
YAYLA DEDİĞİN
YAYLA DEDİĞİN
Prof. Dr. Osman Gökçe (E)
Toplumsal yaşamımızda ve kültürel dünyamızda yayla kavramı bir olumlu duygusallık içerir. Yayla ve yaylacılığı konu almış sayısız türkü, şarkı, öykü, roman, resim vb sanat ürünlerimiz vardır. Denilebilir ki kentlimizden köylümüze, patronumuzdan işçimize, üniversite mezunumuzdan elifi görse mertek sananımıza kadar toplumumuzun her kesiminde özlemli bir yayla ya da yaylacılık imgelemesi vardır. Bu bir tür kültürel kendiciliktir. Toplumun kendi kültürünü öncelemesi, önemsemesi ve yüceltmesidir. Saygı ile karşılanmalıdır.
Ancak, gerçeklerle imgeler çoğu zaman örtüşmemektedir. Olanlarla olması gerekenler üst üste gelmemektedir. Yayla ve yaylacılık kavramlarını da bu genelleme çerçevesinde görmeliyiz. Sayfanın önü kadar arkasını da okumak gerekir. Aşağıda, yayla ve yaylacılık konusunda toplumumuzda var olan olumlu ve özlemli kültürel mirasımıza ve bunun taşıyıcılarına elimden geldiğince saygılı olarak, sayfanın arkasını da göstermeye çalışacağım, Berit Dağı’nın başına gelenleri anlatacağım. Uzun ömrüm içerisinde, neredeyse başından sonuna kadar tanığı olduğum bir felaket sürecini olduğu gibi aktarmaya çabalayacağım.
Benim köyüm Kahramanmaraş il sınırları içerisinde bulunan Berit Dağı’nın kuzeye bakan eteklerindedir. Kuzeye yani İç Anadolu ve Doğu Anadolu yönüne bakan etek şeritte birinci sıradaki yerleşim yerleri, batıdan doğuya doğru sırası ile Köme Söğüt, Aşağı Kınıkkoz, Yukarı Kınıkkoz, Müdürler, Küçük Karalar, Haytalar, Yoncalı, Havcılar, Ericek ve Karadut’tur. Bu etek şeritin uzunluğu yaklaşık 30-40 ve genişliği de 2-5 km. kadardır.
Kendimi ve çevremi tanıdığım 1950’lili yıllarda, buralarda yaşayan insanların neredeyse hepsi hayvancı ve yaylacı idi.
En doğuda Karadut köyünün Dağ Obası vardır. Kamalak(sedir) ve kara ardıç ormanlarının içine serpiştirilmiş bir biçimde yerleşmiş olup keçi ve koyun ağırlıklı hayvancılık yaparlardı. Tek tırnaklılardan da katır ve eşek vardı. Dereler ve su kenarları ünlü ceviz ağaçları ile süslüydü. Yedikleri içtikleri hayvan ürünleriydi.
Bir gün kardeşim Bekir’i babam bir iş için burada bir aileye göndermişti. Bekir, sabah çıkıp ancak akşam eve döndüğünde, gülerek kendisinin nasıl ağırlandığını anlatmıştı. Evin hanımı sofraya bir tabak yoğurt, bir tas süt, bir tabak peynir, bir tabak kaymak, bir tabak yayıktan yeni çıkmış tere yağ ve içecek olarak da bir tas ayran getirmiş. Yanında da yufka ekmek. Babam “Daha ne istiyorsun oğlum, kadın evinde olan her şeyi önüne koymuş. Seni padişah gibi ağırlamış”dedi ve hep birlikte gülüştük.
Karadut köyünün Ağıl Obası ise Berit Dağı’nın yavru tepelerinden Livlik’in doğu yamacına yaslanmış diken ardıcı ve kara ardıç ormanlarının içlerine ve alt uçlarına yerleşmişti. Ben yayla öncesi ve yayla sonrası koyun sürülerimizi Hopur’dan aşarır bu ardıç ormanlarının içlerinde otlatırdım.
Bir gün Ahmet dayımın ve Elif bibimin oğlu Mustafa ile sürümüzü buralarda otlattık ve akşam eve döndük. Biraz sonra da her zamanki gibi bilinmez bir yerden babam geldi. Köme (kapalı küçükbaş hayvan ağılı) girdi, sürünün içine baktı ve hışımla “Kuzlacı (Hamile) Karabaş Koyun yok” dedi. Yalnız bu kadar da değil, bir de bakıldı ki Bozo da yok. Bozo bizim Kangal ırkı köpeğimizdi. Hiddetlendi ve Mustafa ile beni “Gidin bulun o koyunu” diyerek geldiğimiz dağlara gerisin geri yolladı.
Karanlık basmıştı. Birbirimize bildirmemeye çalışarak korku ile sürünün geliş hattından yamaçlarda düşe kalka koyun ve köpeğe çağrı sesleri çıkararak gittik. Bozoo Bozoo diye bağırıyorduk, ıslık çalıyorduk. Ses yoktu. Sürünün dönüşe geçtiği son noktaya epeyce yaklaşmıştık. Burası Ağıl Obası’nın arkasındaki diken ardıcı ve kara ardıç karışımı ormanların içiydi. Son bir umutla yine bağırdık Bozoo Bozoo diye. Laf laf diye Bozo’nun tok sesi geldi. Dünyalar bizim olmuştu. Sesin geldiği yere hızla ulaştık. Karabaş Kuzlacı Koyun bir çatal ardıç ağacının iki çatalı arasında sırtüstü yatıyor ve Bozo da oturmuş başında onu bekliyordu.
O gün orada, öğle dolaylarında olan olayı düşündüm. Sürünün önü birden ürkmüş ve sürü gerisin geri dönmüştü. Bozo sürünün önüne doğru saldırmış, havlamış ve geri dönmüştü. Sürünün önünden belki bir tavşan, belki de bir tilki kaçmıştı. Mustafa ile ben bu olayın üzerinde durmamış ve zaten de vakti geldiği için dönüşe geçmiştik. Bütün koyunlar döl dökmüştü yani doğurmuştu. Geç alınan (Hamile kalan) dolayısı ile de doğumu geciken bir tek Karabaş Koyun kalmıştı. İşte sürünün önden ürkmesi sırasında karnı yüklü olan bu koyuncağız sırtüstü çatal ardıcın iki çatalı arasına düşmüş. Biz iki çocuk çoban olayı fark edememişiz ama Bozo fark etmiş ve biz Omar Ağa’nın zılgıtını yiyip gelinceye kadar da koyunu beklemiş.
Karadut’un orta obası olan Ağıl Obası’nın arkasındaki bu ormanların alt ucunun önceleri daha da aşağı eteklere doğru indiği ve Tombak köyünün karşısındaki Köy Obası’na kadar ormanlık olduğu o günlerin bizlerden büyük olanları tarafından söylenirdi. Onlar bu konuda bir de ilginç bir olay anlatırlardı. Bu ilginç olayı çocukluğumda Tombak’ta Habba ablamın kayınbabası Mehir Karaca’dan dinlemiştim.
Kışı zorlu geçen yıllarda koyunların yemi yiyeceği bitince, sürümüzü Tombak’ı merkez yaparak Ericek’ten daha aşağıda olan Aşağı Esendere Bucağı’na götürürdük. Abim Ali ile ben Tombak’ta Habba ablamın evinde kalır ve sürüyü otlatırdık. Kumarlı Havva karının (Habba’nın kaynanası) içine pancar dilimlenip atılmış sabah tarhanasını içer sürüyü karı yavaş yavaş erimiş ve alacalanmış alanlarda otlatırdık. Ali o zaman Tombak’ta bir kıza aşıktı. Ali kaval çalar, Ali türkü çağırırdı. Bense aşık olmaya özenecek yaştaydım. Özenirdim.
Akşam eve gelip, koyunları kapalı yere koyup, aşımızı yedikten sonra iyice yaşlanmış olan Mehir Karaca ve akşam oturmasına eve gelen akranlarının gençlik aşkları dahil bir sürü hikayelerini ve anılarını dinlerdik. Benim daha sonra bir şiirime de konu olan “Yalnız Çam’ın Öyküsü” de bunlardan birisiydi.
Yalnız Çam, Tombak köyünün önünden geçen Esendere’nin Berit’ten geçesinde, çırılçıplak karşı tepelerden birisinin üzerinde ve yeryüzünde kendisinden başka eşi olmayan bir yalnızdı. Vakti ile, bütün çevresi karaçam ormanı olan Berit Dağı’nın alt eteklerinin küçücük mutlu bir fidanıymış. Kıyım olmuş, çevresi boşaldıkça boşalmış. Tombaklı Tecirliler, Köy Obalılar, Sarıgüzelliler bitirmişler bu güzelim ormanları, geriye bu boz bayırlar kalmış. Rivayet o ki bu kıyım sırasında her nasılsa orada yapayalnız kalmış olan Yalnız Çam’ın bir dalını bir gün buradan çift sürmeye giden bir reçber samı (1) için kesmiş. Reçberin kolu çolak olmuş. Reçber çarpılmış. O günden sonra Yalnız Çam kutsallaşmış, kimsecikler dokunamaz olmuş. Habba ablamın cenazesine gittiğimde Baltış’tan baktım Yalnız Çam’a. Yerinde duruyordu. Son olarak yeğenim Yemliha’nın cenazesinde de karşı mezarlıktan baktım ona. Dünyanın en büyük yalnızı yerli yerinde yalnız başına duruyordu. Ancak 5-6 metre boyundaydı. Alazda yapayalnız kaldığı için tepe ve diğer uç dalları rüzgarlardan kuruyor, kırılıyordu. Yalnız Çam büyümeden yaşıyordu. Bir gün onun kutsallığına inanmayan biri çıkar ve balta ile kökünden kesmezse, on yıllar boyu sürdürdüğü kutsal yalnızlığı yaşamaya devam edecekti. Gökyüzünde yıldızlar, yapayalnızlardı. Ama onlar bir çok yalnızlardı. Oysa yeryüzünde Yalnız Çam yalnızlıkta da yalnızdı. Bu gün artık ne Köy Obası, ne Ağıl Obası ve ne de Dağ Obası’nda orman kalmıştı. Yalnız Çam İlahi bir yalnızlık yaşıyordu. Ömrü uzun olsun.
Berit Dağı’nın eteklerini Karadut’tan batıya doğru dolanırsanız Karadışlık’a gelirsiniz. Yani büyüklerin anlattığına göre, Kara Ardıçlık denen tepelere ve yamaçlara gelirsiniz. Bu tepeler Ericek’in arkasındadır ve bizim evden sonra hemen başlar yükselmeye. Benim çocukluğumun içinde geçtiği dedem Hacı Resül’ün evinin mertek, direk, çapkı (2) ve hezenlerinin (3) buradaki kara ardıç ormanlarından kesildiğini, babamdan epeyce küçük olan Kara Mustafa emmim bile hatırlar ve anlatırdı. Benim kuzu gütmeye başladığım yaşta ise önce 200-300 metrede bir, yükseldikçe 100-200 metrede bir ve daha sonra da daha sık olmak üzere bodurlaşmış ve çalılaşmış formda kara ardıçlar vardı.
Tepelerin güney yüzlerine doğru gidildiğinde Yapraklı Güne denen yamaçlara ulaşılır. O zamanlar Yapraklı Güne meşe tırıkları (4) ile doluydu. Buradan kış günü hayvanlar yesin diye meşe dalları kesilir ve basma yapılırdı.
Livlik’ten, Hopur’dan, Karadışlık’tan, Yapraklı Güne’den köylülerimin kış günleri kızaklarla vardı ha, geliyor ha gibi bağırış çağırışlar içinde odun taşıdığı, keçiler için dal taşıdığı, ökse otu taşıdığı ve biz çocukların da bu manzarayı bir eğlence havasında izlediğimiz o günleri şimdi inanılmaz bir özlem ve fakat bir o kadar da üzüntü ile yeniden yaşar gibiyim. Şimdi oralarda tek tük de olsa ne bir tane kara ardıç, ne meşe çalılıkları, ne dalı kolu kesile kesile eciş bücüş hale gelmiş kamalak ağaçları ve ne de ormanlardan toplanan ökse otları var artık. Şimdi oralarda küskün insanlar gibi küskün tepeler, küskün dereler, küskün boz yamaçlar kaldı geriye. İşin ilginç yanı, bu küskünler dünyasında, eskiden olduğu gibi, yeşerip boy atan otlar da kalmadığı için Eicek’in koyun sürüleri, keçi sürüleri ve cor (5) sürüleri de yok artık eskisi kadar.
O günlerin Berit Dağı’nın orman sınırı altındaki etekleri izlenmeye ve gözlenmeye devam edilirse, o zaman beşer onar evlik olan Havcılar, Yoncalı, Haytalar, Müdürler, Yukarı Kınıkkozu ve Aşağı Kınıkkozu obaları ile karşılaşılır.
Havcılar’ın neredeyse hemen arkasından kamalak ormanılar başlardı. Doğu Toroslar’ın en doğusunda ve belki de Toros sedirinin en doğudaki yayılış sınırında idi bu ormanlar.
Bu ormanları en son olarak, İlkokulda iken bir iş için Ağam’ın beni Havcılar’dan Havcı Kadir’in çadırına yolladığı zaman görmüştüm. Ericek’ten bir katıra binmiş, Kıran Deresi’nden Havcılar’ın evlerine çıkmış, oradan da tarifi aldıktan sonra Berit’e doğru yükselerek bir ormanın içerisinde ilerlemiştim. Nefesimi tutuyordum, katırın ayak sesleri bile beni korkutuyordu. Çadırlara yaklaştığımı köpek seslerinden anladım. Ama bu sesleri duyduğumda rahatlamıştım, korkularım dağılmıştı. Köpeklerle baş edebileceğimi bilirdim. Dağın doruklarının dibinde, bir dere yakasında, kaynayan bir pınarın çevresinde bulmuştum çadırları. O kadar yükseklerde idilerdi ki kamalak ormanları bitmiş mezdağa ormanlarının üst sınırına çıkmışlardı ve daha yukarılar ise çıplak dik yamaçlar ve heybetli kayalıklardı. Çadırların sol üst tarafından, geldiğim yolun devamı olan ince bir cılgı yol (6) aşıp gidiyordu Berit Dağı’nın arkasına doğru.
O gün o cılgı yoldan geçmedim, geçemedim. Hevesim ve merakım içimde kaldı. Aradan yıllar geçti. O korkunç olay geldi başımıza ve gökyüzü üstümüze kepti (7). Ağam Elbistan’da ağır cezada yargılanıyor ve hapiste yatıyordu. Lise bitmişti, sınavlara hazırlanıyordum Poyraz Kapısı’nın önünde. Görüş gününde Elbistan’a gittim. Ağam bu cılgı yoldan geçmemi gerektirecek bir görev verdi. Berit Dağı’nın bize göre arkalarında kalan, kabarcık üzümü ve cevizi ile ünlü olan Sarıgüzel köyüne gidecektim. Ağam’ın asker arkadaşı Cenderme (8) Mehmet’i görecektim.
Ertesi günü, Ercek’ten çıktım yola, yaya yapıldak. Ne atımız kalmıştı, ne katırımız. Kıran Deresi’nden geçtim, Havcılar’ın evlerini geride bıraktım. Yaklaşık on yıl kadar önce içinden korka korka geçtiğim ormanları yerinde bulmaya çalışarak hüsranla tırmandım dağa. Ne kamalak kalmıştı, ne de mezdağa. On yıl önceki köpekli kara çadırlar da yoktu yerlerinde. O küçücük ve suyu çekilmiş pınardan yere yatarak koyun gibi su içtim. Kalktım, vakti ile heveslenip ve meraklanıp da gidemediğim cılgı yola düştüm.
Yüksele yüksele, öte yüze aşım noktasında bir bele vardım. Belin üstüne oturdum. Sırtımı Kapı Kayası’na yasladım. Sağımda Elbistan Ovası’na doğru akan Yaralı’yı, solumda Esendere’yi, karşımda başı bozulmuş, süsü püsü elinden alınmış küskün bir gelin gibi duran Livlik’i, Kadadışlık’ı, Yapraklı Güne’yi, Senemin Güne’yi hüzünle seyrettim. Kara ardıçla, kamalakla, mezdağa ile süslü yamaçlar yerine boz bayırlar ve çıplak kayalar kalmıştı geriye ve adeta kızgın kızgın bakıyorlardı bana.
Havcılar’ı en son Şerif Bibimi öbür dünyaya uğurlarken 2006 yılı yazında gördüm. Mezarlığın bulunduğu Kale boynundan Berit’i uzun uzun seyrettim. Hayatta kalan üç beş yaşlı ile, eskiden evlerin hemen üzerinden başlayan ve şimdi yerlerinde yellerin estiği kamalak ve mezdağa ormanlarının başına gelenleri konuştuk aramızda acı acı.
Ericek’e her yıl gidip geliyordum. Ancak, Berit’e çıkmak her zaman mümkün olmuyordu. Başka bir çok engellerin yanında, bir de sağlık engeli vardı. Kalp hastası idim, by passlı idim. Özellikle yakınlarım bu gerekçe ile dağlara tırmanmamı istemiyorlardı.
Yaş ilerlemşti, işin sonuna da yaklaşılıyordu. Tülay bir gün “Bu yaz birlikte çıkalım Berit’e. Ben de göreyim oraları” dedi. O yıl (2003) ağustos sonuna doğru Dr. Tülay (eşim), Dr. Nihal (Kasım’ın eşi) ve Dr. Kasım (Kardeşim) olmak üzere üç doktor nezaretinde çıktık yola. Şoförümüz Şahin’di. Şahin, babasının diliyle Omar Ağa’nın Şahan oğlu ve son çocuğu idi.
Ericek belde olunca, Belediye Başkanı emekli öğretmen Mirza Telli’nin yardımları ile yayla yolları da yapılmıştı. Belirli yüksekliklere kadar hem yaylaların bazlarına, hem de dağ obalarına arabalarla gidilebiliyordu. Anılası ve övülesi bir hizmet gerçekleştirilmişti. Biz de Şahin’nin cipi ile vurduk kendimizi dağlara. Esendere aşağılara doğru akıyordu bir parçamızı alıp götürerek ve biz de dağlara tırmanıyorduk türküler söyleyerek.
Fotoğraf makinem ve kameram yanımda idi. Solda Balamın Pınarı ve sağda Delikli Taşı geçtikten sonra dura kalka, tehlikeli durumlarda bağrışa çağrışa, ara sıra inip cipi omuzlaya omuzlaya ve en güzeli de kamerayı hiç kapatmadan Morun Yatağı’na kadar gittik. Yaklaşık 20-25 km uzunluğunda bir mesafe katettik. Araba yolu bitti. Zirveye ve Karagöl’e varmak için aşağı yukarı daha 5 km uzunluğunda bir yolumuz vardı. Hanımları ve belinde Umman marka tabancası ile ikide bir dağları inleten Şahin’i Oğlak Kayası’nın dibinde, bir pınarın başında bırakarak Kasım’la ikimiz tırmandık dağlara. Daha dün akşam kuzuları yaymadan gelmişim gibi adım adım, karış karış ve taş taş bildiğim bu yerleri hiç zorlanmadan ve zahmetsizce yürüdüm. Kameramız yine hiç kapanmamıştı. Sarı Kaya’nın önündeki, suları iyice çekilmiş Karagöl’de elimizi yüzümüzü yıkadık. Bütün Esendere Vadisi’ni, Ericek’i, Elbistan Ovası’nı, Şar Dağı’nı, Afşin’in bağlarını, Atlas Dağı’nı, Tülüce’yi uçaktan seyreder gibi seyrettik ve Binboğalarla selamlaştık 3014 rakımlı zirveden.
Cipe döndüğümüzde epeyce sitem yedik. Ama değmişti. Aldırmadık, onların gönüllerini aldık. Çocukluğumda Ali ile tırmanma yarışı yaptığımız ve Hacı ile kuzu güttüğümüz Oğlak Kayası’nın dibindeki dölekte, kuzuları suladığımız pınarın başında karnımızı doyurduk.
Öykünün aslını bilmiyorum. Bizim oralarda anlatıldığına göre, Karacaoğlan’ın, bir elden bir ele elinde sazı ile giderken, yolu bir yörük çadırına uğramış. Bir tas soğuk su istemiş çadırdan. Bir yörük kızı getirmiş suyu, içmiş. Karacaoğlan kıza vurulmuş. Duygularını “Elinden bir tas su içtim ya bir daha hiç susamam artık” diye dile getirmiş ve yörük kızının da yüreğini kopararak yerinden vurmuş sazın teline ve düşmüş kendi yoluna, kaybolmuş gözlerden. Ben de yemekten sonra oradakilere bu öyküyü anlatarak “Bir daha acıkmam artık” dedim.
Berit Dağı’nın böğrüne bir tünel gibi giren Deli Elifin Mağarası’nın sağındaki, solundaki yamaçlar boz bayırlara dönüşmüştü. Elinde bir değnekle ve yırtık pırtık giysileriyle Deli Elif diye bir deli kadının yaşadığı söylenirdi bu mağarada. Ben bu kadını tanıdım. Haytalar’dan olduğunu sanıyorum. Çok kez gördüm onu derelerin içlerinden, büklerin arasından yalnız başına geçerek yamaçlara tırmanırken, ormanların derinliklerine dalarken ve bir ruh gibi sessizce kaybolurken gözlerden. Deli Elif, bu gün görseydi buraları, bin kere daha delirirdi diye düşündüm kendi kendime. Çünkü yaşadığı söylenen mağarada, soğuklarda yakacak bir dal parçası bile bulamayacaktı artık zavallıcık.
Havcı Hasanların çadır kurdukları Hürmüz Yaylası’nın, dalları çardak çardak yükselen kamalak ormanları da yok olmuştu. Çadırımızı kurduğumuz Düven Yurdu’nun hemen arkasında yaklaşık 2000 m. rakımlı yamaçlardaki mezdağa ormanları ve çadırımızın altından itibaren Karnıyarık’a kadar inen ardıç ormanlarının yerlerinde de yeller esiyordu.
Düven Yurdu, şimdi adı Gümüşkaya Mağarası olan Büyük Mağara’nın batı yönündedir. Bu mağara da Berit Dağı’nın böğrüne dev bir tünel gibi girer. Çadırımızla mağara arasından derin bir dere geçer ve büyük bir vadi oluşturur. Şimd iri taşlar, kayalıklar ve kevenlerle örtülü olan bu vadi o yıllarda dallarında salıncak oynadığımız kaplama kara ardıç ormanıydı.
Yolak’ın hemen altında, titrek kavaklar olduğu için adına Kavak denen yurtlak Küçük Kara’nın yaylasıydı. Önü Sığır Eğreği’ne doğru ardıç ormanları ve sol yanı da Küçük Kara’nın keçi sürüsünün kış ayları beslendiği kamalak ormanıydı. Küçük Kara’nın keçileri için ayrılmış böyle bir kamalak ormanı da Yukarı Kınıkkozu’na giderken Kandil Dağı’nın arka yamaçlarında bulunuyordu. Kavak’taki titrek kavaklar, keçileri besleyen kamalaklar, Sığır Eğreği’nin kara ardıçları sanki hiç olmamışçasına bu gün artık yoktular.
Sonunda “Bir daha acıkmam artık” diye sözü bağladığım yemek sofrasının olduğu yerden, Topaktaş’tan, Ağcadağ’dan Kınıkkozu çukuruna kadar Arpaçukuru’nu da içine alan yaklaşık 30-40 km karelik alandaki kara ardıç ormanlarının akibetini ise hiç sormayın. Bilseniz de ne işe yarar ki?
O gün büyüğü İzmir’li, küçüğü Adana’lı olan iki gelin hanım bize çok takıldılar. “Efsanevi Berit Dağı’nız ot yok, ağaç yok bu kayalıklar mıydı” diye bzimle dalga geçtiler. Tülay benden duyduğu bir Karadut’lu öyküsünü bize anlattı. Hepimizi güldürdü.
Karadut köyü Dağ Obası’ından bir delkanlıya askerde komutanı “Gitme, tezkere bırak, Devlet güvencesinde olursun” demiş. İkna edememiş. Aynı birlikte Elbistan’nın köylüklerinden bir arkadaşı varmış. O da (Kal) diye ısrar etmiş. Bizimkisi “Yok” demiş “Ben vatanıma döneceğim” diye tutturmuş ve köyüne dönmüş. Bir gün Karadut’lunun Elbistan’lı asker arkadaşı ziyaretine gelmiş. Bir de bakmış ki arkadaşı evlerinin önündeki bayırda çift sürüyor, tek öküzle, perperişan. Belinde de bir ip bağlı. İpin ucunu da, adam yuvarlanıp dereye doğru uçmasın diye yukarıda hanımı tutuyormuş. Arkadaşı taşı gediğine koymuş. “Vatan vatan dediğin bu muydu? Sen vatanını da ip tutanını da al da başına çal” demiş.
Demiş ama, bu öyküyü bana anlatan Omar Ağa, içinde bulunduğumuz duruma uygun başka bir öykü de anlatırdı. Ben de onu anlattım.
Mecnun çok yakışıklı imiş. “Leyla Leyla” diye çöllerde yanıp tutuşuyormuş. Padişah dayanamamış, acımış bu yakışıklı delikanlıya. Onun bir kız yüzünden böyle harap olup gitmesine gönlü razı olmamış. Ayrıca da bu kadar yakışıklı bir delikanlıyı böyle bir aşkla peşine düşüren Leyla’yı ve Onun güzelliğni de çok merak etmiş. Emir buyurmuş, “Bulun getirin Mecnun’un sevgilisi Leyla’yı” demiş. Bulup getirmişler. Padişah düş kırıklığına uğramış Leyla’yı görünce, şaşırmış ve biraz da hiddetlenmiş. “Bu kara kuru kız mıydı seni çöllere düşüren” diye Mecnun’a çıkışmış, Onun aşkını ve Leyla’nın güzelliğni küçümsemiş. Mecnun boynunu bükmüş, Padişah’a saygısınının ezikliği içinde “Siz, bir de benim gönlümdeki Leyla’yı görün Padişah’ım” demiş, “O zaman bana hak verirsniz”.
Bu öykünün, daha sonra kitaplardan öğrendiğim aslı, tam olarak böyle değil. Ama ben Ağam’ın dili ile ve Ağam’ın anlattığı gibi anlattım. Zaten Genceli Nizami ve Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun’u ile Mevlana’nınki de aynı değil. Bu çeşitlemelere bir de Ericekli Omar Ağa’nınki eklenirse kıyamet kopmaz ya diye düşünüyorum.
Ama ola ki ilgilenenler bulunur diye de, Mevlana’nın Mesnevi’sinde bu olayın anlatıldığı beyitleri aşağıda veriyorum (9) :
Mesnevi’de Haife’nin Leyla’yı görmesi 407. ve 408. beyitlerde şöyle anlatılıyor :
407. beyit : “Halife, Leylâ’ya dedi ki: “Sen o musun ki Mecnûn, senin aşkından perişan oldu ve kendini kaybetti.
408. beyit : Sen başka güzellerden daha güzel değilsin. ” Leylâ, “Sus, çünkü sen Mecnûn değilsin. ” diye cevap verdi. “
Bu beyitler, bir çok kişiye Aşık Veysel’imizi de anımsatmış olmalı. Ne demişti Veysel? “Güzelliğn on par’etmez/Şu bendeki aşk olmasa”.
İnsanların Leyla’yı pek de güzel bulmamaları ve Mecnun’un boşuna Leyla’ya tutulduğunu düşünmeleri ile ilgili beyitler de şunlardır :
3286. beyit : Ahmaklar, bilgisizliklerinden Mecnûn’a dediler ki: “Leylâ, pek o kadar ahım şahım bir şey değil.
3287. beyit : Şehrimizde ondan daha güzel ay gibi yüz binlerce kız var.”
3288. beyit : Mecnûn dedi ki: “Suret testidir, güzellik şarap; Tanrı, bana onun suretinden şarap içirmede.
3289. beyit : Halbuki onun testisinde size sirke verdi de onun için onun sevgisi, sizin kulağınızı tutup çekmede.
3290. beyit : Tanrı, bir testiden hem zehir verir hem bal. Onu buna veren de ulu Tanrı’dır, bunu şuna veren de.
3291. beyit : Testiyi görüyorsun ama o şarap, doğru olmayan göze görünmez.
Bence burada Berit’e bakan ve doğru olmayan göz yoktu. Gözlemler yanlış değildi. Berit Dağı’nın başına felaket gelmişti. Vakti ile yeşil atlas kumaştan olan süslü etekleri yırtılmış, Berit’in üstü başı açılmıştı, yamaçlar çırılçıplak kalmıştı. Ardıçlı Yurt’ta ardıç, Kamalak Yayalası’nda kamalak, Yapraklı Güne’de yapraklı meşe, Karaardıçlık’ta kara ardıç yoktu artık. Mezdağa kokulu sulaklar da kurumuştu. Berit’in başına bir iş gelmişti ki dilim dönmez anlatmaya. Ama gene de o bizim Berit Dağı’mızdı. Fuzuli’nin gazeliyle bağladım sözü :
Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var ( Bende Mecnun’dan da çok aşıklık istidadı var)
Âşık-i sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var (Sadık aşık benim Mecnu’nun ancak adı var).
20.03.2008
Açıklamalar
1) Samı : Kağnının boyunduruğunda, öküzlerin boynunun girdiği yerin sağında ve solunda öküzün boynunu bağlamak için bulunan yaklaşık 30-40 cm uzunluğunda ve 3-4 cm çapında ağaç çubuk.
2) Çapkı : Toprak damlarda toprağın altına döşenen yarma ağaç parçaları
3) Hezen : Torak damlarda mertekleri üzernde taşıyan daha kalın ağaç gövdesi
4) Tırık : Meşe çalılığı
5) Cor : Karışık hayvan sürüsü
6) Cılgı yol : Patika
7) Kepmek : Yıkılmak
8) Cenderme . Jandarma
9) Derdiyok, Çetin (17.03.2008), Mesnevi-i Manevi’de Leyla ve Mecnun, www.turkoloji.cu.edu.tr
Bir cevap yazın