Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

ULAM ULAM GİDER ELİN TECİRLİ

14 Haziran 2010 0 comments Article Ericek

 

Osman Gökçe

Hiç de çirkin değildi. Ama ona Çirkin Halil derlerdi. Kardeşi kör olmayan Kör Omar gibi, Kara Osman gibi, babaları Ali Çavuş gibi oldukça da yakışıklı bir adamdı. Genç kızlığında adına türküler yakılan ve Ağamın melek yüzlü Melek bibisi olan analarının güzelliği ise dillere destandı. Benim yetiştiğim zaman, halkalanmış siyah zülüfleri iki beyaz yanağına dökülen bir Tecirli güzeli, bir Tecirli geliniydi. Güzelliğini tanımlamak için “Kara üzüm bile yutsa, boğazından geçerken görünür” derlerdi.

Babamın bibisi olduğu için benim de bibi dediğim Melek bibimle  Kör Omar Ali’nin yani Ali Çavuş’un gönülleri birbirine düşmüş. Ancak dedem Hacı Resul bacısını Ali Çavuş’a laik görmemiş ve evlenmelerine karşı çıkmış. Onlar da kaçmışlar. Dedemin ölünceye kadar Melek bibime gönlü doğrulmamış. Bu olay olduğu zaman daha çocuk yaşta olan Ağam ise büyüyünce kin gütmemiş, bibisine sahip çıkmış, yeğenlerine sahip çıkmış. Onlar üzerinde koruyuculuğa ve sevgiye dayanan hatırı sayılır bir otorite kurmuş.   

Babam, Melek bibimgillere karşı biz çocuklarını da kendisi gibi eğitmişti. İlişkilerimiz iyiydi. Sık sık gider delirdik. Dışardaki okullu günlerimde köye her geldiğimde Melek bibime giderdim, elini öperdim. Yaşlanmıştı, beni görür görmez ağlardı, göz yaşlarını tutamazdı. Kim bilir neleri anımsıyordu, bu göz yaşlarının gerisinde neler vardı, neler bırakmıştı arkada artık elini uzatıp tutamayacağı?

Ben öyle bilirim, öyle gözledim, öyle söylerim. Göz yaşlarının arkasında daima çaresizlik vardır. Ağıtlar da öyle. Ağıtlar çaresizliğin türküsüdür. Melek bibimin göz yaşları da onun sözsüz ağıtlarıydı. Biri Esendere Bucağı’nda öldürülen Çakal Halil olmak üzere ölen üç kardeşinin adını üç oğluna vermişti. En büyük oğlu Çirkin Halil kardeşi Çakal Halil’in adı idi.

Başında şapkası yana yıkık, golf pantolonlu çirkin olmayan Çirkin Halil asık suratlı, tok sözlü, az konuşan, konuştuğunda yüksek sesle konuşan, diğerlerine mesafeli bir adamdı.

Afşin Ortaokulu’ndaydım. Bir güz günüydü, izne geldim, Melek bibime gittim, elini öptüm. O yine ağladı. Çakal Halil anasına kızdı. “Kimi vuruldu, kimi eceliyle öldü. Dayılarım artık geri gelmez. Kalana sahip olmak gerekir. Ağlayacağına üzerine toz konduramadığın Omar dayıma laf anlat. Düşmanlarla oturup kalkmasın. Tecirli’nin Kıraçlar’dan dostu olmaz. Korkuyorum başına bir iş gelecek” gibisinden laflar etti.

Donup kalmadım ama epeyce şaşırdım. Tecirli ve Kıraçlar sözcüklerini hava ve su sözcüklerini öğrenir gibi öğrenmiştim. Köydeki bir kısım ailelere Tecirli ve diğer bir kısım ailelere de Kıraçlar deniyordu. Daha önce de yazdığım gibi, biz çocuklar gruplaşırken, taşlaşırken Tecirli ve Kıraçlar diye değil, Aşağı Oba Çocukları ve Yukarı Oba Çocukları diye gruplaşıyor ve taşlaşıyorduk. Elbette, köydeki çeşitli aileler ya da aile grupları arasında bir takım gerginliklerin olduğunu biliyordum. Ama Tecirli’lerle Kıraçlar arasında böylesine toptancı bir husumet olabileceğini o güne kadar belki de hiç anlamamıştım. Bana göre Ağam da asla yanlış iş yapmazdı. Şimdi neyi yanlış yapıyordu da Çirkin Halil Onun hayatından endişe duyuyordu?

Sohbet ilerledikçe durumu öğrendim. Birbirine benzer bir çok gerekçe saydı döktü Çirkin Halil. Bunlardan bir tanesi de Ağam’ın Kıraçlar’dan Karo İmmet’in abisi Haco Mehmet’i muhtar yapmış olması yani muhtar seçiminde yakınları üzerindeki ağırlığını o yönde kullanmış olması idi. Bu çok yanlış bir işmiş. Tecirli’lerden Piri Durdu’yu vuran Kıraçlar sülalesinden Karo İmmet’in abisi Haco Mehmet muhtar yapılır mıymış? Çelik gibi mert olan, kendisini çok sevdiğim ve bu gün bile adını andıkça acısı burnumun direğini sızlatan  Çirkin Halil’in, Halil emmimin üzerinde hissettiği yükün ağırlığını anlıyordum.

Adı kendisine ad olarak verilen dayısı Çakal Halil vurulmuş, öcü alınamamış, kanı yerde kalmış. Anası göz yaşı döker. Bir diğer dayısı Osmaniye’de bir eşkıya çatışmasında kim vurduya gitmiş, ölüsü gurbetlerde kalmış, hayfı alınamamış. Anası göz yaşı döker.  Öbür dayıları da zamansız ölmüşler, kendileri gitmiş adları kalmış yadiğar. Adları kardeşlerine ad olmuş. Anası göz yaşı döker. Geriye kala kala Resul dayısının oğlu, öz dayı bildikleri, üç bacının bir kardeşi, anasının “Omar’ım” deyince ağzından bin Omar’ın daha çıktığı, kendilerinden bile önde tuttuğu yalnızca deli fişek Omar Ağa kalmış. Çirkin Halil kendince çok haklıydı ve babamın korunması konusunda kendisini sorumlu sayması da anlaşılır bir durumdu.

Bu olay çocukluk anılarımın içinde kaldı. Aradan zaman geçti. Ben yaşlandım. Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü’nde profesör oldum. Ama her yıl, ilk kez 1954 yılında Afşin Ortaokulu’na başlarken ayrıldığım köyüme en az bir kere giderim. İzmir’den Hacca gider gibi çıkarım her yaz bir uzun yola. Bu benzetme benim değil, benim bazı yakınlarımın, bu yolculuğum için yaptığı bir benzetmedir. Onlar bu yolculuğuma  Kutsal Topraklara Hac Yolculuğu adını koydular.

Daha çok arkadaş çevrelerimde de, bu yolculuğuma Mao’nun Uzun Yürüyüşü diye takılanlar vardır. Bilindiği gibi, Mao’nun 1934 yılında 120 bin kişi ile başlayan bu Uzun Yürüyüşü sona erdiğinde geriye 20 bin kişi kalmış ve üstü telef olmuştur. Onlar, benim de bu yolculukta benzer bir telefata uğrayacağımı ya da Mao gibi bir zafer kazanacağımı dalga geçerek ima ederler.

Rahmetli Mehmet (Eşki Mehmet) (1) kardeşim de bu yolculuğumu Tecirli Göçü diye tanımlar ve zamanı gelince “Develer yüklendi mi, Tecirli’nin Göçü ne zaman başlıyor Abi” diye sorardı. Tatlı tatlı ya da buruk buruk şakalaşırdık. Mehmet’in de burnuna yaylalar kokardı çünkü. Baytaran kokardı, sarı savruk kokardı, geyik göbeği kokardı. Ama mesleği gereği bu hasretini giderme şansı çok olmuyordu.

Habba ablam da ziyaretine vardığımda “Aha geldi Almancı, oy kurbanlar olayım” der boynuma sarılırdı. Onlar ki davulla zurna ile gidip bando ile karşılananlar ve sonra da Alman milliyetçilerince horlananlar, evleri ateşe verilenler, el kapılarının kahrını çekenler, yaban beylerinin sokaklarını süpürenler. Onlar ki Ahmetler, Mehmetler, Ayşeler, Emineler binlerce, on binlerde erkekli kadınlı yurttaşlarım. Ne büyük bir özlemle ve heyecanla yaz ayları izine gelirler memleketlerine. Hep büyük bir üzüntü ile izledim onları. Avrupa maçlarımızdaki yenilgilerimize kendi adıma pek üzülmem. Ama o stattaki, ülkelerinin takımları için bayraklarını kapıp gelmiş coşkulu gurbetçilerin yenik maçlardan sonra tribünleri kıyamet sonu bir sessizlik ve hüzünle terk edişlerini görmeye dayanamam, yüreğim yerinden kopar. 

Adına ister Mukaddes Topraklara Hac Yolculuğu deyin, ister Mao’nun Uzun Yürüyüşü deyin, isterseniz Tecirli Göçü ya da Almancıların memleketlerine izin yolculuğu deyin benim de bir uzun yolculuğum var. Her yıl, Omar Ağa Dinlenme Tesislerinde konaklaya konaklaya giderim Ericek’e kadar. Sonra aynı tesislerde  konaklaya konaklaya gelirim İzmir’e. 

Omar Ağa’nın nüfusuna 20 çocuk kayıtlıdır. Bunların her birisi yurdun bir kösesine dağılmışlardır. Türkiye’nin neresine gitsem, yolumun üstünde mutlaka Omar Ağa ahfadından birisinin ya da bir kaçının evi bulunur. Ben yurt içi yolculuklarımda nerede kalacağım kaygısını hiç çekmem. Buralarda yani kardeşlerimde, yeğenlerimde kalırım. Seyahatlerimde nerelerde konakladığım sorulduğunda da dostlarımla, yakınlarımla şakalaşarak “Omar Ağa Dinlenme Tesisilerinde” diye cevap veririm.

İşte böyle bir yolculukta, menzile varmadan bir önceki geceyi Maraş’ta bir yakınımın evinde geçiriyordum. Karıştırmadığımız defterin kalmadığı ve sabahladığımız gecelerden biriydi. O bana Rahmi Saltuk ağzı ile “Yine mi gurbetten kara haber var” türküsünü çağırdı. Ben de Ona vakti ile Omar Ağa’nın sesinden kaydettiğim Karacaoğlan’nın “Yüce dağlar ne kararıp pusarsın-Aştı derler nazlı yari başından-Oturmuş derdime dert mi katarsın-Alem sele gitti gözüm yaşından” türküsünü çağırdım. Ahır dağlarının eteğinde gecenin bir vaktinde bir ara söz köydeki belediye seçimlerine geldi ve ev sahibim bana “Yenildik” dedi. “Kıraçlar-Tecirli meselesi oldu. Sizinkiler ağır bastı, kaybettik” diye hayıflandı. 

Çirkin Halil bundan elli yıl kadar önce, muhtar seçimini de örnek göstererek, köydeki Kıraçlar-Tecirli karşıtlığını dile getirdiğinde “Donup kalmadım ama epeyce şaşırdım” dediğimi yukarıda açıklamıştım. Okumuş, hem de şöyle böyle değil, çok iyi okumuş ve çok iyi sosyal ve ekonomik statü kazanmış bir Ericeklinin ağzından, yine bir seçim ama bu defa muhtar değil de belediye başkanlığı seçimi nedeniyle biraz önce aktardığım sözleri duyunca donup kalsam mı ki diye düşündüm. 

Ama yine de donup kalmadım. Çünkü, çevremdekilere sık sık söylerim, öğüt veririm onlara. Aile içi anlaşmazlıklar büyüme istidadındadırlar, dikkatli olun bir kere başlatmayın, bir kere başlarsa kolay kolay uçlanmazlar derim. Benim gözleyebildiğim kadarı ile karı-koca tartışmalarında da bu özellik vardır. Eşler ilk gün neyi tartışıyorlarsa son günlerinde de aynı şeyi ve fakat daha da keskin bir biçimde tartışıyorlardır. Hep bilindiği gibi, bazı ailelerde bu tartışmalar büyüyerek kavgalara ve ayrılmalara dönüşüyor. İsmet İnönü, tanıklık ettiği ünlülerin çocuklarının nikah masalarında yeni çiftlerin kulaklarına küpe olsun diye boşuna demiyordu “İlk kızan daima haklıdır” diye. Çünkü, “Hayır ben haklıyım” diye tartışmaya bir başlanırsa sonunun hayır gelmeyeceğini biliyordu. 

Bizim köyün Kıraçlar-Tecirli ikiliği de böyle bir özellik taşıyor gibi gelir bana. Ne zaman olmuş, nasıl olmuş bilmiyorum. Ola ki bazı büyüklerimiz arasında bir sürtüşme başlamıştır. Birileri diğerlerine sen Kıraçlarsın ben Tecirliyim ya da sen Tecirlisin ben Kıraçlarım demiş olmalı. Böylece de Kıraçlar-Tecirli ikiliği, sürtüşmesi, tartışması ve giderek kavgası başlamış olmalı. Yani köyümüzün Kıraçlar ve Tecirli aileleri olarak bilinen ya da kendisini öyle sayan ailelerinin arasında, ilk akla gelebileceği gibi bir ciddi farklılık olmadığını ve bu ayrılığın tıpkı bir aile içi sürtüşmenin büyümesi gibi büyüdüğünü düşünmekteyim.

Köyümüzün Kıraçlar-Tecirli ikiliği konusundaki bu düşünceme geç ulaştım. Ali daha 30 günlükken 1975 Yılı Temmuz ayında merkezi Osmaniye’de olan Akdeniz Bölgesi Kavak ve Hızlı Gelişen Orman Ağaçları Araştırma Bölge Müdürlüğü’ne müdür olarak atanmıştım. Daha önce  Osmaniye’de akrabalarımızın olduğunu biliyordum. Bazıları yaz aylarında köyümüze yaylaya gelirlerdi. Bizimkilerden bazıları da kışı Osmaniye’de geçirirlerdi. Ancak, bu eski bilgilerim yüzeyseldi ve benim Osmaniyeli   akrabalarımızla oturmuşluğum, kalkmışlığım yoktu.

Osmaniye’ye gelince ilişkiler gelişti, gidip gelmeler, yiyip içmeler başladı. Mustafa Hacıkalenderoğlu’nun evinde tirşik (2) çorbası içiyor, Tecirli’nin kahramanlıklarını dinliyordum. Rızaiye Mahallesi’nin demirbaş muhtarı Hamza Gülle’nin evinde içli köfte yiyor, mahallesindeki aşiret mensupları hakkında bilgiler alıyor ve onlarla tanışıklık kuruyordum. Eski adı Araplı olan bu günkü Cevdetiye köyünden  Zekeriya Türkmen öğretmenden ilginç Tecirli öykülerini not ediyordum. Osmaniye’nin eski belediye  başkanı rahmetli İskender Türkmen’le adını benim koyduğum Dörtyol’daki Birpay yazlık evlerimizde  Tecirli’nin maceralarını rakı sofralarımıza meze ediyorduk. Tufan Ezici’nin sosyo-politik abilik nasihatlarını dinliyordum. Kırmıtlılar, Tüysüzlüler, Lalegöllüler ziyaretime geliyorlar elden, aşiretten yarenlik ediyorduk. Halil Eroğlu babamla ilgili anılarını anlatıyordu. Bir gün babamın Osmaniye’de kendisinin evine geldiğini, akşam yatarken de belindeki çifte tabancanın namlularına mermi sürerek yastığın altına çıplak olarak koyduğunu ve kendisinin de babamın bu davranışı karşısında “Rahat ol Omar’ım, rahat ol. Halil emminin hükmü altındaki yerlere hükümet bile giremez” dediğini naklediyordu. Gülüşüyorduk.

Osmaniye’de kendisini Tecirli sayan Eziciler Ericek’te kendisini Kıraçlar sayan Poluç Mustafa ile, Küçük Kara ile, Karabaşaycılarla yakın akraba olduklarını söylüyorlar ve Kıraçlar ya da Tecirli diye bir ayrım gütmüyorlardı. Aynı şekilde Kırmıtlı köylüleri Ericekli Çaçalarla, Cevdetiyeliler Ericekli Arap Hamitlerle ve Kılıçlarla, Tüysüzlüler ve Lalegöllüler Ericekli Ali Bey Alilerle ve Kör Ömerlerle, Eminecik Kızı ailesi de Ericekli Hacı Resullerle  yakın akraba olduklarını belirtiyorlardı.

Yani Osmaniye ve köylerinde, kendilerini Tecirli sayan insanlar ve aileler bir ayrım yapmaksızın, köyümüzde Kıraçlar diye bildiğimiz aileler de dahil, bütün Ericeklileri kendilerinden ve aşiretlerinden sayıyorlardı. Kendi aralarında da böyle bir ayrılık gütmüyorlardı. İşte bu durumu gördüğüm zaman köyümüzdeki Kıraçlar ve Tecirlilik kavramlarının bir soy ayrılığı olmadığını kabul etmenin daha doğru olacağını düşündüm. Zaten kişisel olarak da bu tür ayrımları asla benimsemeyen, önemsemeyen bir düşünce yapısı içerisindeydim.

Ben bir tarihçi değilim ve benim bu yazılarım da bir köken araştırması değil. Elimden geldiğince köyümün hiç çizilmemiş bir resmini çizmeye çalışıyorum. Böyle olunca da bu konuyu daha çok deşmeye ve karıştırmaya gerek görmedim. Ancak, akademisyen ve araştırmacı kimliğim beni dürttü. Sözü burada kesmek içime sinmedi. Kıraçlar ve Tecirlilerle ilgili internet aracılığı ile ve ulaşabildiğim diğer yazılı bazı kaynaklardan yararlanarak iddiasız bir araştırma yaptım. Bulgularımı paylaşmak istiyorum.

Ancak, bu konuda ikinci el bilgileri aktarmadan önce, bu gün de yaşayan köyümüzdeki aileler ve aile  adları ile ilgili bazı bilgiler vereceğim.

Bizim köy yani sevgili Ericek’im sevgili ülkemin bir karmasıdır. Aile adlarına bakıldığında rahatlıkla Ericek Türkiye karmasıdır da denilebilir.

Alt uçtan başlayalım. Esendere Uzun Bucak başlıklı bölümde açıklamıştım. Köyün sınırlarının en alt ucunda Mecitler obası vardır. Buradaki iki aileden birisi 93 Rus Harbi sırasında Kafkasya’dan gelen Çerkez göçmenlerinden diğeri de Urum Kocalar mezrasındandır. Bir acılı kuşak temsilcisi yazar ve şairimiz Mehmet Kemal’in Çare adlı şiirinde dediği gibi “Ankara nire Zara nire-Dayanmak marifet dayan bire”. Ben de diyorum  ki “Urumlar kim, Çerkezler kim-Anlamak marifet, anla bakim” (3).

Mecitler’den yukarıya doğru çıkarsak sol tarafta Gürcü Mustafa’lar çıkar karşımıza. İlk kez Gaziantep’te liseyi okurken duymuştum Gürcü müsün türküsünü. Nice yıllar sonra sivilceli çağımın geçtiği Gaziantep’i bir ziyaretimde her yerde yaptığım gibi yerel sanatçıların üçüncü sınıf stüdyolarda doldurulmuş kasetlerini aradım. Yerel Sanatçı Enver Derdibüyük’ün bir kasetini buldum. İçindeki türkülerin hepsini  çok sevdim. Ama “Gürcü müsün” türküsününe vuruldum :

Gürcü müsün Gürcü müsün
Sen Barak’ın gülü müsün
Kocan çirkin sen gözelsin
Sen çirkinler harcı mısın  

Penceresi yeşil boya
Kurban olam sizin soya
Sizin soyda bir gözel var
Sevemedim doya doya

Gürcüler, Gaziantep’in Barak beldesine, Kahramanmaraş’ın Ericek köyüne Gürcistan’dan mı geldiler ; bizim buradaki Gürcüler, Gürcistan coğrafyasında yaşayan Acarlar’danmıydı ya da bizim Gürcülerin Gürcülüğü yalnızca bir lakap mıydı? Bunları bilmiyorum. Ama bu türkünün bir güzel için söylendiği ve buradaki Gürcü benzetmesinin de güzelliğe bir gönderme olduğu çok açık. Benim aklımda da türküdeki gibi kalmış. Gürcü deyince güzellik geliyor aklıma.

Bizim köyde Gürcü Fatık vardı, Koca Anam yaşında. Tecirli olan Gürcü Mustafa’nın tersine kendileri Kıraçlar’dandı. Sonra kara saçlı, bilek gibi kara kalın belikli Gürcü adında yaşıtım sayılabilecek bir kız vardı. Daha çok önüne bakarak yürürdü. Arada bir başını kaldırıp gözü gözünüze değdiğinde Berit dağının başı bulanırdı. Kömür gibi kara gözlerindeki buğulu bakışları taşı, toprağı eritirdi.    

Gürcü Mustafa Gürcü müydü onu da bilemem. Ama köyün Tecirli ailelerinden sayılıyordu. Akrabamızdı. Babam öyle diyordu. Ayrıca arkadaştılar. Babam ne kadar kızgınsa Gürcü Mustafa da o kadar sakindi. Yumuşak ve alçak sesle konuşurdu. Ne zaman görsem ve “Emmi nasılsın” desem, “Sorma Osman’ım her yerim ağrıyor “derdi. Akıllı ve uz (4) adamdı. Babamın öfkelerini yatıştırdığı zamanları anımsarım.

Bir kış, kendisi Osmaniye’de uzunca süren bir iş nedeniyle evden ayrı kalınca, evlerinin geceleri koruyuculuğunu yapmak bana düşmüştü. Her akşam karda, kışta babam beni Mustafa emmimin evine gönderiyordu. Döndü teyzemin masallarını dinliyordum. Sonra hançerimi yastığımın altına çalıp oğlu Nazmi ile yan yana ve ben kapıdan yana yatıp uyuyordum. Sözümona evi bekliyordum. 

Bir gün Döndü teyzem anama gelmiş “Aman Gümüş” demiş, “Omar Ağama bir şey diyemiyorum. Osman’ı bize can yoldaşı olsun diye yolluyor. Ama Osman’ın elinden hançer düşmüyor. Dün gece  yattığı yerin etrafını uykusu arasında hançerle çizik çizik çizmiş. Çocuklara bir şey olur diye korkuyorum. Osman’ı bir daha salmayın bize, ne olur” diye anamdan yardım istemiş. Ben bu olayı büyüyünce öğrendim. Kah Döndü teyzem anlatırdı, kah anam anlatırdı, gülüşürdük.

Gürcü Mustafa’nın soyadı Tatar’dı. Soyadları Tatar olan üç-beş aile var köyde. Bunlardan birisi de Laz Mehmet. Lakapları ile soyadlarını bir arada söylersek Gürcü Mustafa Tatar, Laz Mehmet Tatar, Gürcü Şanno Tatar, Çirkin Halil Tatar vs. Ne güzel değil mi? Kime nasip olur hem Türkmen Tecirlisi, hem Kırım Tatar’ı, hem de Karadeniz Lazı olmak?

Ayrıca bir de Tatarlar ailesi var ama, onların soyadları Telli. Tatar Mehmet Telli, Tatar Hüseyin Telli, Yaşil (Yeşil) Mustafa Telli vs. İlimize bağlı eski adı Eloğlu yeni adı Türkoğlu olan ilçede de çok sayıda soyadı Telli olan ve kendisine Tecirli diyen aileler var. Bunlar Yaşil Mustafalara gelir giderlerdi.

Gürcü Mustafa ve yakınlarının bir lakabı da Gücükler ya da Gücüklü’lerdir. Bize öyle anlatılırdı ki şimdi bir Çeçen köyü olan Göksun’nun Küçüksu köyü, bu bizim  Gücükler’in Çukurova’ya gidiş gelişlerinde konakladıkları yayla yeridir. Oranın eski adı Gücük’tü. Halk yine de Gücük der o köye. Ama sonradan çok bilen birisi çıkmış Küçüksu demiş. Bu adlandırmanın yakıştırma ve yapılan işin de yanlış olduğunu düşünüyorum.

Çünkü, Gücük sözcüğü ile küçük sözcüğü eşanlamlı değildir. Gücük sözcüğü bir azlık ifade etmekle birlikte kuyruksuz, zayıf, zürriyetsiz gibi anlamlara gelir. Sözlükler bu sözcüğe yer verdiğine göre, onu kullanımdan kaldırmak dilde ve anlatımda yoksullaşmaya yardımcı olmak demektir.

Ayrıca, Türkiye’de Gücük adlı bir çok köy vardır. Sivas’ın Şarkışla ilçesinde Gücük köyü, Karadeniz Ereğlisi’nde Kara Gücük köyü, Elbistan’da Yukarı Gücük köyü, Aşağı Gücük köyü,  Bolu’nun Dörtdivan ilçesinde Gücük köyü vs gibi köyler bulunmaktadır. Kim bilir aynı adı taşıyan köyler arasında düşünülenin ötesinde ve daha derin ilişkiler de olabilir. Örneğin, sosyal ve tarihsel bağlantılar da bulunabilir. Dolayısıyla, bu tür davranışlarla henüz ortaya çıkarılmamış bir zenginlik ve bir  bilgi kaynağı kaybolabilir.

Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, kabul edilebilir haklı gerekçeleri olmadan köy adları ile oynamak doğru değildir diye düşünüyorum.

Bunları yazarken Osmaniye’li avukat rahmetli Nejat Ersoy’u anımsadım. Kendisinin Tecirli yeğeni olduğunu övünerek söylerdi. Tecirlilerle Ceritler arasında geçen efsaneleşmiş hoş öyküler anlatırdı. Çukurova’da gökyüzü daha yüksektir, duygulandırıcıdır. Fidanlıktaki havuzun başında ve o uçsuz bucaksız gökyüzü altında Nejat Ersoy’lu gecelerden aklımda kalan bir dörtlüğü aşağıda veriyorum :    

Tecirliler toplayınca tası tarağı
Gücük atlar tozuturlar toprağı
Bozulur düşmanın alı, kurağı
Bizim beyler yaman olur baz olur

Nejat Ersoy’un Tecirlilerle ilgili öyküleri her zaman övücü ve yüceltici değildi. Biraz bana takılmak için ve biraz da aramızdan eksik olmayan şoven Tecirlileri kızdırmak için “Tecirliler hırsız” derdi ve  “Aynı zamanda da sanıldığı gibi yiğit değil, aksine çok da korkaklar” diye eklerdi. Aşağıya yazacağım öykü de bunlardan birisidir :

Tecirli Maraş’a inmiş, camiye gitmiş. Onu gören herkes ayakkabısını yanına alarak namaza duruyormuş. Eli boş dönmüş. Çarşıya gitmiş. Bakmış ki kendisini gören esnaf birbirlerini ıslıkla uyarıyorlarmış, mallarına iyi sahip olsunlar diye. Tecirli bir şey becerememiş. Eli boş dönmüş. Yolda canı sıkkın yürürken yerde bir iğne görmüş. Hemen basmış üzerine, kapatmış ve usulca eğilerek yerden iğneyi aldığı gibi çarığı çitlemiş (5). Vurmuş kendisini Ahır Dağı’na. Maraş aşağıda kendi yukarda, yamaca yaslanmış, geçmiş oturmuş. O sırada hava kararmış. Şehirde ışıklar yanmış. Evlerine gelenler, komşularına gidenler sokaklarda ellerinde fenerlerle sağa sola yürüyorlarmış. Tecirli, Maraşlıların kendisinin kapıp kaçtığı iğneyi aradıklarını sanmış ve “Garcaş (6) bire koca Maraş, iğneyi bulan buldu” diye sevinmiş.

Gürcü Mustafa’nın evinden köyün içine doğru gidilirse sol tarafta pur tepeler ve bu purlara yerleşmiş Çaçalar Obası vardır. Eskiden Gürcü Mustafa’nın evleri de buralardaydı. O sonradan aşağıya gitti.

Çaçalar’ın’ soyadları Çiçek, kendileri gökçek (7) insanlardı. Zaten onlardan birine de Gökçek Hasan derlerdi. Osmaniye’nin Kırmıtlı köylüleriyle soy akrabalıkları vardı ve gider, gelirlerdi. Kırmıtlılı yaşıtım sayılabilecek Zihni Ünlü yazın Çaça Duran’ın evine yaylamaya gelirdi. Yaz günü omuzunda ferace (8) pardesü ile köyün içinde gezer, kızlara caka satardı. Kıskanırdım ve kızardım. Yıllar sonra Osmaniye’ye gittiğimde dost olduk.  

Çaça Ali ve oğulları neşeli insanlardı. Büyük oğlu Mehmet ve daha küçük oğlu Çaça düğünlerin vazgeçilmez oyuncuları ve türkücüleriydiler. Çaça Ali oruç tutmazmış ve fakat her gece söhüre (9) kalkar oruç tutanlarla yemek yermiş. Hanımı “Hem oruç tutmuyor hem de çocukların yemeğine ortak oluyorsun” diye kızarmış. O da “Oruç tutmuyorum, söhüre de kalkmayayım da hepten gavur mı olayım” diye işi şakaya vururmuş.

Çaça Abdi köyümüzün eğitmeniydi. İlk dersimi Ondan aldım. Kendisi ile ilgili olarak daha sonra yazacağım çok şeyler var.

Sözlüklerde çaça sözcüğü Yunanca kökenli bir argo sözcük olarak tanımlanmakta ve gemici, ticaret gemilerinde çalışan usta gemici, bir işte deneyimli olan kimse anlamlarına geldiği yazılmaktadır. Ayrıca mecazi olarak genelev patronu kadın anlamında kullanıldığı da açıklanmaktadır.

İnternetten aradım ve Türkiye’nin pek çok yerinde çaça ve çaçalar diye çok sayıda ad, soyad, aile lakabı, ürün adı, işyeri adlarına rastladım. Bunlar arasında Sinop ili Gerze ilçesinde Gebeşler, Sofular, Tombaklar, Köseler, Gocogiller vs gibi bizim köydeki lakaplara benzeyen lakaplar arasında Çaçalar diye bir lakabın da olması ilgimi çekti. Lübnan’lı Hizbullah milletvekili Semir Caca’yı, Karadeniz’deki çaça balığını ve eğlence dünyasının ça-ça oyunlarını da bunlara eklemeliyim.

Yunanca’dan, gemici ustasından, genelev patronundan, siyaset liderinden, balıktan, danstan sonra en ilginç kayıt olarak Kırşehir Emiri Çaça Bey karşıma çıktı (www.kir-der.com ).

Verilen bilgilere göre, Çaça Bey Kırşehir dolaylarında bulunan Ceceli aşiretine mensup tarihi bir kişidir. Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında dünyaya gelmiştir. Bu kaynakta çaça sözcüğü ile ceceli sözcüğü arasında anlam birliğinden söz edilmektedir. Başka bir kaynakta da Adana’nın bu günkü adı Karaisalı olan ilçesinin eski adının Çeçeli olduğu bildirilmektedir (http://tr.wikipedia.org).  Bu yaklaşıma olası gözle bakarsak, Kırşehir, Karaisalı, Türkoğlu,ve Göksun dolaylarına yayılmış bir Çaçalar (Çeçeli) aşiretinden söz edilebilir. Ayrıca, Ericek’te de ceceli sözcüğü ad ve lakap olarak kullanılır. Köyümüzün şapkası en çok yana yıkık bakkalı Omuk Ceceli ve kendi halinde alçak gönüllü bir kişilik sergileyen Kötü Eşelerin Ceceli bunlardandır.

Çaçalar Obası’nın yerleştiği pur tepeler üzerinde, adları ya da takma adları bana ilginç gelen başka ailelerin de evleri vardı. Köyün davulcusu Poşo Mıtat (Miktat), ağa olmayan Bekir Ağa, Götağra (Götü Kara) Mehmet, Kör Omar Ali ya da Ali Çavuş, ünlü ağıtçımız Keprim Karı ya da diğer adları ile Kabalcı Karı ve  Sulte Karı, Şanno ve Kürt Abdullah’ın da evleri buralardaydı.

Bu pur tepeler kışın çamur, yazın toz olmazdı. Bizim evin önü de böyleydi, çamur ve toz olmazdı. Ne güzel değil mi? Karlar erirken purların üzerinde suları ılım ılım akar. Hafif bir buhar gözükür bir karış üstünde. Yayla güneşi tepenizde, elinizi uzatsanız tutacakmış gibi, yakmaz, ısıtır kucağında bir sevgili gibi sizi. Kokusu geliyor burnuma Berit Dağı’nın.

Poşo sözcüğü, başa sarılan ya da boyun atkısı olarak kullanılan, çevresi saçaklı ve genellikle ipekli örtü anlamındaki Farsça kökenli poşu ya da puşu sözcüğüne çok benzemektedir. Poşu ya da puşu askerlerin giydiği bir çeşit hafif sarık anlamına da gelmektedir. Ahmedo, Hamido, Haso, Memo vb söyleniş biçimindeki Poşo, poşulu anlamına gelir mi bilemiyorum. Poşu bizde örtünmekten çok süslenmek için kullanılırdı. Omuzu poşulu/kefiyeli süslü delikanlılara ya da başı poşulu süslü bayanlara, biraz küçümseme kokan saçaklı benzetmesi de yapılırdı. Ayrıca bu sözcük bizim köyde erkek çocuklara ad olarak da verilmekteydi. Poşolar ve Poşo Mıtatlar, bir ucu Osmaniye’de olan bir Tecirli aile olarak bilinirdi. 

Poşo Mıtat köyün sanatçı grubunun davulcusu idi. İyi davul çalardı. Sesi de güzeldi. Kardeşlerimin sünnet düğününde Emirlili ünlü yöre türkücüsü Durmuş ile gece yarılarına kadar türkü çağırdıklarına şahit olmuştum. Köyümüzde, Acem Kızı türküsünün babamın anası tarafından yakınlığımız olduğu söylenen Afşin ilçesi Emirli köyünden Durmuş’a ait olduğu söylenirdi. Oğlum Ali’nin kirvesi Osmaniye’de oturan Andırınlı Diş Hekimi Enver Gök ise, tamamını öyküsü ile birlikte yazarak bana verdiği Acem Kızı türküsünün  Emirlili Durmuş’a değil, Erçeneli Aşık Hüseyin’e ait olduğunu ileri sürerdi.

Bu bölümü yazarken Google’dan bir tarama yaptım. Orada ne bizim Erçene’nin, ne Emirli’nin, ne Durmuş’un ve ne de Aşık Hüseyin’in hiç adı geçmiyor. İç Anadolu, Kırşehir, Neşet Ertaş ve Çekiç Ali adları öne çıkıyor. Ben de belki işe yarar diye, kayda geçsin diye Afşin ilçesi Erçene köyünden Aşık Hüseyin’e ait olduğu öyküsü ile birlikte yazılı olarak elimde olan bu türkünün tamamını aşağıda veriyorum :  

Sallanıp da sen şanoya çıkınca
Eylen de şano da dur Acem Kızı
Gerdan beder beder (10) yanak kırmızı
Açıldı şanoda gül Acem Kızı

Avrupa’dan kalkan düşmüş peşine
Amerika hayran senin saçına
Avusturya Belçika vurgun kaşına
Bir de Alaman var bil Acem Kızı

Canım kurban olsun ikrar güdene
Belin ince boyun benzer fidana
İngiliz Fransız Tersus (11) Adana
Yanar ateşine el Acem Kızı

Yüksek olsun şahan gibi düneğin (12)
Avrupa’dan gelsin cansız bineğin
Bellur (13) aynasından duru yanağın
Akıyor gerdandan bal Acem Kızı

Sallanma karşımda Acemin Kızı
Sade kaşlar değer koca Sivazı (14)
İnci mi mercan mı bir fındık ağzı
Ara da dengini bul Acem Kızı

Gözleri olmuş da zemzem dolabı
Kaşlar değer Beyrut ile Halep’i
Dolaşmış saçları sırma kelebi (15)
Parlar güne karşı tel Acem Kızı

Göğel ördek gibi gölden kalkışı
Ağca ceren gibi çölde sekişi
Eğdirmiş boynunu şahan bakışı
Can telef ediyor bel Acem Kızı

Seni övmüş beyler ile gaziler
Gören yiğit yüreğinden sızılar
Çark evinden (16) çıkmış gibi pazular
Altın burma ister kol Acem Kızı

Seni seven yiğit terk eder canı
Yumunca gözleri döker mercanı
Burun fındık ağzın altın fincanı
Şeker mi kaymak mı dil Acem Kızı

Aşık Hüseyin’im böyle naz m’olur
Çok sallanma güzel sana göz olur
Mısır’ı Bağdat’ı versem az olur
Aşığın kıymetin bil Acem Kızı

Türkünün öyküsü de şöyle : Aşık Hüseyin, yörenin bir çok yoksulları gibi kışın Çukurova’ya çalışmaya gider. Akşamüzeri bir amele kahvesinde yalnız başına garip garip otururken karşı masada bir grup amele kendi aralarında bir kızdan söz ederler ve biraz sonra da o kızı görmeye gideceklerini söylerler. Çaylar içilip karşı masadaki ameleler güle oynaya ve şakalaşarak yola koyulunca Aşık Hüseyin de onları izler. Yolun sonunda bir saza (pavyon) ulaşılır. Öbürleri girer, Aşık da arkalarından girer içeri. Biraz sonra sahneye Aşık’ın aklını alan ve Acem Kızı diye takdim edilen sanatçı kız çıkar. Türkü bu kıza söylenmiştir.   

Bizim köyün, benim bildiğim kadarı ile çevredeki hiçbir köyde olmayan yerleşik bir  sanatçı grubu yani bir davulcusu ve bir de zurnacısı vardı. Kıraçlar’dan sayılan Göydöl Mehmet zurna, Tecirli sayılan Poşo Mıtat da davul çalardı. Bu iki sanatçı yaşlanınca Göydöl Mehmet’in iki oğlundan büyüğü Ali davulcu, küçüğü Ömer de zurnacı oldular. Bizim köyün ve komşu köylerin düğünlerini bunlar çalardı. Geçimlerini böyle sağlarlardı.

Her ne kadar  Osmaniyeli Aptallar da yazları köyümüze yaylaya gelirler, çadırlarını Çayırlık’a, Göy Hasanlar’ın, Hacıkayeler’in harman yerlerine kurarlar ve davul-zurna çalma işini yaparlar idi ise de Göydöller onlardan daha kıymetli ve önde tutulurlardı. Bunlara Dik Hacı, Kıllı Kürtçe, Çaça Mehmet, Çaça, Koca gibi sesi güzel türkücüler de katılınca düğünler bir harika olurdu.

Göydöl ve Onun kardeşi çocukları Ödüşler ailesi olarak bilinirdi. Bu aileden birisi Şerif bibimi istemiş. Koca Anam (Babaannem) çok kızmış, karşıdakini küçümsemiş ve şu dörtlüğü söylemiş :

Yağmur yağar gün değer
Şavkına bak şavkına (17)
Ödüş bizden kız istemiş
Börküne bak börküne (18) 

Bizim evde, ne zaman “O da kim oluyor” söyleminin yeri gelse hemen herkes bu dörtlüğü ebcet gibi ezbere okurdu.   

Şanno, Gürcü Mustafa’nın kardeşiydi. Sözlüklerde böyle bir sözcük bulamadım. Buna çok yakın olan Arapça kökenli şöhret, haşmet, yüksek makam anlamlarına gelen şan var. Aynı yazılıştaki  Farsça kökenli şan sözcüğü de ses sanatı anlamındadır. Sözlüklerde bir de İtalyanca kökenli şano sözcüğü bulunmaktadır. Şano da tiyatroda oyunun oynandığı yer, sahne anlamındadır.

 Konuşurken hep rica eder gibi hatta yalvarır gibi en alçak perdeden yumuşacık bir sesle konuşan, kimsecikleri kırmayan, kimseciklerle kavga etmeyen, ensesine vur lokmasını ağzından al türünden bir insan olan Şanno Tatar ne şanlı şöhretli birisi, ne ses sanatı ve ne de sahne ile ilgili bir kişi idi. Bu adın Ericek gibi bir yaylaya nereden geldiğini bulamadım ve tahmin de yürütemedim. Onun en şanlı ve şöhretli işi komşumuz Çerkez köyü Korkmaz’dan yarım kalmış bir kız kaçırma öyküsüdür. İkisi de bu tür konularda beceriksiz olan, birisi adına hiç çekmeyen Kör Omar Ali’nin oğlu Kara Osman’la diğeri karınca ezmez tabiatlı Şanno’nun bu kız kaçırma macerası Resul Omar’ın olaya omuz vermesi, yağı, peyniri ve yalancı şahitliği sayesinde ucuz atlatıldı. Ee, ağa dediğinin işi ne? Bu kadarcık bir sorunu da çözemezse kim ona ağa der?

Kepir bizim oralarda verimsiz, eğimli, pur topraklara verilen addır. Evi böyle pur tepeler üzerinde yani kepir özellikli alanda olan Keprim Karı’nın keprimliği ile kepir arasında bir bağıntı olabileceğini düşünüyorum. Keprim Karı’nın bir diğer adı da Kabalcı Karı idi. Ona bu takma adın da neden verildiğini bilmiyorum. Ailesi aşiretin, eski deyimle en muavenete muhtaç yani korunmaya muhtaç ailelerindendi. Kardeşi Bekir Ağa çocukluğunda çobanlık yapmış, sofrasında gilik darı (19) bazlamasından başka beyaz undan yapılmış bir ekmek bile bulunduramayan yok yoksul bir insandı. Kadife gibi yumuşak huylu, hep gülerek ve alçak sesle konuşan biriydi. Diğer kardeşi Götağra ( Götü Kara) Mehmet de yoksullukta Keprim Karı’dan da, Bekir Ağa’dan da geri kalmazdı.

Bu üç kardeşin üçünün de evleri Sel Deresi’nin sağından Karadışlık’a doğru çıkan purların üstünde bulunuyordu. En yukardaki Keprim Karı’nın eviydi. Kocası ölmüş dul kalmıştı. Kapısının önünde purun üstünde avuç içi kadar bir avarlık (20) vardı. Suyu Sel Deresi’nden gelirdi. Yetim kalmış çocuklarına 3-5 kök sebze yetiştirdiği bahçecikti burası. Sel Deresi’nden çıkarılan ve Çaçalar’a doğru giden daha aşağıdaki arkın üzerinde de söğütler bulunurdu. O söğütlerin dibinde güz aylarında koyun sürümüz yatağa vurulurdu. Bir dönem, Kara Yusuflar’ın Ayci’nin koyunları da burada yatağa vuruluryordu. Ayci’nin kızı Esme ile ben sağım sırasında koyunların bercisiydik (21). Söğüt yapraklarının tek tük sararıp düşmeye başladığı bu ilk güz aylarında koyunların  sütleri iyice çekişmiş ve azalmış olduğu için sağımlar da çabuk biterdi. Hüzünlenirdim.

Hani bazı insanlar için yazılacak adam kavramı kullanılır ya Keprim Karı da hayatı yazılacak kadındı. Ama yazacak kimse olmadığı için yazılmadı. Ayrıca ve daha da önemlisi bizim değerlerimizi kimse değer saymadı, kimse değer diye bilmedi. Bizleri kimse adam yerine koymadı. Bu gün de çok şey değiştiğini sanmıyorum. Kim nidecek Keprim Karı’yı, yazılacak onca sosyete dedikodusu, manken maceraları, türban safsataları,  politikacı bozuntusu sahte kahramanların sözümona demeçleri, zırvaları  varken?

Oysa Keprim Karı Karacaoğlan’nın kızı gibiydi. Bizim köyde çok sayıda Karaca adı vardır. Karacalar ailesi, Karacaoğlanlar ailesi, Karaoğlanlar ailesi, Karacaoğlu Kızı ailesi gibi aileler vardır. Kanımca Keprim Karı da tüm Ericekliler gibi Karacaoğlan soyundandı. Elini kulağına atıp Karacaoğlan türküsü çağırmayan Ericekli yoktu. Sözüm meclisten dışarı, Hacıkaye Hacı’nın dediği gibi erkek eşşeğin anırmayanı olmazdı. Bunun gibi Ericeklinin de türkü çağırmayanı, sevgilisine türkü yakmayanı olamazdı. Bizler Karacaoğlan’dan çağırırız, Kerem’den çağırırız, bize ait ağıtları bize ait türküleri çağırırız, kendimiz türkü yakar kendimiz çağırırız. Yani mutlaka türkü çağırır, ıslık çalarız. Ama Keprim Karı’nınki bu kadar değildi. Bu kadarı her Ericekli için olağan sayılır. Keprim Karı’nınki olağanın üstünde bir şeydi.

O gerçekten Karacaoğlan’nın kızı gibiydi. Dili tatlı mı tatlı. Kurbanlar olduğum demeden söze başlamazdı. Yüzü güleç mi güleç. Sanki nice yiğitlerin, tazecik genç gelinlerin, anlı şanlı ağaların, beylerin ölüleri başında onca ağıtları kendisi yakmamış gibi. Gençlerin, yeni yetmelerin sırdaşı, arkadaşı idi. Herkesin sevgilisi için ayaküstü bir dörtlük söyleyiverirdi. “Saçını çekerim o kancığın, sen meraklanma” diye de bıyıkları yeni terlemeye başlamış tor delikanlıların sevgililerine gönderme yapardı. O da oturduğu yerde oturmaz Karacaoğlan gibi gezerdi. Yalnız başına giderdi bir köyden diğer köye. Kimseden çekinmezdi. Vardığı yer şenlenir ayrıldığı yer suskunlaşırdı.

Bir gün böyle bir gezmede iken yolu komşu Çerkez köyümüz Kamışcık’a uğramış. Tesadüf, o gün orada bir cenaze varmış. Ağıtçı Keprim Karı’yı tanıyanlar olmuş ve yakalamışlar. “Cenazemiz var, başında ağıt yak” demişler. Keprim Karı bu olayın devamını “Attılar önüme ölünün koca, kara bir kaputunu. İçimden hiç bir şey gelmiyor. Ne diyeceğimi bilemedim. Hemen hemen hepsi de Türkçe bilmeyen Çerkez avratlarının içinde aklıma birden bire geleni, biraz da ağıt havası ile anlaşılmayacak bir biçimde söyledim :

Ne deyim de ne söyleyim
Ölü bizden olmayınca
Birem birem (22) Çerkez m’ölür
Hepsi birden ölmeyince    

diye ağıt yaktım. Herkes ağlamaktan kırıldı geçti. Beni yedirdiler, içirdiler, eteğime de giyecek, yiyecek bir çok şeyler verdiler, geldim gittim” diye yeri gelince  anlatırdı.
 
Uzun baş bağlardı, yana eğik. O yıllarda cendermeler (jandarmalar) köyün içinde uzun başlı avratları kovalarlar ve bu uzun başları çeker çeker yere atarlardı. Bu yasal mıydı değil miydi, onu bilemem. Ama, ben çocukluğumda böyle olayların tanığı oldum. Bu uzun başa kalak, mecazi olarak da burnu büyük avratlara kalaklı denirdi. Kalağın ucu sivri olur ve çevresine de yedi renkli şeş bağlanırdı. Kalak, gelin başı olursa bu yedi renkli sargının içine türlü renklere boyanmış kartal tüyleri de sokulur ve baş daha da renklenir ve süslenirdi. Keprim Karı’nın bu uzun başla ilgili bir de macerası vardı. Başkalarından da duydum, liseli yıllarımda kendisinden de dinlemiştim.

Keprim Karı bir gün yeni yetişip gelen kızı Elif’le  birlikte Öte Geçe’de yemlik toplamaya gitmiş. Boztepe’nin arkasında Danabaşların, Hacıkayelerin tarlalarında yemlik topluyormuş. Akşam yetimlerine yemlik aşı pişirecekmiş. Yemlik, özellikle velhen (23) tarlalarda yetişen ve üzerine hafif tuz ekilip yufka ekmeğe dürerek de yenilebilen bir ottur.. Her zaman Bilbilcik’ten köye gelen cendermeler her nasılsa o gün Kamışcık’tan beri, Aşağı Su Gediği’nden beri çıkıp gelmişler. Bizim köyde o zamanlar kızlar evleninceye kadar başları açık, omuzları belikli gezerlerdi. Bu nedenle Elif’in de başı açıkmış. Ancak Keprim Karı’nın titrek kafasında biraz yana eğik olan uzun başı varmış. Cendermeler derhal müdahale etmişler, “Durun bire cendermecik  oğlum” demeye kalmamış Keprim Karı’nın uzun başını alıp yere atmışlar. Elif çok korkmuş, büzülüp kalmış hıçkıra hıçkıra bir kenarda. İtiş kalkış sırasında eteğinden yemlikleri sağa sola saçılan ve bir kolu incinen Keprim Karı da bir taraftan ağlayıp sıkrarken (24) bir taraftan da aşağıdaki ağıdı söylemiş :        

Kemal Paşa mı söyledi
Başımızı açın diye
İsmet’ten mi emir geldi
Üzerine sıçın diye

Bire cendermecik oğlum
Bak işte tutmuyor kolum
Akşam için yetimlere
İkicik ot topluyordum

Nettim de bozdun başımı
Bak ağlattın yoldaşımı
Nasıl pişiririm şimdi
Akşama otlu aşımı

Od yok ocak yok yoksuluz
Suçsuz, günahsız bir kuluz
 Hepimiz üç beş gün sonra
Ahiretin yolcusuyuz

Başınız göğe mi değdi
Başımı yere atınca
İçiniz rahat mı eder
Akşam olup da yatınca

Genç çocuklar, kara yağız genç oğlanlar yaşlı kadının yanık sesli ağıdına dayanamamışlar. “Ana ağlama” demişler. Başını derlemişler. Saçılan yemlikleri toplamışlar, eteğine doldurmuşlar. “Biz görmedik, güle güle kal ana” diye Keprim Karı’yı orada bırakmışlar ve kendileri de köye doğru arkalarına bakmadan çekip gitmişler.

Keprim Karı’nın oğlu Karı Mustafa yaş olarak benimle abim arasında bir yaştaydı. Kıvrak, ince dalan (25), gözü pek, hırsızlık da yapabilen bir oğlandı. Abimin kadınlarla ilgili yaramaz işlerdeki yardımcısı, benimse çelik çomak oynadığım arkadaşımdı. Erken öldü. Bir akşam yatsıya doğru, Ali eve gelmedi. Evliydi, ama evli bir kadınla ilişkisi vardı. Onu kaçıracağı ağızdan ağıza fısıldaşılıyordu. Omar Ağa sezgisi güçlü bir adamdı. “Damın üstünde birisi gezinse ben de içerde damın altında olsam, damda gezinenin ayak seslerinden onun ne niyette olduğunu anlarım” derdi. Bu nedenle çevresinde olup bitenleri anlamaması mümkün değildi. Bana “Osman” dedi sertçe, “Git bul şu kardeşini”. Yerini biliyordum. Mustafa bana söylemişti. Doğruca Karı bibimin evine gittim. Kör Omar, Mustafa, Keprim Karı ve Ali bir ateşin başına oturmuşlardı. Belli ki o geceki işi konuşuyorlardı. Ali’ye “Ağam seni istiyor” dedim. Ali çok kızdı, öfkelendi. Ama yakalanmıştı ve yapacak bir şeyi kalmamıştı. Kalktı. Eve geldik. Ağam Ali’nin yüzüne bile bakmadı. Onun yatağına gittiğini gördü yalnızca. Bir daracık köy ortamında, evli bir kadını evli bir erkeğin kaçırmasından olağan olarak doğacak olan bir felaket ertelenmişti. Ama daha sonraları, Ali’nin de Kör Omar’ın da başına gelecek felaketler pusuda bekliyordu. O felaketleri kimse önleyemedi. 

Kör olmayan Kör Omar Keprim Karı’nın komşusu ve akrabasıydı. Yüzüne bakmaya kıyamazdın. Düğünlerde güleşe soyununca damların süyükleri (26) üstünde güleşi seyreden kadınların, kızların iç geçirdiği söylenirdi. Ali ile dayı oğlu bibi oğlu olmaktan ileri bir arkadaşlıkları vardı. Kendisinden önce 22 yaşında vurulup ölen Ali’nin, köyümüzde onca kişide yaşayan adı, Kör Omar’ın oğluna da ad olmuştu. 

Ericekliler, Esendere’nin soğuk suyu ile yalnızca buraların değil belki de tüm Türkiye’nin en leziz kuru fasulyesini yetiştirirlerdi. Kör Omar da kamyon sırtında bu fasulyeleri pazarlar ve ailesinin geçimini sağlardı. Durumunu da oldukça düzeltmişti. Bir gün, Kör Omar’ın fasulye yüklü kamyonunun Gavur Dağı’ndan Kömürler’e inerken freni patladı. Kör Omar öldü. Kimi kucakta, kimi daha beşikte, alada belede (27) kaldı 7 çocuk bir ana. Birden bir dipsiz çukura düştüler, ışıksız kaldılar. Kör Omar’ı herkes severdi, hiç düşmanı yoktu. Ericek yasa boğuldu. Abisi Kara Osman tutuldu kaldı. Üç ay yemedi, içmedi, yalnızca tütün sardı, zehir içti, kendini ecele terk etti ve Kör Omar’ın daha toprağı kurumadan intihar edercesine öldü. Bu iki kardeşin acısından sonra zaten de asık suratlı olan abileri Çirkin Halil ölünceye kadar hiç gülmedi. Kör Omar’ın yokluğunun en büyük çilesini çeken eşi Hatçe’nin de gözünün yaşı hiç kurumadı.  

Keprim Karı gerçekten de Karacaoğlan’nın kızı gibiydi. Bir farkla ki Karacaoğlan güzellere coşkulu türküler çağırırken Keprim Karı hep ağıtlar yaktı, ağıtlar çağırdı.  Onun nasibi buydu. Ali Çavuş’un uşakları için de ağıt yaktı :

KÖR OMAR’IN AĞIDI 

Gökçek Omar oğlum gökçek
Berit Dağı’nda bir çiçek
Öldü demen Omar’ıma
Cennetten çıkıp gelecek

Halılar serin yoluna
Melekler girmiş koluna
Dönüp de düğün kuracak
Gelin alacak oğluna

Yüzü yumşak sözü baldı
Gülü üstünde bir daldı
Kıyamazdı Azirail
Canını bir kamyon  aldı

Gavur Dağı’nın boranı
Görmez ediyor göreni
Yörep aşşağı inerken
Patlatmış kamyon fireni

Berit’in başı bulandı
Acı acıya ulandı
El aşiret yas içinde
Hatçe’m yüreğinden yandı

Gelirim diye gitmişti
Eve tembihler etmişti
Soyka kalasıca yollar
Omar size ne etmişti

Aslan Kör Omar’ım aslan
Var da Bilbilcik’e yaslan
Kara haberin gelince
Düştü kaldı Kara Osman

Dayanamadı yüreği
O da giydi ağ göyneği
Elimizin obamızın
Yıkıldı orta direği

Dayan bire Çirkin Halil
Ölüm ile etme kavil
Kalanlara babalık et
Ölüm bir marifet değil

Böyle demiş Keprim Karı, Kabalcı Karı, Sulte Karı. O ne demişse doğru demiştir. Ölülerimizi ağıtları ile yaşatan Karacaoğlan’nın Kızı Sultan Bibi minnet sana, rahmet sana, ışıklar içinde yat.

AÇIKLAMALAR
1) Eşki : Ekşi
2) Tirşik : Çorbası yapılan bir ot
3) Bakim : Bakayım
4) Uz : Becerikli, Eli yatkın, Yumuşak huylu
5) Çarığı çitlemek : Daha çabuk kaçmak için iki ayakkabısını çıkarıp eline almak
6) Garcaşmak : Karışmak
7) Gökçek : Güzel
8) Ferace gezmek : Ceket ve benzeri üstlükleri kolunu  giymeden omuza atıp gezmek
9) Söhür : Sahur
10) Beder beder : Domur domur(tomurcuk)
11) Tersus : Tarsus
12) Dünek : Tünek
13) bellur : Billur
14) Sivaz : Sivas
15) Kelep : İplik yumağı, İplik çilesi
16) Çark evi : Torna dükkanı
17) Şavk : Şevk
18) Börk : Örme başlık, Örme takke
19) Gilik darı : Kıraçta da yetişebilen, püsküllerinin içinde kücücük tohumları olan bir bitki
20) Avarlık : Kapının önünde, evin yakınında yalnızca öz tüketim için sebze yetiştirilen küçük bahçe
21) Berci : Koyunları ber denen sağım hattına getirip sırada tutan kişi
22) Birem birem : Birer birer
23) Velhen : Nadas
24) Ağlayıp sıkramak : Şikayet ederek ağlamak, Söylenerek ağlamak
25) İnce dalan : İnce yapılı
26) Süyük : Toprak damların kenarları
27) Alada belede : Orta yerde, perperişan

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress