GÜNBATIMI EFSANESİ
Osman Gökçe
bilim.ege@gmail.com
www.osmangokce.com
Havcı gerinip gerinip taş atıyordu yörep aşağı, dereye doğru ya da yukarıya dağın doruğuna doğru. “Haydi bakalım sen de at, yetiştir” diyordu. Elif hiç aşağı kalır mı yarışta. “Tamam yarışalım” dedi. Ama Elif bu, yenileceği yarışa girer mi? “Bak kayaya tırmanıyorum, haydi bakalım, sen de gel arkamdan mağaranın tepesine kadar tırmanalım” diye ekledi gamzeli yanağında tatlı ve hınaza (kurnazca) bir gülücükle. Sonra eteklerini topladı basma könçeğinin (şalvarının) içine koydu. Elleri sülük gibi, bağrı sülük gibi sıykıl (kaygan) kayaya yapışarak tırmanmaya başladı.
Havcı bakakaldı arkasından hayranlıkla. Elif kayanın yarı beline kadar çıkınca döndü, baktı aşağıya galip bir komutan gibi ve “Ne oldu, yüreğin yetmedi mi” diye seslendi. Elif, kayanın yüzüne dünyaca ünlü ressamlar tarafından işlenmiş bir cennet kızı gibi gözüküyordu aşağıdan Havcı’nın gözüne. Gibisi fazla, Elif öylesine güzeldi zaten.
Havcı ve Elif bu iki çoban çocuk o gün de üzüldüler akşamın olduğuna ve arkalarına bakarak biri Havcılar’a diğeri Haytalar’a yöneldiler önlerinde hayvanlarıyla. Mağaranın önü ıpıssız kaldı. Güzel sesli Havcı’nın türküsü gitti, su sesi gibi çağlayan Elif’in sesi sustu. İkisi de durgunlaştılar. “Yarın sabah gene buradayız “ dediler karşılıklı, kaval sesi derinliğinde bir sesle.
Havcı’nın koyunları vardı 30-40 kadar. Koyunlar uslu hayvanlar, güdücüsünü yormazlar. Tam da Havcı’ya göre. O etine dolgun ve biraz ağır bir çocuktu. Hareketleri ağırdı, konuşurken de ağır ağır konuşurdu. Havcılar Obası’na adını veren, o güne ve o ortama göre varlıklıca sayılan hatırlı bir ailenin en gencinin oğlu idi. Genç babası ilk oğlu Havcı’yı her işe yüreklendirirdi, girişken ve becerikli olması için elinden geleni yapardı. Bazen bir çocuğun yapamayacağı işlere bile koşar ve onu denerdi. Havcı da babası ne derse onu yapmaya çalışır ve babasının isteklerini yerine getirmek onu mutlu eder ve gururlandırırdı.
Elif’se bir dul avrat çocuğu idi. Haytalar Obası’nda Esendere’nin kenarında iki gözlü bir evde yaşarlardı, bir anası bir de kendisi. Babası ölmüştü. Çığ düşmüştü üzerine yıllar önce . Bir daha evlenmedi anası. “Kızımı üvey babaya hizmetçi etmem” dediği anlatılırdı. Zaten talip olanlar da kuma olarak istiyenlerdi. Elif’in anası bu üç beş evlik dar bir çevrede ikinci kez evlenemedi. Aslında çok sıkıntı çekti ve de çekiyordu. Kocasızlığın, yokluğun yanında bir de bir sürü yılışık sataşmalara dayanmak zorunda kalıyordu. Hele bir domuz herif vardı ki ikide bir kapılarına gelir sözüm ona bir isteğiniz, bir eksiğiniz var mı diye yardımsever görünmeye, Elif’in saçlarını sevmeye ve yakınlık kurmaya çalışırdı. Ama Elif asla saçını o adama elletmezdi.
Bu namussuz herif bir sabah herkes işe güce giderken sanki Eliflerin evinden çıkmış gibi bir görüntü vermeye çalışmıştı. Gece Eliflerin evinde yatmış da şimdi kimseye görünmeden oradan sıvışıyor gibi yapmıştı. Aslında herkese görünmek istiyordu. Elif’in anası ile birlikte olduğunu başkalarına da göstermek ve onları inandırmak istemişti. Kendince adi bir numara ile onu kendisi ile birlikte olmaya zorlamıştı. O gün ana kız avuç içi kadar odalarına çekilmişler ve göyüne göyüne ağlamışlardı. Neyse ki bu pis numaraya kimsecikler inanmamıştı.
Eliflerin iki-üç dönüm tarlaları, 5-10 adet keçileri, bir o kadar da koyunları vardı. Elif koyun ve keçileri karışık güderdi. Bir de bir kara eşekle bir sarı inekleri vardı ama onlar evlerinin çevresinde otlarlar, uzağa götürülmezlerdi. Onlara oğlak ve kuzularla birlikte anası göz kulak olurdu.
Bir gün Elif hayvanlarını doğuya Küçük Mağara’nın önüne doğru otlatmaya götürdü. Dereleri, tepeleri geçti ve karşı yamaçta bir küçük sürü gördü. Kendi kendine kızdı, bu havyvanlar neden bizim otlaklarımıza geliyorlar diye. Elif bu kızgınlıkla o sürüye doğru ilerleyince karşılaşmışlardı Havcı ile. Elif Havcı’ ya çıkışmıştı. Sürüsünü bu tarafa, kendi hayvanlarının yayıldığı otlaklara getirmemesini söylemişti. Havcı yumuşak bir çocuktu, kızmadı, konuştu, otlakları paylaştılar, sonra da arkadaş oldular. Küçük Mağara’nın doğu yüzü Havcı’ya batı yüzü de Elif’e düştü. Barış sağlandı.
Berit Dağı’nın kuzeydoğusuna yani Binboğa’ya bakan yamacında iki mağara vardır. Batısındakine Büyük Mağara derler. Gövdesi dağın içine gömülü, başı yamaca çıkmış küçük bir tepe büyüklüğünde kocaman bir kaya baştır. Daha doğudakine de Küçük Mağara denir, bir zamanlar böyle denirdi. Aslında bu da çok büyüktür. Ancak birincisine göre küçük sayılır. Bunun da gövdesi dağa gömülü, başı dağdan dışarı çıkmış ve ağzını sonuna kadar açmış kocaman bir dev anası başı gibidir. Bu mağaraların kilometrelerce uzun olduğu, dağın altından geçtiği, öbür tarafından yani Maraş’ın arkasından çıktığı, dağın orta yerinde büyük ve derin birer göl olduğu gibi söylentiler vardır. İçlerinde yarasalar uçar pır pır, önlerinden Esendere akar gürül gürül.
Elif her sabah küçük sürüsünü önüne katar, Esendere’yi geçer, Büyük Mağara’nın yamaçlarında, evden çok uzaklaşmadan derelerde, tepelerde hayvanlarını otlatır akşam eve dönerdi. Ama Havcı ile tanıştıktan sonra sürüsünü ne yana sürse yönü Küçük Mağara’ya dönüyordu. Havcı’nın da öyle. Hayvanlar ağıldan çıkar çıkmaz sanki kendiliklerinden Küçük Mağara’ya doğru yönlenirlerdi. İki arkadaş orta yerde buluşurlar, sürülerini otlatırlar, oyun oynarlar, akşamları evlerine dönerlerdi. Her gün değişmeden aynı yiyecek olan azıklarını birleştirirler, birlikte yerlerdi. Elif’in bir küçük kara colisi vardı, Havcı’nın kangalı. Onlar da arkadaş olmuşlardı. Coli çok sak bir köpekti. En küçük çıtırtıyı duyardı. Kangal ise asil, ağır ve güçlüydü. Sürülere gelebilecek her tehlikeyi önleyebilirdi. Laaff diye bir havlayınca sesi Senemin Güne’de patlar, Kandil’den, Kapıkayası’ndan, Livlik’ten gelirdi.
Elif’le Havcı’nın önceleri çocuk oyunu gibi başlayan bu arkadaşlığı gittikçe ısındı ve erken gelen bir bahar gibi erken bir aşka dönüştü. Gönüller dalgalandı, bulandı, birbirlerine karıştı. Duyguları Kamalak Yaylası’ndan, Hürmüz Yaylası’ndan kaynayan pınarlarla kaynadı, çağıldadı. Ağzına kadar mormenevşe dolu derelere aktı, dereleri doldurdu.
Ama alıcı kuşlar gibi güzel günlerin de ömrü kısa olur. Göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Elif’le Havcı’nın güzel günleri de böyle oldu. Önce ayrılık günlerinin habercisi olan hüzünlü güz, sonra kış geldi. Hayvan otlatma işi bitti. Nasıl bitecek diye kaygılandıkları uzun bir kış başlıyordu. Hayvanlar artık evlerde hazır yiyeceklerle beslenecekti. Bir hüzünlü ayrılıştı son ayrılışları. Hafif ve inceden bir yağmur çiliyor, kara dönüyordu. İkisinin de yanakları kızarmıştı soğuktan. Dağın yarı belinden yukarısı görünmüyordu sisten, borandan. Fırtına enginlere doğru, üzerlerine doğru hızla yayılıyordu. “Kaçalım” dediler. Kaçtılar, evlerine düştüler.
O kış her kıştan daha çok kar yağdı. Ayrılık uzadıkça uzadı. Elif ve Havcı’nın gözleri her gün Berit Dağı’ndaydı, Küçük Mağara’daydı. Sabah kalktıklarında ilk olarak dağlara bakarlardı. Hayvanları kar üstünde kuru ot ve dallarla yemlerken, onları derede sulamaya götürüp getirirken, akşam ağıllarına koyarken ve kendileri uzun bir kış gecesi için damlarına girerken gözlerini birlikte hayvan güttükleri yamaçlardan, derelerden, tepelerden ayıramazlardı. Karlara bakarlardı ne zaman eriyecek diye. Yattıklarlarında karların erimesine dua ederler, dilek tutarlardı. Sırdaşları, yoldaşları yastıklarıydı. Yastıklarına anlatırlardı hayallerini, yastıkları saklardı sırlarını. Her gece düşlerinde buluşurlardı Küçük Mağara’nın önünde. Düşleri aydınlıktı.
Kış uzadıkça hayvanların yem-yiyeceği de bitti. Birgün babası hayvanlara yedirmek için ormana dal toplamaya, ökse otu getirmeye gönderdi Havcı’yı. Havcı’nın yönü yine Küçük Mağara’ya doğruydu. Mağaranın önünden geçti, sol arkasındaki Hürmüz Yaylası’na çıktı. Yukarıda sarp yamaçta kocaman bir mezdağa ağacını gözüne kestirdi. Gövdesi silme ökse otu doluydu. Dal kızağını mezdağanın dibine çekti, onu rüzgarda ya da herhangi bir sarsıntıda aşağıya kaymasın diye ağacın gövdesine bağladı. Tırmandı ağaca, aklında Elif. Onun kayaya tırmandığı gibi tırmandı ağaca. Dipten doruğa doğru ökse otlarını koparıp aşağıya ata ata ağacın ucuna kadar çıktı. Oradan Elifin tırmandığı kayaya baktı mutlulukla.
Işıl ışıl bir güneş vardı. Berit Dağı’nın karları milyonlarca, milyarlarca gümüş pullar gibi parlıyordu. Gözünü kamaştırıyordu insanın. Havcı’nın yüreği kabardı. Elif’in arkasından mağaranın kayasına tırmanamadığı günü anımsadı ve hafif bir yerinme ile hafiften gülümsedi. Sonra yanıp tutuşan yüreği ile mağaranın önünde taş atarken gerindiği gibi gerine gerine “Seni seviyorum Elif” diye bağırmak geldi içinden. Çevrede kimsecikler de yoktu. İçinden geldiği gibi yaptı. Bütün gücü ile “Eliiiif seni seviyorum” diye bağırdı…
Bir şey oldu birden, bir kütürdü koptu dağdan. Havcı olanı anlamıştı, çığ kopmuştu. Korktu, koca ağacın gövdesine sıkıca sarıldı. Çığın ağacı sökemeyeceğini ve deviremeyeceğini düşündü. Düşündüğü gibi olmadı. Çığ ağacı altına aldı, çoğalarak aşağıdaki derin dereyi doldurdu. Dere baştan aşağı dümdüz oldu. En dipte, kökünden sökülmüş mezdağa ve ona sarılmış olan Havcı minare boyu karın altında kaldılar.
Çığın gürültüsü Havcılar’dan da Haytalar’dan da duyulmuştu. Konu komşu, emmi dayı gıv ettiler (koştular) sesin geldiği yöne doğru, Hürmüz Yaylası’na doğru. Vardılar ve gördüler ki Küçük Mağara’nın yanındaki derin dere dipten doruğa, ağzına kadar karla dolmuş. Neresini deşeceksin, Havcı’yı nerede bulacaksın? Karanlık bastı, Havcı bulunamadı. Havcı’nın babası, üç gün sonra Ericek’ten gelen yardımlarla Havcı karlar altından çıkarılıncaya kadar geceli gündüzlü oradan ayrılmadı. Bundan çok kısa bir süre sonra da çığ uçmuş derede buldular ölüsünü.
Çığ düştüğü gün kara haberi Haytalar’a Elif’in anasına sarkıntılık yapan o domuz adam getirdi sahte bir üzüntü edasıyla. Bir od düştü Elif’in yüreğine, Küçük Mağaraya doğru koştu.
Karlara belendi, üstünü başını yırttı. Sesi çıktığı kadar “Havcıııı” diye bağırdı. Eşi değil, nişanlısı değil bir el oğlu için bekar bir kızın böylesine kendini el içinde harap etmesini ar etmedi. Geleneği, göreneği aklına bile getirmedi. Ağlayarak akşam karanlıkta döndü eve. Kocası benzer bir çığ düşmesinde ölen anası ile birbirlerine sarıldılar, birlikte ağladılar sabaha kadar.
Bütün kış bütün karlar Elif’in üstüne yağdı, Esendere Elif’in gözyaşları ile aktı. Bahar gelip karlar eriyince Elif Havcı’nın dal topladığı mezdağa ağacına gitti. Hürmüz’ün altındaki derin derede upuzun yatıyordu koca ağacın gövdesi. Elif mezdağanın kırık dallarına, kollarına sarıldı. “Bir şerçe de bir çalıya sığınsa, çalı bile korur serçeyi can alıcı yırtıcı kuşlardan. Sen kocaman Berit Dağı’nın kocaman mezdağa ağacısın. Bir çalı bile olamadın mı? Neden koruyamadın Havcı’mı?” diye inledi, ağıtlar yaktı, gözyaşları döktü.
Elif o yıl da bütün bahar, bütün yaz her gün hayvanlarıyla Küçük Mağara’nın önüne gitti, Hürmüzün Dere’ye indi, yerde yatan mezdağa ağacının gövdesine sarıldı, gözyaşlarıyla doldurdu dereyi. Böyle bir aşka kimsenin aklı ermiyordu. “Bu aşk Aslı’nın aşkından da, Leyla’nın, Züleyha’nın Telli Senem’in ve daha ne kadar varsa bütün ünlü aşıkların cümlesinin aşklarından da ileri bir aşktır. Bu bir aşk değil, aşıklık değil bu aşkın delirmesi, delirtmesidir” diyorlardı. Bu yüzden artık Elif’e Deli Elif, Küçük Mağara da Deli Elif’in Mağarası adını vermişlerdi. Böylece, Havcı da gittikten sonra dünyada bir dul anacığından başka hiç bir şeyciği olmayan yetim Elif’in bir mağarası olmuştu!!!
Sonra güz geldi, güneşin rengi değişti, sarardı, soldu. Elif de sarardı, soldu. Bir akşamüstü güneş batarken Çavdarın Gedik’ten ağrı, Elif Küçük Mağara’nın önünde sırtını bir kayaya dayayarak oturdu. Yüzüne güz güneşinin akşam kızıllığı vurdu. Dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar imrendiler güzelliğine. Elif gözlerini kapadı, kış gelince Havcı’nın ayak bastığı topraklara bile gelemeyeceğini düşündü, daldı… Yılışık bir sesle açtı gözünü. Karşısında o domuz adam vardı.
O akşam Elif’in sürüsünü Coli getirdi eve. Elif gelmedi. Elif’in anasının avazı yamaçlarda yankılandı. Haytalar Obası karıştı, Esendere çığlık çığlık aktı, Berit’in başını duman bürüdü.
Aradan günler geçti, aylar geçti Elif gelmedi. Ölüsü de dirisi de bulunamadı. Herkes kendine göre bir öykü uydurdu bu sırlı olaya. Gerçeğin tümünü hiç kimse bilmiyordu. Ama bir kısmını iki kişi biliyordu.
O iki kişiden birisi yani Elif’in anası yavrusunun başına geleni biliyordu. Kocasının çığ altında kalmasından sonra kaç kez kendi de yaşamıştı bunu. Ama o zaman dayanmıştı Elif var diye. Elif dayanamamıştı işte. “Havcı’dan sonra bu da mı başıma gelecekti” demiş ve mağaranın içine kaçmıştı. Kıvrımlardan, yarıklardan geçerek gide gide bir göle ulaşmıştı. Kendisini göle atmış, yüze yüze karşıya geçmiş ve kilometrelerce düşe kalka, kaya yarıklarına sürtüne sürtüne dağın öte yüzünde gün ışığına çıkmıştı. Bir pınarın başına oturmuş, eğilmiş su içmiş, suda kendi yüzünü ve Havcı’nın yüzünü görmüştü yanyana. Başını dönüp baktığında geriye, Havcı arkasında ona gülümsüyordu.
Onlar muradına ermişlerdi. Her akşam güneş batarken Çavdarın Gediği’nden ağrı Elif Kapıkayası’nda yüzüne vuran akşam güneşi ile parlıyordu. Gülüyor ve anasına sesleniyordu, “Ana ben iyiyim” diyordu.
Elif’in anası böyle biliyor, böyle inanıyordu kızının öyküsüne. Yalnız Elif’in anası değil Haytalar, Havcılar, Yoncalı, Müdürler obalarının, Ericek köyünün yani bütün Berit Dağı halkının ortak inanışı da böyleydi.
Elif’in anası her günbatımında kızı ile buluşuyordu. Elif Kapıkayası’nda anası da iki göz evinin önünde duruyorlar, birbirlerine bakıyorlar, gülümsüyorlardı. Güneşin kızıl ışıkları Berit Dağı’nın başını, sivri kayaların tepelerin terkederken ve Elif’in görüntüsü kaybolurken yücelerden anası içeri giriyor, mitiline sarılıyor ve her gün bir kere daha söz veriyordu kendi kendine.
Bir akşam sözünü tuttu. Elif’în olayının yarısını bilen diğer kişi oradan geçerken kocasından kalan av tüfeğininin tetiğine bastı. Arkasından Kapıkayası’na doğru koştu, “Eliiiif bekle beni” diyerek yamaçlara tırmandı ve o da Berit Dağı’nın bağrındaki iki kardeş mağaradan büyüğünün yani Büyük Mağara’nın içine daldı, kayboldu. Bir daha hiç kimse ne Elif’ten ne de Elif’in anasından haber alamadı.
O günden sonra Deli Elif’in bir mağarasının yanında bir de efsanesi oldu, Günbatımı Efsanesi. Berit Dağı halkı Elif’in görüntüsünün her günbatımında Kapıkayası’nın başında parlayarak göründüğüne, gün batınca kaybolduğuna ve fakat bu görüntüyü ancak gerçek aşıkların görebildiğine inanırlar. Bu gün de o yörelerde aşık olan, yüreği yanan pek çok sevdalılar sevdalarını sınarlar, Elif’in Kapıkayası’na yansıyan günbatımı görüntüsünü görmeye çalışarak.
Bornova, 15 Haziran 2014
Bir yanıt yazın