Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

İKİ KADIN İKİ AĞIT

15 Haziran 2010 0 comments Article Ericek

 

Birinci Ağıt

Köyümüzün orta yerinde minaresiz, toprak damlı bir cami ve caminin bahçesinde de  adına “Hücre” denen küçük bir oda vardı. Bu oda Kuran kursu odasıydı. Küçük kardeşim Hacı ile bu camide kıkırdaşarak namaz kıldıklarımızı anımsıyorum. Ama Kuran kursuna gitmedik. Zaten de çok kimse gitmiyordu. Namaza gidişimiz de bir özentiden öte geçmedi. Babam bizi zorlamadı. Biz de bu işin, çocuk halimizle yalan yanlış abdest alarak oynanacak bir çocuk oyunu olmadığını çabuk anladık. 

Caminin karşısında küçücük bir demirci dükkanı vardı. Demirci Köse, Demirci Ali, Demirci Ömer üç kardeş demircilik yaparlardı. Bu dükkanın içine hiç girmedim ama içerde yapılanları görmek için kapısında durup baktığım çok olmuştur. Demirci Köse komşumuzdu. Küçük oğlu Mehmet ve torunu Yusuf yaşdaşlarım, sınıf arkadaşlarım ve oyun arkadaşlarımdı. Bu nedenle de bu dükkanın yakınlarında çok bulunurduk.  Kocaman bir körük, kızgın bir ateş, kızarmış bir demir, örste çekiçlerin gümlemesi, küçük bir teneke yalakta soğutulan demirlerin suyu fokur fokur kaynatması ve körük, çekiç vb komutların dışında neredeyse hiç konuşmayan üç adam çocukların ilgisini çekerdi. 

Bu üç adam filmlerde gördüğümüz uzak doğulu din adamları gibiydi. Gülmezlerdi. Çok az ve alçak sesle konuşurlardı. Telaşsız, ağır ve uz  hareket ederlerdi. Kızmazlardı, kimselere bağırdıklarını duymadım. Ruhani bir görünüm içindeydiler. Kendileri başkalarına ve başkaları da kendilerine karşı uzak ve saygılı dururlardı. İşi için ya da öylesine dükkana gelip giden insanların sohbetlerine biraz üstten ve ahkam kesercesine katılırlardı. 

Mehmet’in matematiği benden daha iyi idi. Ben ortaokula giderken babam Demirci Köse ile Mehmet’in anası Dede Kızı’nı çok zorladı Mehmet’i okutmaları için. Başaramadı. Mehmet sonkesendi(1), kıyamadılar, köy dışına göndermediler. Mehmet 15 yaşında veremden öldü.

Yusuf, benim gözümde her gördüğü ağacın, kuşun, insanın, sayfalar arasındaki fotoğrafların resimlerini aslından daha güzel çizen ve boyayan bir çocuk ressamdı. Babamla Yusuf’un babası Kel Şeker(2) arasında bir gerginlik olduğu bilinirdi. Ama ikisi de bunu dışa vurmazlardı. Yusuf’la benim aramda da böylesi çocuksu benlik  sürtüşmeleri vardı. Olsun, arkadaştık, oynardık, kavga da ederdik. Herkesin iyiliğini yürekten istemekten kaynaklanan gücü ile Omar Ağa, Yusuf’un babasına kızardı “Ulan Kel okut şu çocuğu, sonra pişman olursun” derdi. Biricik oğluydu, okutmadı. Önce kalem vardı Yusuf’un elinde. Sonra bıçak tuttu, tüfek tuttu, keklik avına gitti. Tabanca taktı beline onbeşinde adam vurdu, öldürdü, hapis damlarına düştü.

Caminin arkasında küçük bir bahçe, bahçenin içinde küçük bir ev, iki kocaman tut ağacı, erikler ve elmalar vardı. Bu bahçeyi sonradan biz aldık ve daha sonra da buraya köyün ilkokulu yapıldı. Bu küçük evin önünde, zaman zaman da evin damının üstünde bir delikanlı adam görürdüm. Şapkası hafif arkaya ve yana yıkık, bir kolu çolak bir adam. Galiba yalnız yaşıyordu, bilemiyorum. Adına  Çolak Fakıoğlu diyorlardı. Başkaları anlatırken duymuştum. Abisi Piri Durdu’yu vurmuşlar, namus altındaymış. Çolaklık da çocukluğundan kalma imiş. Çolak Fakıoğlu, çolak olmadan önce o da çocukluğunda bizim gibi arkadaşları ile demirci dükkanının önüne gidermiş, oralarda oynarmış. Yaşlı bir köylümüz çocuğa bir eşek şakası yapmış, sıcak demiri tutturmuş. Eli yanmış Fakıoğlu’nun, çolak kalmış. Hem kardeşini vurmuşlar namus altında yaşıyor, hem de kendisini çolak etmişler. Bu durum içime dokunurdu, acırdım adama.

Birgün Öte Geçe’de, Danabaşların Pınarı’nın yanında koç güdüyordum. Esendere’nin bucağından güm güm diye silah sesleri geldi. Aşağıdan yukarı söğütlerin arasından bir karaltının kaçtığını gördüm. Hemen arkasından elinde bir mavzerle Çolak Fakıoğlu çıktı. Kaçan karaltının arkasından koşuyordu. Küfürler ediyordu. Bir iki el daha ateş etti. Abisini vuranı vurmaya çalışıyormuş.

Çolak Fakıoğlu çok şükür ki ne o zaman ve ne de daha sonra Karo İmmet’i vuramadı. Ama nice zaman sonra duydum ki kaderinden kötülük de eksik olmamış. Kürt Ali’nin kızı Selver’le evlenmiş, çocukları olmuş. Ama çocuklarını analı büyütememişler. Selver de Mehmet gibi genç yaşta vereme tutulmuş. Antep’e götürmüşler,  ölüsü Antep’te kalmış. Ağıdını Süllü Tüylü’den aldım :

SELVER’İN AĞIDI

Kafamı dayadım camın ucuna
Bana verem derler gider gücüme
Hasret gittim ben de kardeş bacıma
Felek beni bu vereme bağladı
 
Sabahınan kalktım ezan okunur
Yüreğime ezan sesi dokunur
Veremli geline gül mü sokulur(3)
Felek beni bu vereme bağladı

Hastane  önünde çift pınar akar
Ciğerim acısı Antep’i yakar
Yavrularım çıkmış yollara bakar
Felek beni bu vereme bağladı

Başımda kalmadı döküldü saçım
Yangınlara düştüm yanıyor içim
Ne günah eyledim ne idi suçum
Felek beni bu vereme bağladı

Hüsnem Karadut’tan kalksın da gelsin
Döndü’m Havcılar’dan aşağı insin
Gözümde yaşlarım nasıl da dinsin
Felek beni bu vereme bağladı

Bir dolantı(4) kapım yok ki gideyim
Veremli ciğerle kime ne deyim
Ben ağlamayım da ya ne edeyim
Felek beni bu vereme bağladı

Madem alacaksa bu zalim derdin
Bana niye oğlan verdin kız verdin
Bir tadı kalmadı ne yer ne yurdun
Felek beni bu vereme bağladı

Tek başıma kaldım gurbet elinde
Ağıdım söylensin köyün dilinde
Akayım gideyim bahar selinde
Felek beni bu vereme bağladı.

İkinci Ağıt

O yıl kış çok ağır geçti (1949-50). Ben ilkokul üçüncü sınıftaydım. Kış ortasında hayvanların yemi yiyeceği bitti. Koyun sürümüzü abimle birlikte kışı geçirmek için Kömesöğüt’e götürdük. Dolayısıyla ben  üçüncü sömestri devam edemeden sınıfımı geçtim. Öğretmenim Rifat Erdoğan beni çok severdi ve sınıfta koymadı.

Kömesöğüt, Ericek’e yaklaşık 20 km uzaklıkta iki dağın arasında ve ormanların içinde bir yer.  İklimi bizim köye göre daha ılıman ve ot bol. Bu iki dağın ortasında derin bir dere var. Derenin aşağı kısmında sağda ve dereden biraz uzakça bir sekinin üstünde 5 ya da 6 hanelik bir yerleşik oba bulunur. Bir Kürt ailesi olan Kısmolar burada yaşarlar. Derenin orta yerinde ve yine sağ yukarıda yıkık bir ev, en yukarısında yani iki dağın çatında(5) da bir köm(6) var. Kısmolar ailesinin evleri ile bu kömün arası yaklaşık yarım saatlik bir cılgı(7) yoldur. 

Köm, arkası dağa doğru toprağın içine gömülü, önü dereye bakan, tek girişli, kurt ve insan sığamayacak darlıkta üç delikli, uzunca dikdörtgen bir yapıydı. Girişte sağda bir ocak, sol tarafta hayvanların yattığı yerle abimle benim yattığım yeri ayıran çalı çırpıdan bir çit ve çitin büyücek bir çalıdan ibaret olan kapsalığı(8) vardı. Koyunlarla aynı kapıdan girer, eşeği de koyunların içine salar önüne çalıyı çekerdik. Daha sonra, kapı dediğim kömün giriş deliğinin arkasına tahta perdeyi dayar onun arkasına da dayak vururduk. Adı Karo olan biri kancık ve adı Bozo olan diğeri erkek iki Kangal cinsi köpeğimiz dışarıda kalırlardı. Abimle bana kalan alan yaklaşık 3 metre eninde 6 metre uzunluğunda bir alandı. Geceleri, önümüzde ocakta yanan kütüğün ateşi ve arkamızda koyunların nefesiyle ısınarak bu alanda yer içer, bu alanda yatar kalkardık. Gündüz olunca da iki kardeş, iki köpek, bir eşek ve bir koyun sürüsü ile çıkardık karsız dağ eteklerine , dere bucaklarına ve dalardık ormanların içlerine.

Erzakımız bittiğinde ben eşeğe biner köye giderdim. Sıkıca giyinirdim. Hançerim yanımda olurdu, heybelerime taş doldururdum. Kömün arkasındaki ormanlık dağa tırmanır, öbür yüze geçer, aşağıda derin bir derenin içine inerdim. Yolun buraya kadar olan yaklaşık bir saatlik kısmı benim için tehlikeli değildi. Yaban hayvanlarından korkmazdım. Ama bundan sonrası tehlikeliydi. Çünkü, yolumun yakınında ya da üzerinde Aşağı Kınıkkozu, Yukarı Kınıkkozu, Müdürler, Küçük Karalar, Haytalar ve Yoncalı adlarında hayvancılık yapan dağ obaları ve onların da çok yavuz itleri vardı. Hançer ve heybelerdeki taşlar bu itler içindi.

Yolumun başka bir en tehlikeli yeri de Çavdarın Gediği idi. Burası Kandil Dağı ile Berit Dağı arasında bir geçittir. Elbistan, Zeytin (Süleymanlı), Maraş arasındaki kervan yolu da buradan geçerdi. Ama kış günü kimse olmazdı. Berit Dağı’nın zirvesine yakın ve Yelli Boyun denen, yaz kış yeli eksik olmayan sırtın önünde bir yer burası. Köylülerimin anlatımı ile kışın harman olduğu bir geçit. Burada kışa yakalanırım diye çok korkardım. Toz kar duman içinde savrulmaya bir başlarsa kurtulmak mucize olur.  Yukarı Kınıkkozu’ndan Çavdarın Gediği’ne doğru tırmanırken tehlikeyi görürsem geri döner Yukarı Kınıkkozu’ndaki Ekiz Hacı’nın evinde yatar ertesi günü yola çıkardım. Ekiz Hacılar bana çok iyi davranırlar, benimle büyük adam gibi sohbet ederlerdi. Ekiz Hacı’nın hanımı Kır Eşe bizim köylü ve akrabamızdı. Anam yaşındaydı. Bana, Ericek’te yetim ve öksüz bıraktığı çocukları Hasan ve Veli’ye sarılır gibi sarılırdı. Kır Eşe bibimin bu duygusallığı içime dokunurdu. Anamı bir kat daha özlerdim. Gece uyuyamazdım. Anama bir gün daha geç kavuşmak düşüncesi kafamdan çıkmazdı. Üstelik ertesi gün de Çavdar geçit vermeyebilirdi. Kaygılanırdım ve bu kaygılar beni uyutmazdı.

Bütün zorluklarına karşın, köye gidişim bir bayram çocuğu kadar heyecanlı ve güzeldi. Dönüşümse berbat olurdu. Bir kere, köyde çok kalamazdım. İkincisi, dönerken de Çavdar’dan aşmak zorundaydım. Ancak, köye gelişte Çavdar’da kış olursa Ekiz Hacı’nın evine gerisin geri döndüğüm gibi, dönüşte de Çavdar’da kış olursa gerisin geri Ericek’e dönemezdim. Babamdan korkardım. Çavdar’ın karından, kışından, fırtınasından korktuğumdan daha çok korkardım. Omar Ağa böyle bir özrü bana yakıştıramazdı, kabul edemezdi.

İtler için hançerim ve taşlarım vardı. Çavdar’ın kışı için de kendimce bir yol bulmuş ve aklıma koymuştum. Eşek kar fırtınasında ne kadar zorlasan da ilerlemez. Başını rüzgara göre, bir o yana bir bu yana çevirir durur. Ben de fırtınada yürümeyen inat eşekle ölümü bekleyecek değildim ya? Böyle bir durumda eşeği bırakıp nasıl ve nereden kaçacağımı düşünmüş, hesaplamış ve kafama koymuştum. Bu düşüncemi hiç uygulamadım. Buna gerek kalmadı. Fakat, Çavdarın Gediği korkusunu da bu düşünce ile yenmiş ve rahatlamıştım.  

Ali’nin yani abimin sesi güzeldi. Ben abime abi diye hitap etmezdim. Bizim evde abi, abla lafı ben okumaya gittikten nice yıllar sonra kullanılmaya başlandı. Kibarlık olsun diye özentiden girdi dilimize. Bu nedenle, bundan sonra burada da abimden, o günlerdeki gibi  Ali diye söz edebilirim.

Ali’nin yumuşak, ılık ve yanık bir sesi vardı. Sivilceli çağını yaşıyordu. Durmadan türkü çağırırdı. Karacaoğlan’dan, Aşık Garip’ten, Telli Senem İle Sürmeliden türküler söylerdi. Bir de dilinden düşmeyen, şimdi artık herkesin bildiği komşu köyümüz Kabaağaç’a ait olan “Leyli çoban garip oğlan” türküsü vardı.

Anamdan ilk defa ayrılmıştım. Üzülüyordum. Zaman zaman ağlıyordum. Ali beni türkü çağırarak, şakalaşarak avutmaya çalışırdı. Bana çok sevecen davranırdı. Köyde iken arada bir sillesini yemiştim. Ama Kömesöğüt’te beni hiç dövmedi. Bana, “Kardeşten ileri ne var” derseniz “Ali var” derim.  Ali’den sonra sanki bedenimin bir yarısı yokmuş gibi yaşadım. Ama Habba ablam gibi de değildim. O başkaydı. Habba ablama sorsaydınız “Habba’dan ileri ne var” diye “Ali var” derdi. Ali’den sonra Habba ablam bedensiz yaşadı, bir ruh gibi yaşadı. Habba’nın adı Ateş Habba idi Ali’den sonra küle döndü.

Babamlar üç bacı bir kardeştiler. Habba bibim, Elif bibim, Şerf bibim ve Omar Ağa. Köylüler Omar Ağa derlerdi, biz de baba demez Ağa derdik. Baba sözcüğü yerine ağa sözcüğünü kullanırdık. Ağamla bacıları da Habba ablamla Ali gibi miydi? Hepsini bilemiyorum. Habba bibim doğumda ölmüş. Ben ona yetişemedim. Ama, toga(9) pişirirken elinin üzerine çıngı düştüğünde “Omarı’n acısına dayandım da sana mı dayanamayacağım” diyen Şerif bibim öyleydi. Yani Şerif bibime de sorsaydınız “Şerif’ten ileri ne var” diye “Omar var” derdi. Elif bibim için ise, ne söylesem boş. Onu Omar Ağanın kendisi söylemiş.

Baharın ucu kanamıştı. Pınarlar, dereler coşmuşlardı. Güneşli bir gündü. İki kardeş , iki it ve bir eşekle sürümüzü otlatıyorduk Ericek yönüne giden cılgı yolun üzerinde. Kocaman bir kayanın dibinden çıkan bir pınarın başında öğle yemeğini yemeye hazırlanıyorduk. Ben dağarcıktan azığımızı çıkarıyordum. Bir gölük tıhlaması(10) duyduk. İtler sesin geldiği yana havlayarak hışımla koştular. Ama hemen de sustular. Ağam gelmişti. Sevindim. Fakat Ağam katırdan inince sevincim yüzümde dondu. Bize nasılsınız bile demeden yüksek sesle sövüp sayarak ağlamaya başladı. Beni önemsemeden Ali’ye döndü ve “Bibin öldü” dedi. Elif bibimi kastediyordu. İki kocaman adam orada çok ağlaştılar. Ali hıçkırarak, Ağam ağıt söyleyerek ağlıyordu. Ben sürü ile ilgilendim, çok etkilenmedim. Sonra ellerini yüzlerini yıkadılar. Ağam abdest aldı, namaz kıldı, arkasından yemeğe oturduk. Ali “O adamı vuracağım” dedi. Bana olağan geldi ve sesim çıkmadı.

Aradan yıllar geçti. Orman yüksek mühendisi oldum. Evlendim, Eğridir’de çalışıyordum. Ağam bize gelmişti. Her zaman olduğu gibi ben istedim o da beni kırmadı, türkü çağırdı. Sesini kaydettim. Karacaoğlan’dan başladı. “Yüce dağlar ne kararıp pusarsın” türküsünü söyledi. “Kapının önünden geçtim bir kere gördüm yüzünü” türküsü ile devam etti. Sonra Palaz Ahmet’in ağıdını söyledi. Durdu, düşündü, yutkundu, çakır gözleri çakmak çakmak oldu, ekledi “Bu da Mustafa’mın ağıdı” dedi. Ali, Elif bibimi Antep’e hastanaye atıp gelen ve sonra da gidip yalnızca bohçasını alıp getiren Ahmet dayımı çok şükür ki vurmadı. Ama, Elif bibimin oğlu Mustafa’yı kardeşi vurmuştu. Ağam ağıdı söylemeye başladı :

Mustafa yaktı özümü
Hacı da tutmaz sözümü
Korkarım eller alacak
Emmimin Pammuk kızını.

Dayanamadı. Hıçkırıklara boğuldu. Arkasını getiremedi. Sustu. Bir Batılı doktor olan eşim ve kaynanam çok etkilendiler. Bir sessizlik oldu. Sonra yemeğe geçtik.

Vardığı yerde çok durmazdı. Ateş almaya gelmiş gibi yapardı. Akşam gelir sabah ya da sabah gelir akşam giderdi. Giderken “Elif bibimin ağıdını istiyorum” dedim. “Şimdi olmaz, yazar salarım” dedi. Köyde eski ve yeni yazıyı bilen üç-beş kişiden birisiydi. Yazdı ve saldı:  

  ELİF’İN AĞIDI

Elif bacım sefil bacım
Nasıl dinecek bu acım
Beni bırakıp da gittin
Getirmeye yetmez gücüm

Bacım demeye doymadım
Bir tek kötü söz duymadım
Ölüsü Antep’te kaldı
Bir kürek toprak koymadım

Bu yol böyle yol mu idi
Kapınızda kul mu idi
Ölüsü bile gelmedi
Namusuna zül mü idi

Baştabip bohçasın vermiş
Kimsesizdi gömdük demiş
Altı çocuğun anası
Kabrini bilen olmamış

Şerif bacım yaşlar döker
Çocuklar boynunu büker
Hacı Resul’ün kızları
Gidiyorlar teker teker

Ölüm gitmiyor ağrıma
Taşlar basarım bağrıma
Onu benden önce aldı
Sitem ederim Tanrıma

Ben yandım seni de yaktım
Yenge derdine bıraktım
Cahil idim bilemedim
Senin yuvanı da yıktım

Evliliğin sana yüktü
El kızı üstüne çöktü
Çok düşündüm çok taşındım
Çocuklar boynumu büktü

Kadir kuzu gibi meler
Hacının gözleri dolar
Avunmuyor anam kızı
Şerif saçlarını yolar

Ne diye Omar ne diye
Bohçası geldi hediye
Yaz geldi Elif gelmedi
Aşiret çıksın yaylaya.

Elif bibim Ahmet dayıma nişanlı iken, kendi emmisinin oğluna nişanlı olan anamı babam kaçırmış. Aralarında bir gönül bağı olmuş ve töreleri yıkmışlar. Anamın babası Hacıkaye dedemi oğulları ve yakınları, Ahmet dayımla Elif bibim arasındaki nişanı bozmaya ve silaha davranmaya zorlamışlar. Hacıkaye dedem izin vermemiş. Babam için “O deli bir adam. Bu kadar delilik ona az bile gelir. Daha fazlasına izin veremem. Ben gelinimden ve Hacı Resül gibi bir dostumdan vazgeçemem” demiş. Ama, son nefesine kadar da anamla konuşmamış. Ölmeden birkaç saat önce “Çağırın da Gümüş gelsin” demiş. Anam gelmiş, elini öpmüş. Dili zor dönüyormuş. “Ben seni bağışladım, sen de bana kırılma artık, kırgın gitmeyeyim” demiş. 

Hacıkaye dedem haklı çıkmış. Babam deliliğe devam etmiş. Anamın üzerine başka kız kaçırmış. Ama bu sefer Ahmet dayım Hacıkaye dedem kadar akıllı davranmamış, kışkırtmalara kapılmış ve “O benim bacımın üzerine yenge getirdiyse ben de onun bacısının üzerine yenge getiririm” diye Elif bibimin üzerine bir hanım daha almış. Bir taraftan arka arkaya doğan altı çocuk, bir taraftan yenge kahrı, bir taraftan da kocası ile abisi arsındaki tatsızlıklar Elif bibimi çok yıpratmış. Kırkına varmadan yatağa düşmüş. Dayım Antep’e doktora götürmüş ve hastaneye yatırmış gelmiş. Daha sonra gittiğinde Elif’in yalnızca bohçası ile dönmüş. Babam da bacısına yukarıdaki ağıdı yakmış. 

Açıklama
 
1. Sokesen : Son çocuk
2. Kel Şeker : Şeker Omar’ın gerçekte kel olduğunu sanmıyorum. Takma ad olsa gerek.
3. Gül sokmak : Başa gül takmak
4. Dolantı : Gidip gelinecek konu komşu, hısım, akraba
5. İki dağın çatı : İki dağın birleştiği yer
6. Köm : Hayvan ağılı
7. Cılgı yol : Patika
8. Kapsalık : Kapı yerine geçen çalı, çırpı, sundurma gibi şeylerden yapılmış kapı
9. Toga : Ayran ve yarma ile yapılan yaz akşamlarının değişmez çorbası
10. Gölük tıhlaması : Eşek, katır gibi yük ve binek hayvanlarının burundan çıkardığı ses

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress