenlerle doldu taştı. Evin kapısından, bacasından, penceresinden günlerce, aylarca ağıtlar, çığlıklar yükseldi. Dağlar, taşlar, dereler, tepeler ve tüm gökyüzü yas tuttu. Günler geçtikçe gözyaşları kurudu. Gelen giden azaldı. Kurt Abdullah’ın evi ağır ve sessiz bir hüzne gömüldü.

Karaca günden güne kaynıyordu, içi içine sığmıyordu. Yaşlılar “Dur” diyordu ama “Ne duruyon” diyenler çoğunluktaydı. Emmisi Çet Ahmet boynunu büküyor ve “Karaca’m ben babanın yerini dolduramam. Bu görev artık senin. Ellerin dediklerine bakma, kinine değil evine sahip çık” diyordu. Ama Karaca’nın eli ayağı işe varmıyordu. Babasının martinini yağlayıp duruyordu.

Bağdat Ana oturaklı kadındı, öngörülü ve sezgili kadındı. Gidişi anladı. Önce iki kızını bir uca çekip bu gidişle işin nereye varacağını onlara anlattı. Onlar her zamanki gibi analarının her dediğine “Haklısın” dediler, “Sen bilirsin” dediler. İki bacı bir ana sözbirliği ettiler. Ama Esme’in babasından sonra bağrına bir ateş daha düştü. Kendi gidecek Gongul Omar köyde kalacaktı. Ama sesini çıkarmadı. Bir köşeye çekildi “ Kal Gongul kal” dedi. “İki yas tutarım birisi babam-Birisi de sen ol Gongul Omar’ım-Başka yas istemem derdim tastamam-Bendeki Gongul kal Gongul Omar’ım” diye gümrendi, ezgili ağıt söyledi. Ayağa kalktı “Ateşim beni yaksın, Karaca kardeşim yanmasın” dedi kendi kendine. İçeri girdi. Karaca’yı çağırdılar, aralarına aldılar. Bağdat Ana “Bak Karaca” diye söze başladı ve arkasını getirdi :

“Buradan gideceğiz Karaca. Biz üç kadın, yerine göre bir erkek etmeyiz. Kurt Abdullah’ın soyunu sürdüremeyiz. Ama Kurt Abdullah’ın soyunun kurumasına da göz yumamayız.. Onu sen yaşatacaksın, sen sürdüreceksin. Üçümüz el ele verdik ve seni ortamıza aldık. Seni hiç bir şeye hiç bir kimseye bırakmayız. Ellerin sözüne bakma. Vururum der vurulursun. Vurursan dama düşersin, vurulursan kara toprağa. Bunun ne birine ne de diğerine katlanamayız, dayanamayız. Biliyorsun baban Tecirli Aşireti’ndendi. Tecirli’nin kökü Çukurova’da Osmaniye’dir. Her sene babanın bazı yakınları bize yaylaya gelirlerdi. Onlar emmilerindir, emmoğlularındır. Yine biliyorsun ben de Bulanık Aşireti’ndedim. Bulanık Aşireti’nden Ağca Bey’in soyundanım. Babam Ağca Bey’i destan gibi anlatırdı, yere göğe sığdıramazdı. Çok ünlü ve çok büyük bir bir beymiş. Bulanık’ın ayanıymış. Bulanık Aşireti’nin kökü de Çukurova’da şimdiki Bahçe ilçesindedir. Buraya, yaylaya bizi görmeye bazı yazlar gelen olurdu. Onlar senin dayıların ve dayı uşaklarındır”. Bir an duraksadı Bağdat Ana, göğüs geçirdi. Bendi patlayacak baraj gibiydi, coşkun bir sel gibiydi. Dayandı ve toparlandı. “Kökümüze gideceğiz. Emmilerine, dayılarına gideceğiz”.

Masum yüzlü Karaca “Anaa” dedi. Dört kişi bir kişi oldular, top oldular, tek vücuttan çıkar gibi çığlık attılar hep birden, ağladılar. Damın direklerini, direkte asılı duran martini ağlattılar.

Ailenin kararını Bağdat Ana anlattı kaynı Çet Ahmet’e. Çet Ahmet elinde büyüdüğü Bağdat Ana’ya o güne dek hiç karşı koymamıştı. O ne derse o olurdu. Yine karşı koymadı. Başını öne eğdi “Sen bilirsin” dedi usulca. Bir kurşun daha değdi yüreğine. Bağdat Ana söyleyeceğini ağzı, dili alev içinde yanarak kısaca söyledi ve ayrıldı gitti. Çet Ahmet olduğu yere oturdu. Elinde bir çöple toprağa karıştırmaya başladı. “Toprağım eyvah, yetim toprağım, öksüz toprağım” dedi. Orada öylece yumruk gibi büzüldü, küçüldü ve saatlerce yerinden kalkamadı.

Güz göcekleri güvermişti. Yeşil halı örtülmüştü köyün tüm tarlalarına. Güneş kayaların arkasından burnunu çıkardı. Çiğli göcekler ışıl ışıl ışıldadı. Göcek yeşili ve güneş ışını karışımı yeni bir yeşil yazıldı renk ıskalasına. İki kız bir ana o gün çardağa oturdular, öğleye kadar içeri giremediler. Birbirleriyle hiç konuşmadılar. Tarlalara baktılar, dağlara baktılar. Kızlar ve anaları ayrı ayrı babalarıyla konuştular içten içe. Öğleye doğru karşı dağdan bir top bulut çıktı, arkalarındaki en yüce dağın başına geldi durdu, kayaları örttü. Kış yüzünü göstermişti. Ertesi gün hava daha da soğudu. Yüce dağın başındaki sis yamaçlardan, derelerden aşağılara doğru iniyordu. Ağaçlar, kayalar görünmez oluyordu.

Emmileri Çet Ahmet sabah erkenden eski bir minibüs getirdi. Abisinin ailesi ile kendi de Osmaniye’ye gidecek ve onları yerleştirecekti. Evin önüne kadar yol yoktu. Konu komşu ve üç çocuk hazırlanan kırık sırık üç beş parça eşyayı sırtlarında taşıdılar minibüse. Arka koltukların altına üstüne yerleştirdiler. Sonra üç çocuk ve bir ana ellerinin ve gözlerinin değdiği her şeye veda ettiler. Her adımda geride kalan her şeye dönüp dönüp baktılar. Onlar minibüse binerken Çet Ahmet başını öne eğdi ve sesi ancak kendi yakasına değecek bir tonla “Karanlığa atlıyorlar. Karanlıktan korkarım” dedi. Sonra kendi de bindi ve minibüs hareket etti.

Mezarlık köyün çıkışındaydı. Bağdat Ana “Çet, kabristanda durun” dedi. Durdular. Hepsi birlikte daha toprağı kurumamış Kurt Abdullah’ın mezarı başına vardılar. Eller açıldı, dualar edildi, gözyaşları aktı. Sonra yine arkalarına bakarak minibüse geldiler. Bağdat Ana önde bir adımını minibüsün basamağına attı, öbür bacağı titredi, başını aniden geri dönderdi mezarlığa doğru. “Bağdaaat gitme” diye sanal bir ses duydu. Sanki Kurt Abdullah “Bağdat beni bırakıp nereye gidiyorsun” diye sesleniyordu Bağdat’ına. Oracığa yığıldı. Kucaklayıp içeri aldılar. Çocuklarının dizlerine yatırdılar. Kızlar analarının saçlarını, ellerini, yüzünü okşuyordu. Karaca eğilmiş ayaklarını öpüyordu. Çet Ahmet “Çabuk sür, yetiştir doktora” dedi şoföre. Acılı ve ağrılı minibüs telaşla harıldadı, avcı kurşunu yemiş tavşan gibi paldır küldür gedikten aştı, bir bilinmeze giden yolcularıyla.

Yaşar da daha önce gitmişti o bilinmeze. O yıl su bekçisi iki kişi ve ikisinin adı da Yaşar’dı. Kurt Abdullah karanlıkta gelen bekçiyi Güdüş Yaşar sandı. Onun için “Yaşar benim” dedi. Oysa gelen ve tetiği çeken öbür Yaşar’dı. Güdüş Yaşar cenazeye bile gelemedi. Su bekçiliğini bıraktı. “Bir daha o ailenin yüzüne bakamam. Ben vurmuşum gibi suçlu sayıyorum kendimi. Burada yaşamak bana haram oldu ” diyerek yüzünü , gözünü yoldu, başını, göğsünü yumrukladı. Terketti, yarı aç yarı tok yaşamaya çalıştığı köyünü. Çukurova’ya gitti. Bir daha da Güdüş Yaşar’dan kimse haber alamadı.

Osman Gökçe
Bornova, 17.04.2018

2 comments

  • Nasıf Yalçın 24 Ocak 2021 at 21:19 Yanıtla

    Süperrrr. Osman bey ellerinize sağlık. Köy çocuğuyum .İçim yandı. Kendimi olayların içinde buldum. Osmaniye ,Düziçili 35 yıllık bir emekli öğretmenim. Leyla şiiriyle okumaya başladım. Tüm bloğunuzu okuyacağım. Üretmeye devam. .Karşınızda saygıyla eğiliyorum. Selamlar.

    • O.Gökçe 25 Mart 2021 at 12:14 Yanıtla

      İletinizi geç gördüm. İlginize teşekkür ederim. bilim.egeqgmail.com adresine yazarsanız daha çabuk görürüm. Selamlar

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress