Skip to content
Prof. Dr. Osman GökçeBu sayfa ulusumun, ülkemin, devletimin ve tüm insanlığın yararına olduğuna inandığım bilgilerimi, deneyimlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı ilgilenen herkesle paylaşmak, tartışmak, geliştirmek ve böylelikle doğrularda, güzelliklerde ve iyiliklerde hep birlikte buluşarak çoğaltmak ve bütünleşmek için açılmıştır. Prof. Dr. Osman Gökçe
  • Ana Sayfa
  • Yazılar
    • Güncel
    • Anılar
    • Öyküler
    • Tarım
    • Ormancılık
    • Çevre
    • Genel
  • Yayınlar
    • Makaleler
    • Bildiriler
    • Kitaplar
  • Şiirler
    • Şiir Seçkisi
  • Ericek
  • Duyurular
  • Fotoğraflar
  • İletişim

ORTA OBALILAR

16 Haziran 2010 0 comments Article Ericek

 

Cağlak Deresi’nin Esendere ile buluştuğu yerin solunda Kara Yusuflar vardır. Ben Kara Yusuf’u tanımam, oğlu Ayci ve Hasan’ı bilirim.

Ayci sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmiyorum ve bulamadım. Ancak Ericek’te, Havcılar’da, Müdürler’de ve Kınıkkozu’nda bu adla anılan epeyce kalabalık kişi ve aileler vardır. Orta Oba’nın sol alt köşesindeki Karabaş Ayci ve Karabaş Ayciler ailesi de bunlardan birisidir.

Kara Yusuf, Karabaş Ayci derken bir de düşündüm ki bizim köyün neredeyse yarısının adı ya da takma adında karalık vardır. Bir kere, biri Seferler’de, biri Kabalcılar’da ve bir diğeri de Haytalar’da olmak üzere üç adet Götağra (Götü Kara) Memmet (Mehmet) vardır. Bizim köyde, ben bu takma adın, hiç yadırganmadan ve abes bir şey akla gelmeden, günlük herhangi bir sözcük gibi söylendiğini düşünüyorum. Belki, bana anlatılan bir olay dışında, o kişilerin yüzlerine karşı böyle denmiyordu ama o kişilerden sözedilirken örneğin Seferler’in Götağra Memmet, Kabalcılar’ın Götağra Memmet ya da Haytalar’daki Götağra Memmet diye konuşuluyordu. Ne yadırganıyor, ne gülünüyor ve ne de ayıp karşılanıyordu.

Daha önce de yazdığım gibi Asiye annem Çeçendi. Dili zayıftı. Babam bir kış günü “Götağra Memmet’e seslen de bana gelsin” demiş. Bu Kabalcılar’ın Götağra Memmet’i oluyor. Kırçıl iri bir köpekleri vardı. Asiye anam eline bir değnek almış, diz boyu kar, ev tepede, köpek saldırıyor, Asiye anam aşağıdan yukarı bağırıyormuş “Götağra Memmet abi, Götağra Memmet abi” diye. Köpeğin sesi ve Asiye anamın bağırtısı üzerine Götağra Memmet ve bir kaç komşu dışarı çıkmışlar. Asiye anam “Bire Götağra Memmet abi, itin de çok yavuzmuş, beni parçalıyordu, sesimi zor duyurdum,  Omar seni istiyor” demiş ve Asiye anam dışında herkes gülüşmüş. Asiye anam bu olayı daha sonraları bizlere anlatırdı ve artık kendisi de dahil hep beraber gülerdik.

Bir baksanıza Kara Postal, Kara Ali, Karaca Bekir, Karaca Mıstık, Kara Omar, Kara Ahmet, Kara Duman, Karolar, Kara Memmet, Kara Mustafa, Kara Osman, Kara İbrahim, Kara Elif, Karaca, Vel’ağra (Veli Kara), Kara Yeter, Karacaoğlu Emine, Sefer Kara, Kömür, Kara Süllü Omar, Kara Melekler, Kara Melek Omar, Karacaoğlu Hasan, Karacaoğlu Kadir ve daha onlarca karalı ad, takma ad ve aile adları var hepsi kara, katran kazanına düşmüş gibi. Zaten benim adım da, birden çok Kara Osman olduğu için,  Hacı Resullerin Kara Osman’dır.

Buna karşılık, diğer renklerle oluşturulmuş kişi ve aile adları sınırlı sayıdadır. Bunlar Ağcalar, Göy Omar, Göy Halil, Göy Sultan, Göy Hasanlar, Göy Hürü, Kırmızı Durdu, Sarı Osmanlar ve Yaşıllar’dan ibarettir.

Ağca bizde ad olarak da kullanılır. Yalnızca bir renk ifade ettiğinden de çok kuşkuluyum. Beğenmeyip, küçük görüp, köylülüğünü açığa vurduğunu düşünüp değiştirdiğine bakılmasın, Havcı Hasan Mustafa’nın ve Şerif bibimin büyük oğlu Erdinç Ergin’in asıl adı da Ağca Toplama’dır. Türkiye’nin resmi nüfus sayımı sonuçlarına göre ise her 24 448 kişiden birisinin adı (Ağca) dır (1). İster bir rengi ifade etsin, isterse de benim bulamadığım başka anlamları da bulunsun, kişi adı olarak Ağca sözcüğünün küçümsenir bir yanı olduğunu düşünemiyorum.

Yunus’un “Bu dünyada üç nesneye, yanar içim göynür özüm-Yiğit iken ölenlere, göy ekini biçmiş gibi” dizelerinde dillenen ve Azeri’nin “Aylı gece, serin külek , göy çemen” adlı çok sevdiğim türküsünde nağmelenen göy sözcüğü köyümüzde kara sözcüğünden sonra en çok kullanılan renk sıfat durumundadır. Benim soyadım da Göğceler ya da Gövceler biçiminde söylenen sülale adımızdan gelmektedir.

Kırmızı Durdu, Ger Ali’nin ikinci hanımından oğludur. Çocuklukta yanakları kırmızı olduğu için ona bu takma ad verilmişti. Bu metinleri yazarken Durdu’nun vefatını duydum, duygulandım ve üzüldüm. Toprağı bol olsun.

Soyadları da Sarıçoban olan Sarı Osmanlar sülalesi üç-beş aileden ibarettir. Kendi hallerinde sessiz insanlar olarak tanıdım ben onları. Fakat, eskiden öyle değilmiş. Aileye adını veren Sarı Osman, Tecirli’nin namına yakışır bir biçimde, çalıp çırparak yaşarmış.

Bir akşam, Sarı Osman oturduğu yerde oturamıyor, tek gözlü  evin içinde dönüp duruyormuş. Yanılmıyorsam, adı Hürü olan eşi “Bire Osman sana bu gün ne oldu? Oturduğun yerde duramıyorsun. Her gün erkenden yatardın, bu gün gidip mitilinin altına girmiyorsun.” demiş. Sarı Osman da “Bir şey yok Hürü” diye lafı geçiştiriyor ve fakat bir türlü oturamıyormuş da yatıp uyuyamıyormuş da. En sonunda Hürü patlamış, Sarı Osman da patlamış.  “Allahaşkına Hürü” demiş, “Bu gün bir şey hırsızlayamadım, uyku tutmuyor. Git, yat. Bari senden gizli, şurdan bir mısır bazlaması çalıp yiyeyim de rahatlayıp uyuyayım” demiş.

Sarı Osmanlar’ın Hamza ile Gurruk Ali ve kardeşi Omul ya da Omül’ün  evi bitişikti. Gurruk Ali’nin eşini anımsamıyorum. Bir kızı vardı, adı Melek. Gurruk Melek derlerdi ona. Güzel bir kızdı. Çıngıl Bekir’le evlendi.

Gurruk sözcüğü sözlüklerde yer almıyor. Bir internet sitesinde Türkmence kuyu anlamına geldiğini buldum (2). Bir başka internet sitesinde de fıtıklı kimse anlamına geldiği bildiriliyor (3). Bu sözcük gurruk kuşu, su boşaltma sesi ve güvercinlerin çıkardığı ses olarak da tanımlanabilmektedir.

Omul çobandı. Çok boynu bükük gördüm yaşamımda. Ama Omul’unki başka idi. Tek dayanağı olan elindeki çoban değneğini sanki karşıdakine “Kızdınsa al bu değnekle döv beni” dercesine taşıyordu. Ama ona hiç kimsenin kızdığını ne duydum ne de gördüm. Kendine göre bir saygı ve sevgi uyandırmıştı çevresinde.

Bu adı ona kim vermişti, ne anlama geliyordu bilmiyorum. Sözlüklerde de bulamadım. İnternet ortamında araştırdım. Tıpkı kardeşi ya da abisi Gurruk Ali’nin adı gibi orta Asya’da, Baykal Gölü kenarında rastladım ona. Ekim Devrimi ertesi 1922 yılında Baykal Gölü’nün doğusunda Buryat Özerk Cumhuriyet’ini kuran ve Moğol kökenli olduğu bildirilen Buryatların dilinde bu sözcük bu gölde yaşayan bir alabalık türünün adıdır (4).

Bu bir tesadüf olabilir, sıradan bir benzeşme olabilir ya da kim bilir belki anlamlı bir ilinti de olabilir. Bunları bilemem. Bendeki omul ya da omülün anlamı ezik, boynu bükük, sefil, sessiz, yardımcı ve dost insandır. Çocukluğumdan belleğimde böyle kalmış.

Dul, yaşlı, yumurta gibi yuvarlak, kısa boylu, Durdu ve Bekir adında iki oğlu ve kapısında bir coli köpeği olan Çıngıl Elif, Çinçin Yusuf ve Çinçin Safiye ile komşu idi.

Çinçin Yusuf, Safiye ile nişanlı iken gezici bir satıcı gelmiş köye ve kefiye, yağlık, gazlı (5) vb şeyler satıyormuş. Çinçin Yusuf da nişanlısına bir kefiye almak istemiş. Satıcının bohçasını açtırmışlar, iki nişanlı çömelmişler başına ve  kefiye seçmeye başlamışlar. Safiye’ye bir türlü kefiye beğendirmek mümkün olmuyormuş. O kefiyeyi alıp bu kefiyeyi koyarken Safiye dıvvık diye kaçırmış. Kendisi hiç aldırmamış, çevresindekiler de bozuntuya vermemişler. Ama Safiye ne kefiye beğeniyormuş ne de dıvvık seslerinin arkası geliyormuş. Onun rengi bozuk, bunun pürçüğü kısa, öbürü küçük derken Safiye bir kere daha dıvvıklamış. Çinçin Yusuf artık dayanamamış ve “Ee Safiye, kefiyeyi büyüttün” demiş. Böylece de, buradaki anlamda “Kefiyeyi büyütmek” deyimi Çinçin Yusuf tarafından üretilmiş ve bizlere armağan edilmiştir. Bizim köyde her kim ki işi uzatır, sulandırır ve sabrı taşırırsa “Ee Safiye, kefiyeyi büyüttün” derler adama. 

Çıngıl, Şereflikoçhisar’a bağlı, 89 nüfuslu küçücük bir köy. Bu yörenin

“Elinde çıngıl orak
Gelin, tarlan ne ırak
Yar size geleceğim
Kapıyı açık bırak”

Sözleriyle başlayan bir de türküsü vardır (6). Yerel olarak, küçük üzüm salkımı ve ağaçların uçlara uzanmış ince dalları anlamlarında da kullanıldığı bildiriliyor. Bu sonuncu anlamları bizim köyde de vardır. Ayrıca, çıngıl değil ama çingil, insan boynunun arkası ile iki omuzun üstü anlamına yani boynun kökü anlamına da gelir bizim köyde. Çocuklar çingile binmeyi çok severler. Ayakları iki yanağın yanlarından sarkar biçimde, elleri başınızda ya da ellerinizde, gıçı da boynunuzun kökünde olarak gezdirilmekten hoşlanırlar.     

Çinçin ise Ankara Altındağ’da bir belalı semtin adıdır. Buraya Ankara’nın Kasımpaşa’sı yakıştırmasında bulunuluyor. Her evde aranan bir kişinin bulunduğu, sabıkalıların burada saklandığı ve polislerin de salavatla girdiği bir semt olarak tanımlanıyor (7). Bu sözcük için sözlüklerde bir karşılık bulamadım. 

Cami Mahallesi’nin alt ucunda yani Esendere’nin kıyısında Sarı Osmanlar, üst ucunda da yani Karadışlık’ın dibinde de Kara Osmanlar vardı. Kara Osman, dedem Hacı Resul’un küçük kardeşidir. Erken ölmüş. Benim adım onun adıdır. 

Bizim oralarda ve benim doğduğum yıllarda çocuklara ailenin yaşayan en büyükleri ad koyarmış. Örneğin, Babamın ilk çocuğu kız olunca Kocaanam (Babaannem) bebeğin adını vurmuş ve  “Anamın adı olacak. Bunun adı Ataş Habba” demiş. İkinci çocuk oğlan olmuş. Adını Dedem vurmuş, “Kardeşim geldi” demiş ve adını Ali koymuş. Ben Hacılar Bayramı’nda yani Kurban Bayramı’nda dünyaya gelmişim, 1940 ya da 1941 yılında. Nüfusta 1940 yazıyor. Dedem “Gördünüz mü Kara Kardeşi’mi, bakın Hacılar Bayramı ile birlikte geldi. Bunun adı Kara Osman olacak ama bir de Hacı’sı var, Allah böyle nasip etti” demiş. Çocukluğumda Deli Osman ya da Kara Osman diyenler de oldu ama Çokcası Hac’Osman (Hacı Osman) derdi bana. Köyümdeki adım hala budur.

Konu buraya kadar gelmişken, çocukluğumda ve sivilceli çağımda beni bir yerimden değil bir çok yerimden kuşatan bir duygu yumağının oluşmasına neden olan bir ad vurma olayından söz edeceğim.

Cami mahallesinin Esendere kıyısındaki sakinlerinden birisi de Kocalar ailesiydi. Adları Osman, Kel Şeker (Şeker Ömer), Ahmet ve Kör Hüseyin olmak üzere dört kardeştiler. Osman’ın oğlu Çerkez, Ahmet’in oğlu Teğmen (İsmail) ve Kel Şeker’in oğlu Yusuf akranım, sınıfdaşım ve arkadaşlarımdı. Döğüşürdük, barışırdık. Yusuf’un evine de gider gelirdim. Yusuf’un bir bacısı vardı, bizden bir kaç yaş küçüktü. Büyüğü ile, küçüğü ile bütün Kocalar ailesi topluluğu ona Ana diyordu. Ana güzel, ağır başlı, uzak gibi yakın, sevgi ve saygı uyandıran bir kızdı. Anlaşılan o ki Kocalar’ın dört kardeşin anaları, bu Ana denen kızın doğumundan kısa bir süre önce ölmüş ve bu sırada  dört kardeşten birisi olan Kel Şeker’in bir kızı dünyaya gelince analarının adı bu kıza verilmiş ve bütün bir aile de analarının adını söylemek yerine o kıza yalnızca Ana demiş olmalı.

Doğrusu o günkü çocuk kafamla ve bu günkü yetmişlik kafamla da böylesi bir davranış biçimine, böylesi bir gelenekselliğe hep imrendim ve imreniyorum. Ama yerinmiyorum. Çünkü oğluma, kardeşim Kasım, bizim köyde bazı ailelerde büyük erkek kardeşe dendiği gibi Agam diyor, ben de Abim diyorum.

Ben Isparta/Eğridir’de Kavakçılık Araştırma İstasyonu’nda çalışıyordum. İlk defa orada, genç bir mühendis iken tanık oldum, yaşayanların adının yeni doğanlara verilmesine. Şaşırdım. Çünkü, o yıllarda bizim köyde böyle bir gelenek yoktu. Böyle bir davranış, yaşayanlara karşı, onların ölmelerini istiyormuş gibi yorumlanıyordu herhalde. Onlara saygısızlık edilmiş sayılır gibi bir izlenim içindeydim. Şimdi de bu izlenimi, bireysel bir izlenim ve yorum olarak da düşünmüyorum. Bendeki bu izlenim toplumsal bir izlenim olmalıydı diye düşünüyorum.

 Bir kişi ölür ve onun adı konulmazsa da “Adı battı, adı yerde kaldı zavallıcığın” diye o kişi adına yerinme ve üzüntü duyguları belirtilirdi. Böyle bir durum ölenin ya kimseciklerinin olmaması ya yaşarken kimse tarafından sevilmemesi ya da geride kalan yakınlarının vefasızlığı olarak değerlendirilirdi.

Ancak, ben bunu burada bir ad verme olgusu olarak açıklıyorum. Bunu açıklamam, yeni ad üretimlerine, ad çeşitliliği ve ad zenginleşmesine karşı olduğum anlamına gelmemelidir. Ama, bir zararı yoksa, gelenekselliği de çok önemsiyorum. Tersinin, toplumsal hafıza kaybı yaratacağı gibi bir tür endişe taşımaktayım. Yani eski adların kaybolmasını da uygun görmüyorum.

Ben sekiz aylıkken ölmüş olan dedemin ad verme konusunda ki düşüncelerini elbette bilemem. Ama, ölen kardeşinin adını bana vermekle ailemizin hafızasının canlı kalmasına katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Belki de daha çok bu nedenle, adını taşıdığım dedemin kardeşi Kara Osman hakkında başkalarından daha çok bilgi sahibiyim. Ayrıca, bu gün hayatta olan Kara Osman’ın torunlarına da diğer kardeşlerimden daha çok ilgi duyar gibiyim.

Adım sahibi yani Göyceler’in Kara Osman’ı, benim çeşitli kaynaklardan öğrendiğim  Tecirli’nin namını en iyi yaşatan bir yoksul ve bir gözü kara adamdır..

Tecirli’nin namı ile ilgili çok öykü dinledim. Bu günkü Tecirliler bu öyküleri  hala biraz övünerek,  biraz da eğlenerek ve gülüşerek neşe ile anlatırlar. Aşağıda, bu öykülerden köyümüze ve Kara Osman’a özgü olan birisini anlatacağım:

Kara Osman da Orta Obalı yani Cami Obası’ndandır. Ama, cami ile arası çok da iyi değildir. Bir gün dayısı Arapoğlu Mustafa Ağa büyük yeğeni ve abisi dedem Resul’u çağırmış ve “Etsedik (8) yeğenim. Tülüce’ye varıver de Çerkezlerden üç beş davar getir, yiyelim” demiş. Dedem bir gitmiş pir gitmiş, bir türlü gelmiyor. Arap Ağa meraklanıyor, kaygılanıyor, yakalandı galiba diye telaşlanıyor ve küçük yeğeni Kara Osman’ı çağırıyor. Ona “Senin beceriksiz, sünepe kardeşin biliyorum adam olmayacak. Etsedik, şurdan üç beş Çerkez davarı getir de  yiyelim dedik. Gitti gelmiyor. Başına bir iş gelmiş olabilir. Şunun arkasından git de hem kendini hem de davarları getir” demiş. Kara Osman kuşluk vakti, değneği kıvratmış çıkmış yola. Akşamüzeri önünde 10-15 davar, arkasında süklüm büklüm dedem Resul ile gelmiş dayısına. Arap Ağa “Hah” demiş, “Benim aslan yeğenim, adam dediğin böyle olacak işte” diyerek Kara Osman’ı yüceltmiş ve  “Resul’e sahip olun, korkarım bu çocuk aç ölecek” diye de ona öğüt vermiş.

Bu tür öykülerin yaşandığı dönemler değişti. Delikli demir çıktı mertlik bozuldu. Kara Osman öldü. Kara Osman’ın iki oğlundan biri olan Kara İbrahim de arkasında dul bir hanım, eşikte beşikte ve belemede bir kız ve bir erkek çocuk bırakarak genç yaşta öldü. Baba ocağını tütütmek diğer oğlu Kara Mustafa’ya kaldı.

Kara Mustafa babası gibi gözü kara değil, bahtı karaydı. İki gözlü toprak bir damda dul bir ana Kara Elif, dul bir kaynana Melik Karı, eşinin bacısı iki yetim çocuklu dul bir kardeş avradı, kendi eşi ve iki çocuğunun sorumluluğu sırtına sarıldı, omuzuna yüklendi. Düştü, kalktı, süründü ve sürüklendi. Ekmeğe dut kurusu dürerdi yerdi, domates pekmezi (Salçası) sürerdi yerdi. Yoksul demek de ne ki Adanalı’nın dediği gibi “Allahına kadar” yoksuldu. Çok dayanamadı, gazete kağıdına sarılı kaçak tütün cuğarası (sigara)  içe içe elliyi bulamadan öldü.

Cami Obası’nın en aylak ve en boşboğaz kişilerinden birisi, Kürt Hasan’dı. O da camiye gidenlerden değildi. Askerden muaf olabilmek için tetik çekecek sağ elinin işaret parmağını nacak ile kendi kendine kesen adamdı. Patır kütür konuşurdu. Büyük oğlu Hanifi kumarcıydı. Küçük oğlu Givik Hasan yaştaşım ve ehliz bir çocuktu. Analık elinde büyüdü.

Allahına kadar yoksul olan Kara Mustafa’nın kapısının önünde bir dut ağacı vardı. İkide bir Kürt Hasan gelir, duta çıkar ve dut yermiş. Daha doğrusu Kara Mustafa’nın dul anası Kara Elif onun dut yediğini düşünürmüş. Bir gün “Hasan, yeter yediğin. Yetimlerin zaten yiyecek bir şeyi yok. Daldaki iki dutu da sen topluyorsun” demiş Kara Elif. Kürt Hasan da “ Bire Elif bacı benimki dut yemece değil, gönül eğlemece” diye yanıt vermiş. Meğer Kürt Hasan dut ağacına çıkar, dut yer gibi gözükerek komşu evdeki bir kadınla aşna fişne olmaya çalışırmış. Köyümüzde kullanılan “Benimki dut yemece değil, gönül eğlemece” deyimi böylece ortaya çıkmış.

Kürt lakabı Ericek’te çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Vurulduğunda kızının yaktığı ağıdını daha önce yazdığım Kürt Ali, kışı Osmaniye’de yazı Ericek’te geçiren şahane tembel Kürt Halil, askerlikten kurtulmak için parmağını kesen Kürt Hasan, köyümüze iç güvey olarak giren Kürt Abdullah, Pasinler’den geldiği söylenen Kürt Yusuf ve Kürt İsmail, köyümüzden okuyup da öğretmen çıkan ilk üç kişiden birisi olan  Kürt Mehmet Kürt lakaplı köylülerimizdir. Ayrıca, Kürtçe adlı ya da takma adlı kişi ya da aileler vardır. Kürtçeler, Kürtçe Osman, Kürtçe Hasan (Minik Hasan), Poluçların Kürtçe, Irafan Koca’nın oğlu Kürtçe, dayım Tatar Hüseyin’in oğlu ve düğünlerimizin türkücüsü Kıllı Kürtçe  bunlardandır. Dahası, köyümüzde bir de Kekolar ailesi vardır. Bilindiği gibi keko, Kürtçe kardeş demektir.

Elbistan Maraş arası kervan yolu Ericek’ten geçer. Taa Gürün’den, Kangal’dan yani Sivas ilinden ve Binboğa Dağı’nın eteklerinden  beri Afşin ve Elbistan üzerinden Maraş’a ve oradan da Amik Ovası ve Çukurova’ya gidecek olan yolcular ve sürüler Berit Dağı’nın dibindeki Ericek’e gelince soluklanırlar ve dinlenirler. Özellikle yaz ayları dışında, karlı kışlı Berit dağı’na sarmadan önce bir gece Ericek’te kalıp güç toplarlar. Ertesi günü vururlar kendilerini zorlu dağ yollarına.

Aynı şekilde, Maraş yönünden gelen yolcular da bu yolculuğun en maceralı ve tehlikeli bölümünü kat edip, Çavdarın Gedik’ten aşıp deveyi düze indirince yani ovaların başladığı Ericek’e gelince eğlenip rahat bir nefes almak ve dinlenmek isterler.

İşte, kekolar ailesine bu adı kazandıran Keko Mehmet, kervan yolu yolcularının bu gereksinimini farkedebilen bir köylümüzdür. Kervan yolunun Kürt yolcuları bu adı vermişler ona ve kardeş demişler. Kendisini tanımam. Ama oğlu ya da torunu olduğunu sandığım akranım Çöpten Ali’yi tanırım. Üvez sesi gibi sıtma yemiş incecik bir sesi vardı. Nahar (9) güderdi. Dağarcığında kuru ekmek ya da bazlama olurdu. Boynu çöp gibiydi, yüreği insan.

Kimse kimseye durup dururken kardeş demez. Kürtler de herkese kekom demezler. Diyorlarsa bir nedeni olmalıdır. Kervan yolu yolcusu Kürtlerin Ericekli bir Tecirliye kazandırdıkları Kekolar takma adının bulabildiğim öyküsü bu kadar sade değil. İşin altında, çok da yayılması uygun görülmeyen ve birilerini inciteceğinden çekinilen bir aşk öyküsü ve can kurtarma macerası vardır. Yeri ve zamanı gelince bu olayı ayrıca yazacağım.  

 Bu sayılanlar da dahil, köyde “Ben Kürdüm” diyen bir Allahın kulu görmedim. Dolayısı ile Kürt ve Kürtçe ad ya da takma adlarının burada bir etnik özellik taşımadığı düşünülmektedir. Bunların daha çok bir benzetme sıfatı niteliğinde kullanıldığı akla gelmektedir.

Ayni şekilde, Cami Obası’nın Kör Avşar’ının da Avşarlıkla ilgili olduğunu sanmıyorum. Avşarlarla Tecirliler arasında ilişkilendirmeler bulunsa da, gerek bizim Kör Avşar’ın ve gerekse de komşu köyümüz ve aşiretimizden olan Tombaklı Ali Ağalar’ın yaşıtım kızı Avşar’ın adları Avşar kökenli olmakla ilgili değildir. Bu Türkmen aşiretinin adı Ericek’te bir erkeğe , Tombak’ta da bir kıza ad olarak konmuştur yalnızca. Elbette böyle bir adlandırmanın da bir anlamı olmalıdır. İşin bu yönünü adbilimci uzmanlara bırakmak daha uygun olur sanıyorum.

Kürt Hasan’nın kardeşi olan ve çulhalık da yapan Dilli Kirtik kendi el emeği ile kayanın üzerine ahşap doğramalı iki kat ev yaptırınca avradı da iki etti ve yeni doğan oğluna ufacık dağları ben yarattım dercesine Derebeyi adını koydu. Komşusu Kurt Mustafa da erkek bir torunu olur olmaz ona Kumandan adını verdi.

Kara Yusuf’un kızı ve Kekliğin Oğlu İbrahim’in eşi Eşe bir gün aşağıdan yukarı bizimkilere kinaye ile bağırmış ve “Eve sığmazlar artık, Omar Ağa ağıl çevirsin de içine koysun” demişti,  bir kara kışta 13 gün ara ile iki kardeşim Eşe ile İbrahim dünyaya geldiği zaman. Çocukları evlere sığmayacak ve hayvanlar gibi ağıllanacak kadar çoğalınca bütün geçmişlerinin adlarını verdikten sonra  yenilere ad bulmak için Omar Ağa da askerlikle ilgili adlara yönelmişti. Oğlunun birisine komutanı İbrahim Etem Paşa’ya atfen İbrahim Etem ve diğerine de Irak’lı  General Kasım’a atfen Kasım adını verdi.

Tombak’taki Tecirlilerden akrabamız Ali Ağa da, ilginç bir biçimde, ikiz oğlunun birisine Muhammet diğerine de Paşa adını vermişti. Böylece, bildiği iki güç kaynağını evine taşıdığını düşünüyordu herhalde.  

Adları siz koyabiliyorsunuz ama, takma adları çoğu kere adını sanını bilmediğiniz başkaları takıyor boynunuza. Serçe kadar küçük olan Gökçek Hasan’ın büyük oğlu yine serçe kadar küçük olan Cücük Durdu’nun ve Ericek’e Berit Dağı arkasındaki Sarıgüzel köyünden gelip yerleşen çam kozalağı gibi ufak tefek ve yuvarlacık olan Kozak Elif, Kozak Durmuş ve Kozak Ali’nin lakapları da böyle verilmiş olmalı. Oysa, çiçek hastalığı geçirdiği için bütün yüzü çiçek bozuğu olan Gökçek Hasan, Cücük Durdu’nun küçüğüne Ebuseyf (Kılıcın Babası) gibi tumturaklı bir ad vermişti. Sanıyorum Gökçek Hasan’nın gökçekliği yani güzelliği de bu çiçek bozuğu yüzden dolayı başkaları tarafından çirkinliği ile alay etmek için verilmiş olmalıydı. Başkalarının Kötü Eşeler dediği ailenin kendi halindeki Ceceli’si de oğluna yine bu tumturaklı Ebuseyf adını koymuştu. Köyümüzün Ebuseyfleri, hiç kimsede adlarının anlamlarına uygun bir çağrışım ve bir izlenim bırakmazlardı. Tersine, birisi Çaçalar’da olmak üzere üç kişi olan köyümüz Ebuseyifleri kendi hallerinde ipek gibi yumuşak insanlardı. Ayrıca, onların köylümüzün dilindeki adı da Ebuseyf değil Abüsoh’tü.

Kafasını bilemem ama kalıbı yerinde olan Hacı Mehmet Hacı tazı beslerdi, kafeste keklik beslerdi. Demek ki avcı idi.  Bizim köyde hemen her evde bir it vardı. Ama tazı belki de yalnızca bu evdeydi. Tazının sırtında bir çulu vardı ve hiç havladığını duymadım. Tazı gibi kuyruğunu kıstırıp gitmek deyimi bu hayvanlar için çok uygun bir yakıştırmadır.

Caminin yanında evi olan Açak Osman’ı dudağındaki yaradan ve demirci dükkanındaki demir dövüşünden anımsarım. Açaklar bir aile adıydı ve Açak Osman da bu ailenin  bir bireyiydi. Açak, erkeklere ad olarak da veriliyordu. Yukarı Oba’dan Kılıç Osman’ın bir oğlunun adı Açak’tı. Yine Yukarı Oba’dan Göy Omarın da oğlunun birisinin adı Açak’tı. Bizim köyün dışında başka yörelerde de ad ve soyad olarak Açak adına rastladım. Ne anlama geliyor acaba diye merakla küçük bir araştırma da yaptım.

Ancak, fazla bir şey bulamadım. Yalnızca bir kaynakta Çağatayca Kucak, Agoş ve Kenar anlamlarına geldiği bildiriliyordu  (10).

Bizim yoksulluktan seli Bağdat’a inmiş, çarığı yırtık Tecirli Açak Osman’nın Cengiz Han’nın oğlu Çağatay  Han, Çağatay Hanlığı ve Çağatay Türkçesi ile ne gibi bir ilişgisi olabilirdi onu bilemem. Ancak, Açak Osman’ın bir Yemen yetimi olduğunu biliyorum. Büyükler arasında anlatılırdı. Babası Yemen’de kalmıştı. Kendisi gibi komşusu Göy Sultan’nın kocası da Yemen’e gitmiş, dönmemiş ve Göy Sultan’nın oğlu İbrahim de Yemen yetimiydi.

Dedem Resul, üvey dayım Tatar Hüseyin ve Haşhaş Mehmet Yemen’den dönebilen üç şanslı köylümüzdür. Demek ki Ericek’ten beş kişi Yemen’e gitmiş ikisi gelmemiş.

Yemen şehidinin oğlu Açak Osman’nın sefaletten seli Bağdat’a inmişti de Yemen gazilerinin durumu çok mu iyi idi? Nerede, bin beter. Örneğin, şu Yemen gazisi Haşhaş Mehmet’in yeğeni Veli Kara için bir öykü anlatılırdı köyde.

Veli Kara hastalanmış. Zar zor bir doktora ulaştırmışlar. Doktor hasta yakınlarına “Bu adamın evinde hiç yağ yok muydu? Yağsızlıktan, yağsız yemek yemekten barsakları kurumuş. Artık onları yeniden yaşatmak mümkün değil. Evine götürün de bari kendi mitilinin altında ölsün” demiş.

Bu olayın aslının tam da böyle olup olmadığını bilmiyorum. Ama köyde ve benim çocukluğumda, bu olay tam da böyle olmuş gibi anlatılırdı. Yağsız kabak aşı, yağsız bulgur aşı yani lepeç, yağsız ayran, yağsız patates avcarlaması, yağsız yarma şorası (çorba). Köyde böyle anlatılıyordu işte, diz boyu yoksulluk.

Bir kaşık yağa muhtaç Veli Kara, doktorun dediği gibi, genç yaşta evinde ve mitilinin altında öldü. Onu tanımıştım. Ailemizin işlerinde de çalışmıştı bir ara. Kapkara yüzlü, beti benzi kesilmiş, incecik, zayıf, değnek gibi bir adamdı.  

 Bahtsız Veli Kara’nın evinin sol üst yanında Danabaşlar vardı. Bildiğim üç erkek kardeş ve çok bacı idiler. Erkeklerin adları büyükten küçüğe doğru Yusuf, Ali ve Mehmet’ti. Bacılardan birisi İğde köyünden gelip bizim köye yerleşen Fakılar ailesinden komşumuz Köşger (11) Halla’nın (Halil Ağa) eşi Lara Meryem’di.

Antalya’nın ünlü Lara Plajı ile Lara Meryem’in bir ilgisi yoktu herhalde. Adını, kızını  Mehmet’e vermeyen papazın kızının adından kaldığı ileri sürülen Lara Plajı Ericek’e çok uzaktı çünkü.

Venezuela ve Avustralya’da bulunan Lara adındaki kentlerle de Lara Meryem’in bir bağlantısı olamaz. Arapça ve İspanyolca’da yaygın olan lara soyadları ya da Rusya’da kullanılan lara adları da bizim köye uymaz.

Lara, Yunanca neşeli, Türkçe kadife tenli ve Latince parıltı anlamına da gelmektedir (12) Halla’nın eşi Lara Meryem’in bu sıfatlarla da bir ilişkisi yoktu. 

Bazı kaynaklar lara sözcüğünün mitolojide su perisi anlamına geldiğini bildiriyor (13). Antik Yunanda yer alan Tanrıça Nimphe’nin Türkçe karşılığı, Lar kavmini doğuran ana Tanrıça anlamına geldiği gibi bildirişler de yer alıyor (14). 
Lara, Lauium ırmağı ya da bu ırmağın perisi olarak da karşılıklandırılmaktadır (15). Bu ırmakta yaşayan güzel peri Lara, Zeus’ün Juturne’ye aşık olup eşini aldatmasını Hera’ya ilettiği için Zeus onun dilini kesti ve yer altı dünyasına gönderdi. Yeraltı dünyasına periyi götürecek olan Hermes’ti. Hermes yolda dilsiz periye aşık oldu ve onu cehenneme değil dünyaya götürdü ve onunla da evlendi (16).

Lara sözcüğünün anlamını ararken dilara ve gülara sözcükleri ile bağlantılar kurulduğunu da gördüm. Dilara, gönül alan ve gülara da gül süsleyen anlamlarına gelmektedir. 

 Bende ise, Lara sözcüğü Lara Meryem’in özellikleri ile eş anlamlı idi. İri bir Diyarbakır karpuzu gibi vücudunun her yeri dolgun, köyümüzün en şişman kadını. Yüzü meşin gibi kapkara. Eteğini beline sokup orta yere çıkarak gümbür gümbür bağırmaya başlayınca komşusu Omar Ağa’yı bile köyden kaçıran bir şıltakçı (17) idi. Zavallı Halla’yı sık sık hakladığı da söylenirdi.

Oğlu Mustafa Bilici, bacısı Topal Eşe’nin oğlu Mehmet Köylü (sonradan Köylüoğlu) ve Mehmet Bal ile birlikte köyümüzün üç öncü okumuşu, üç öncü aydınlık insanımız ve üç öncü öğretmenimizdi. Köy Enstitülü Cumhuriyet öğretmenleriydiler. Apaç yollara düştüler, bağırlarını topraklara sürdüler, çocuk yaşta gurbetlere katlanıp Devletimizin şefkatli kollarına sığınarak okudular ve hepimize örnek oldular. Bu üç ışık insanın toplam sekiz çocuğu oldu. Bunların tümü üniversiteyi bitirdi ve 6 tanesi de şimdi ulusumuzun hizmetinde doktor olarak çalışıyorlar. Onların babalarına minnet duyuyor ve kendilerine de gayret diliyorum. 

Orta Oba’nın bir ilginç adı da Papo Sülemen (Süleyman) idi. Biz çocuklar arasında delisek biri olarak bilinirdi. Güya, dağlarda hayvanların sevmediği ve yemediği çiriş,  sütleğen vb bitkilerin çiçeklenip ortasından uzayan kısımlarını “Bana kafa mı tutuyorsunuz? Alın size, alın size” diye  değnekle düşman biçer gibi biçermiş. 

Papo, Türkistan’da Teke ve Cezah aşiretlerinin yaşadığı bir yaylanın adı olarak geçiyor bir kaynakta (18).
Bir başka kaynakta da Kahramanmaraş ili Pazarcık ilçesi Akçakoyunlu köyünün Papo Ali adında bir kişi tarafından kurulduğu bildiriliyor (19). Adıyaman, Urfa dolaylarında ve Fırat boylarında ad önlerinde bu tür kullanımlara sıkça rastlanılmaktadır. Ayrıca, Batı dillerinde ve Yahudi adlarında da bu sözcükle karşılaşılmaktadır.

Ericek’in camisini ve Orta Oba’sını yazıp da Memiş emmiyi unutmak mümkün mü? Ne kendisini, ne erken yaşta saradan ölen arkadaşım küçük oğlu Mustafa’yı ve ne de ilkokul dördüncü ve beşinci sınıfı içinde okuduğum Milli Eğitim’e kiraladığı evini nasıl unutabilirim ki?

Nasıl unuturum Mustafa’yı? Demir çubuğu gibi bir delikanlı. Kaşının üstünde güleç yüzünü süsleyen derin bir yara izi, kardeşim Hacı’dan (Gökhan) kalan. Sevdalanmış duman duman iki gözü, bazen iki çeşme. O da yaylalardan inmiş, yoksul ailesi ile çalışmak ve kışı geçirmek üzere Çukurova’ya sığınmış, kendileri gibi çamurlar içindeki huğlarda yaşayan bir ceylan gözlüye vurulmuş olan sivilceli çağımın can dostu Memiş Mustafa’yı nasıl unuturum? Mustafa paramparça. Osmaniye’ye gidiyor Elvan’a vuruluyor, Ericek’e geliyor Kibar alıyor aklını başından. Durmadan tütün sarıyor Mustafa. Kürt Mehmet, Hafız ve ben de otlakcılık ediyoruz. Zaman zaman, Mustafa’nın tütünü bitiyor, ceplerimizi silkeliyoruz. Dördümüz bir paket tütün parası olan 35 kuruşu zar zor denkleştirebiliyoruz. Mustafa saralı, ikide bir düşüyor. Köyde sara hastalığı o günlerde çok iyi bilinmiyor belki de. Bazıları kara sevdadan olmuş diyorlar. Kara sevda mı, ak sevda mı bilemem ama Mustafa daha ben lisedeyken öldü.

Ericek’te dağlardan çiriş otu toplayıp eşek sırtında satarak, kışları da Osmaniye’de hendek atarak geçimini sağlayan ve Mustafa’sını büyüten köydeki bilinen adı ile Çirişçi Memiş dindar gözüken birisiydi. Mustafa ile arkadaşlık yaptığım liseli yıllarımda oğlunun arkadaşı olarak bana sevgi ve ilgi gösterirdi. Köyün içine gidiş gelişlerimde evinin önünden geçerdim ve her karşılaştığımızda konuşurduk. Bir gün akşam üstü, komşusu Göy Hürü’nün tek katlı evinin damında otururken oradan geçiyordum. Memiş emmi her zaman yaptığı gibi, başkalarının duymasını istermişcesine yüksek sesle Arapça dualar ediyordu. Selamladım ve takıldım. “Memiş emmi, Peygamber Efendimizin nuru cemalini gördünüz mü” diye sordum. “Oo Osman’ım onu çoktan gördük. Şimdi öbürünü,  Cenabı Zülcelal Hazretlerini görmeye çalışıyorum” dedi. Ben de başka türlü bir iki yüzlülükle “O da olur inşallah Memiş emmi” dedim ve üç beş kelime daha konuşarak ayrıldım. Daha sonra Mustafa’ya bu olayı anlattım. Gülüştük.   

Ericekliler gümüşü çok seviyor olmalı. Köyümüzde gümüş adında çeşitli yaşlarda birbirinden güzel bir çok bayan vardı. Hacı Resul’ün gelini Gümüş, Kara Ali’in eşi Gümüş, Kır İbrahim’in kızı Gümüş, Kocalar’ın Ahmet’in kızı Gümüş, Karadut’a gelin giden Havcı Hasan Mustafa’nın kızı Gümüş ve diğerleri. Ericek’in güzelleri ün salmıştır bütün Elbistan Ovası’na. Hepsi birbirinden güzeldir. Birisi anam olan adını saydığım Gümüşler ise güzellerin de güzeli idiler.

Orta Oba’nın tam ortasında ve caminin alt karşısındaki bir grup ailenin ortak adı da Gümüşler’di. Gümüş Omar, Gümüş Mehmet (Solak Mehmet), Gümüş Ali aileleri gibi.

Gümüşler kabilesi ile aralarında küçücük bir dere olan diğer bir aile grubunun adı da Kötü Eşeler’di. Kötü Eşeler kötü huyluluktan almamış olmalılardı lakaplarını. Çünkü onların hepsi iyi insanlardı. Sessiz ve sefil. Yani boyunlarını içine çeken yoksul aileler. Kötü Eşeler’in Ceceli, Titrek Durdu, Yoğun Kadir ve Kurular’ın Ceceli birbirine bitişik adeta içiçe yaşayan ailelerdi.

Kurular’ın Ceceli’nin ve kardeşi olan Yoğun Kadir’in damlarının üzerinde, kış günleri her yer karla örtülü ya da çamur olduğu için oynayacak kuru yer bulamayan biz çocuklar oyun oynardık, yaramazlıklar yapardık. Yaşlılar da Titrek Durdu’nun duvarını duluğunda güneşlenir, laflarlar ve dokuz taş oynarlardı.

Kurular’ın Ceceli yaşlı ve ince ivez sesli bir ihtiyardı. Bu zavallı ihtiyarı kızdırmak için damının üstündeki bacasından aşağıya pislikler atardık. Ben bu yaramaz çocukların elebaşlarından birisi ve belki de birincisi idim. Bu yüzden bir gün, burnumdan kan gelinceye kadar dayak yedim babamdan. İri elleri ile vurdu vurdu düşürdü beni yere ağzı üstü. Babam ki o iri elleri ile, evden uzakta olduğum okullu yıllarımdaki her kavuşmamızda, iki yanağımı avuçlarının içine alır, burnunu saçlarımın içine sokar, koklar ve kucağının sıcaklığında severdi beni.  Bu gün bile babamın yanlış bulduğu her hangi bir davranışım olursa o sert ve tiz sessiyle “Osman” diye seslenişini duyarım arkamdan. İçim titrer, hasretim büyür, onsuzluğum amansızlaşır.

Yerin göğün gömgöy buza kestiği ve söğüt dallarının kırağılarla  püsük kuyruğu tuttuğu bir kış günüydü. Bir koltuğumuzun altında kitabımız, diğerinin altında sınıfın sobasında yakmak için taşıdığımız bir parça odunla düşe kalka okula gidip geliyorduk. Yaşlı babası ile yalnız yaşayan, benim bildiğim kadarı ile de delisek bir kardeşinden başka kimsecikleri olmayan Yoğun Kadir’in sümüklü kızı öksüz Cennet’in amansızlığını da böyle bir kış günü okul dönüşünde gördüm. Yolumuzun üstünde büzülmüştü duvarın duluğuna. İçini çeke çeke ağlıyordu. Başını kucağına almış, kirli ve uzun saçları yüzünü örtmüş, sırtında rekleri solmuş eski püskü basma fistanından başka bir giysisi yok, dünyadaki bütün yaratıklar ve bütün insanlar göğe çekilmiş de yer yüzünde yapayalnız bir tek kendisi kalmış gibiydi. Onun üzerimdeki o günkü etkisini bu günkü dilimle tanımlamaya çalışıyorum. Anlatamıyorum, gücüm yetmiyor.

Cennet’in babasını, sabah ezanı sırasında belki ayakyoluna (20), belki de ahıra mal yemlemeye giderken eşiklikte cin çarpmıştı. Öyle diyorlardı köyde. Herkes duymuştu. Çocuklar arasında Yoğun Kadir’in evinin içinin, önünün, arkasının, her bir yerinin cinlerle dolu olduğu söyleniyor ve ben dahil yolu oradan geçecek olan çocuklar korkuyor ve korkutuluyordu.

Yoğun Kadir’in yüzü gözü eğilmiş bir yana gitmiş, yüzüne bakılacak gibi değil. Bacağı kırılmış kaç yerinden, yatıyor mitilin içinde, ayağa kalkacak gibi değil. Ne etsin, ne tutsun zavallı  Cennet. Evin içi dolu cin. Babası cinli, çarpılmış. Cinler babasını kaldırmış kaldırmış yere vurmuşlar, kaldırmış kaldırmış yere vurmuşlar. Ne etti de kızdırdıysa onları? Ayaklarına mı basmış, kollarına mı basmış, başlarına mı basmış? Buna benzer şeyler anlatılıyordu.

Cennet, Yoğun Kadir ve hergün geçtiğim cinli yol günlerce düşüme girdi. Korkuyordum, kimseciklere de bir şey diyemiyordum. Bu günkü çocuklar böyle bir şeylere inanmazlar elbette. Ama o günkü koca koca adamlar bile inanıyorlardı böyle şeylere.

Cennet o gün babasız kalmıştı. Cennet çaresizdi. Kara kış kapıda, kar kuşakta. Aç serçeler damların süyüklerinde yiyecek arıyorlar kendilerine. Başka yerlerde bir avuç toprak yok. Karla örtülü bütün yeryüzü. Ama serçeler kanatlı, uçuşuyorlar damlardan damlara, dallardan dallara. Cennet kanatsız. Serçeler umutlu, Cennet umutsuz. Üstte yok, başta yok. Nereye gitsin, kime sığınsın? Damın duluğuna sığınmış işte. Gücünün yettiği işi yapıyor yani ağlıyor. Onun  o günkü  amansızlığını hiç unutamadım. Yıllar sonra, başka bir Orta Oba’lı olan Resul Omar yani babam, Yoğun Kadir’i cinlerin çarptığı gün gibi karlı buzlu bir kış gününde, gözlerini yumunca dünyaya deprem oldu zannettim. O günkü Cennet dikildi annacıma (21). “Haklıydın Cennet” dedim.

 

Açıklama

1. www.ismididikle.com
2. www.turkmenkultur.com
3. www.hekimce.com
4. www.trans-siberia.org , www.biliyormusun.us , www.boyutpedia.com
5.  Gazlı : Renkli ince tülbent
6. www.turkuyurdu.com
7. www.kenthaber.com
8. Etsemek : Canı et istemek
9. Nahar : Sığır sürüsü
10. http://tr.wiktionary.org
11.  Köşger : Saraç
12. www.tombraiderfan.com
13. www.isimbul.net
14. www.nedir.antoloji.com
15. www.toplumdusmani.net
16. www.isimarsivi.com
17.  Şıltakçı : Bağırtgan
18. Koçak, C., “Belgesel Bir Teşkilatı Mahsusa Öyküsü”, www.sabanciuniv.edu.tr
19. www.pazarcik.gov.tr
20.  Ayakyolu : Tuvalet
21. Annaç : Karşı

 

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • YANIK KOKUSU
  • EVRENSEL BAYRAM
  • ZERKA
  • SOSYALLEŞME
  • SABAHIM ÇALINDI

Kategoriler

  • Anılar
  • Bildiriler
  • Çevre
  • Duyurular
  • Ericek
  • Genel
  • Güncel
  • Güncel Yazılar
  • Kitaplar
  • Makaleler
  • Ormancılık
  • Öyküler
  • Şiir Seçkisi
  • Şiirler
  • Tarım
  • Yayınlar
  • Yazılar Çevre

Copyright Prof. Dr. Osman Gökçe 2025 | Theme by ThemeinProgress | Proudly powered by WordPress