BERİT BİR DAĞ MI
Üniversitedeki odamda, kitap raflarından birisinde kitapların önünde bir taş, taşın yanında bir çay bardağı ve bardağın içinde de bir top baytaran durur. Taşın üzerinde iki not var. Birincisinde, “Berit Dağı’nın taşı, 25.07.2002.,Gönderen Ali Kızıltepe” ve ikincisinde, Gürcü şair Titsian Tabidze’nin Taşrada Gece adlı şiirden iki dizelik bir alıntı (Türkçeye çeviren Kemal Özüdoğru) yazılıdır :
En iyisi anayurtsuz doğmak
Karşı koyulmaz duygularla anayurt çocuğu olmaktan.
Titsian Tabidze (1895-1937) Stalin’in zulmüne uğramış, tutuklanmış ve sonra da kurşuna dizilmişti. Çektiği acıyı içimde duydum. Bunalıp da ölümü yaşama tercih edenler gibi, duyduğu anayurt özlemine dayanamaz hale gelen şair isyan ediyor ve anayurduna sitemle seslenerek “ayrılığın bana bu kadar acı çektireceğine keşke olmasaydın daha iyi idi” diyor.
Bu dizeleri ilk okuduğumda bir od düştü yüreğime. Gittim eşime okudum, oğluma okudum, kızıma okudum. Sonra saksıdaki çiçeğe okudum. Kapımın önüne elimde dikip büyüttüğüm mezdağaya1 okudum. Çıktım sokağa gökyüzüne okudum. Kendime okudum, kendim için okudum. Yazdım bir kağıda bu dizeleri, Berit Dağı’nın taşı ile birleştirdim ve odama koydum. Yanına da bir çay bardağının içinde analarımızın, bacılarımızın, gelinlerimizin çeyiz sandıklarını bir ömür boyu burcu burcu kokutan bir top kuru baytaran koydum.
Anam sandığını her açtıkça başına çokuşurduk2. Üçer beşer ceviz verirdi ellerimize, birer pança3 kuru üzüm. Sevinirdik. Kardeşlerim dağılırdı, ben kalırdım. Anam sandığını karıştırır bir şeyler arardı, ben bakardım. Sarı savruk kokardı, geyik göbeği kokardı, iğde çiçeği kokardı anamın sandığı. Ama bir koku hepsini bastırırdı. Baytaran kokardı anamın sandığı.
Bir top kekik gibi koktun burnuma
Bir top sarı savruk
Berit Dağı’ndan
Ellermle derdiğim bir top baytaran
Tek yadigar kalan sevda çağından.
Berit’in başı baytaran kokar. Bence Berit baytaranı kendisine saklar. Keçinin, koyunun yetişemediği sarp kayalarının arasında büyütür baytaranı. Öyle her çoban, çoluk çocuk da ulaşamaz oraya. Yüreği sevda ile yananların çiçeğidir baytaran. Ancak onlar toplar ve koynunda getirirler sevdiklerine. Anamın baytaranını, şimdi adı ağıtlarda kalan Ali abim toplamıştı :
Kolunda saat takılı
Belinde nagan4 sokulu
Kurban olam Ali oğlum
Kan olmuş sarı kekili
Kırlangıç yapar yuvayı
Çamur sıvayı sıvayı
Bu yıl bahar gelmeyecek
Ali’msiz nidem5 yaylayı.
O yıldan (1959) sonra bir daha gitmedik yaylaya. Arada sırada türbeye gider gibi ziyarete gittik. Asiye anam Beyazıt’ı arardı, Bekir’i arardı Karnıyark’ta, Sığır Eğreği’nde, Düven Yurdu’nda. O ağıt bilmezdi. Çeçendi, Türkçe’yi de sonradan öğrenmişti. Başını karnına gömer sessizce ağlardı. Asiye anam, anam gibi anamdı.
Babamın da bazı bazı Balamın Pınarı’ndan yukarıya doğru gittiğini görürdük. Delikli Taş’ta aptes alır, Kıran Deresi’nde namaz kılardı. Kıran Deresi anamın sülalesinin şimdi terkedilmiş olan eski mezarlığının olduğu yerdi. Topak Taş’tan geçer dert ortağı Şerif bibime6 varırdı. Şerif bibim dağlara gelin gitmişti. Dağların hatını (hatun) olmuştu. Bir gün gözü yaşlı gümrenerek7 ocakta yemek pişirirken bir çıngı8 sıçramış, düşmüş elinin üstüne. Uzatmış elini, bakmış çıngıya “yak” demiş “Omar öldü dayandım da sana mı dayanamayacağım”. Elinin üzerindeki yanık yarasını bir teberik9 gibi taşırdı Şerif bibim.
Zaman zaman babamı dağlarda gördüğünü söyleyenler olurdu. O günlerde bu lafın üzerinde durmaz ve karşılık vermezdim. Çünkü ben bu durumu, daha ilkokul çağımda tanık olduğum ve aşağıda anlatacağım iki olay nedeniyle zaten biliyor ve kendim de yaşıyordum.
Bu olaylardan birincisi bir Osmaniye’!iye aittir. Morun Yatağı’nda üç çadır vardı. Bizim, babamın emmisi oğlu Kara Mustafa emmimin ve Hacı Kaye Ahmet dayımın. Oğlak Kayası’nın dibinde ve büngül büngül10 kaynayan bir pınarın başındayız. Aşağı yukarı denizden 2600-2700 metre yukarda. Zirveye 300-400 metre ya var ya yok. Çadırların hemen arkasında geniş ve çok dik bir yamaç var. Kuşluk vakti koyunlar sağıldı, yatağa vuruldu, çadırımızın önünde tereyağlı bulgur aşı ve ak katıklı sofraya oturuldu. Birden gözüme yamaçta bir adam göründü. Hayret sesleriyle sofradakileri bilgilendirdim. Hepimiz merakta kaldık. Bu ıssız dağın başında arkasında koyun yok, kuzu yok, yanında it yok. Kimdi bize doğru düşe kalka gelen bu yalnız adam?
Adam çadırımıza yaklaşınca abim itlere koştu, onları azarladı ve adamı çadırımıza getirdi. Şimdiki gibi gözümün önünde o adam. Orta boylu kır saçlıydı. Bugünkü tahminime göre 50 yaşlarındaydı. Başında şapka yoktu. O tarihlerde köyümüzde kimse başı kabak11 gezmezdi. Adamın elinde bir tutam geyik göbeği vardı. Biraz önce indiği yamaçta çok olurdu geyik göbeği. Yere yapışık ve göbekten çiçek açan hoş kokulu bir bitkidir. Abimle adamın sofrası ayrıldı. Yemekler yendi ve sohbete başlandı.
Adamın elindeki geyik göbeğine şaşırmamıştım. Fakat adam sohbete başlayınca ceketinin sağ ve sol ceplerinden irice iki adet taş çıkardı koydu ortaya. Önce, itlerden korunmak için yerden alıp cebine koymuş olabileceğini düşündüm. Ancak, “Bu taşları da götürüp ölünceye kadar saklayacağım Ali oğlum” diye söze başlayınca şaşırdım ve adamın anlattıklarını dikkatle dinlemeye başladım :
Adam Osmaniye’li idi. Bu ad bana yabancı değildi. O yıllarda güz gelip de Berit Dağı’na koç karı düştüğünde mitilini toplayan yok yoksul köylülerim Osmaniye’ye giderlerdi.
Koç karı Berit’e ilk yağan kara denir. O zamanlar köyümüzde Berit’in hava halleri bir takvim gibi de kullanılırdı. Kış çok ağır geçtiği için koyunlar ve koçlar kızışınca koçu koyun sürüsünden ayırırlar. Tahminen eylül ortalarında bu iş yapılır. Böyle yapmazsanız, Çukurova’da olduğu gibi, kışın ortasında koyunlar yavrulamaya başlar. Ot yok çöp yok. Besleme güçlüğü doğar. Bu nedenle, koçu koyundan ayırıp kuzulamayı bahara getirmek gerekir. Koyunlarda hamilelik süresi 5 aydır. Berit’in başına ilk kar yağdığı zaman koç koyurma yani koçu sürüye katma işi yapılırdı. Böylece de koyunlar, baharda karlar kalkınca yavrularlardı. O ilk kara koç karı denmesinin nedeni budur.
Eylül ortalarında koçlar sürüden ayrılınca onları yaklaşık 2 ay evin çocukları sürüden ayrı yerlerde, firezlerde, damaklarda12 otlatırlardı. Koç gütme işi bizim evde de çocukların işiydi. Duruma göre ben güderdim, kardeşim Hacı (sonradan Gökhan oldu) güderdi. Bir keresinde Hacı, Öte Geçe’de harman yerlerinde koç güderken koçlardan birisi, boynuzlu kınalı koç, Hacı’yı başından vurmuştu. Bugün hala Hacı’nın başında yarım ay şeklinde, yaklaşık 5-7 cm boyunda bu koç boynuzu yarasının izi bir teberik gibi durur. Kardeşim bu izi delikanlılık çağında saçlarıyla örter ve kızlardan saklardı. Neyse ki kardeşim yakışıklı ve saçları da gür olduğu için durumu kurtarırdı.
Koç karı, yalnız koç koyurma zamanını değil, kış hazırlıklarıyla ilgili başka bir çok işlerin de takvimini belirlerdi. İşte bunlardan birisi de Çukurova’cıların gidiş tarihleriydi. Kışı orada geçirirler ve baharın burnu kanadığında köye dönerlerdi. Bu işi yapan 15-20 aile vardı. Bu ailelerin tarlası, koyunu, kuzusu yoktu. Çukurova’cıların hepsi bu kadar da değildi. Bazı yoksul ailelerin hepsi göç etmez ve evin çalışabilir bir erkeği yalnız olarak Çukurova’ya giderdi. Bunların sayıları ailelerin sayısından biraz daha fazlaydı.
Bizim köyde, Çukurova deyince akla ilk gelen yer Osmaniye’dir. Çünkü Osmaniye Çukurova’nın giriş kapısıdır. Doğulusu, Güneydoğulusu ilk olarak buraya iner ve daha sonra içlere doğru yayılır. Bu durum Ericek’li için de böyledir. Ancak, Osmaniye ile Ericek arasında bundan öte bir bağ vardır. Gerek Osmaniye’nin içinde ve gerekse köylerinde yaşayan bir kısım insanla Ericek’li arasında soy bağı vardır. Osmaniye’nin içinde Çalıklar, Eroğluları vb onlarca kalabalık aile grupları bilirim aslı tecirli olan. Kırmıtlı, Lalegöl, Tüysüz, Cevdetiye, Dervişiye, Alhanlı, Sakarcalı köyleri de tecirli köyleridir. Yani akrabalarımızdır. Ericek’li, tecirli aşiretinin dağ koludur. Komşumuz Tombak ve Nadir köyleri de yine tecirlinin dağ kollarıdır. Osmaniye’deki akrabalarımızdan bazıları yaz gelip de sarı sıcak bastırınca yaylaya yani Ericek’e gelirlerdi. Bu nedenle de Osmaniye adı bana yabancı gelmedi.
Adam hem Osmaniye’li üstelik hem de tecirli aşiretinden yani bizdenmiş. Çocukluğunda sürüleriyle Osmaniye’den çıkarlar Andırın, Geben, Meryemçil Beli üzerinden bu dağlara gelirlermiş. Önce Gücük köyüne konarlar, daha sonra Çavdar’a çıkarlarmış. Dedem Hacı Resül’ün de adını duymuş. Babası dedemi iyi tanırmış. Konup göçtükleri yaylaları, dağları, pınarları, ovaları, kışlakları, başlarına gelen ilginç olayları kendinden geçercesine anlattı. Tecirli aşireti ile ilgili beni hayretlere düşüren bir çok öykü de anlattı.
Sözü döndürdü dolaştırdı babasına getirdi. Göçerliği ve hayvancılığı bırakıp yerleşik yaşama geçtikten sonra babası iflah olmamış, yüzü gülmemiş, ahı vahı hiç bitmemiş. Bir süre yılda bir kere kendi kendine buralara gelir, gezer, dönermiş. Giderken mutlu ve heyecanlı, dönüşte sessiz ve içine kapanık olurmuş. Sonraları bu gidiş gelişler de kesilmiş. Babası güçten düşmüş, yaşlanmış. Ara sıra “Burnuma kokuyor Berit dağları” diye türküler çağırırmış alçak sesle. Sözün burasında Adam dayanamadı babasının türküsünden bir dörtlük de kendisi çağırdı. Koca adam gözümüzün önünde ağladı. Anamın gözleri yaşardı, abimin gözleri doldu. Doğrusu çocuk halimle ben de etkilenmiştim. Ortalıkta kısa süreli bir sessizlik oldu. Sonra sessizliği anam bozdu ve “Kele13 gardaş bu taşları ne yapacaksın” dedi. Adam babasının bu yaza çıkamadığını, mezarının da babasının gurbet saydığı Çukurova’da kaldığını, bu taşlardan birisini babasının başucuna yerleştireceğini, diğerini de öldüğünde kendi mezarına konması için çocuklarına vasiyet edeceğini söyledi.
Adamı yolcu ettik. Çadırımızın karşısındaki küçük tepenin üstüne kadar uğurladık. Anam, abim ve ben oraya oturduk. Adam, arkasına baka baka Yelli Boyun’dan aşıncaya kadar orada öylece ve sessizce kaldık. Şimdi bana sorarsanız, o adam Berit Dağından hiç gitmedi ve hala oralarda bir yerlerdedir. Belki bir kayanın dibinde, bir taşın üstünde, bir pınarın başındadır. Belki de Berit’in en yüksek tepesine oturmuş Afşin-Elbistan Ovasına bakıyor ve aşağıda ince uzun bir koruluğun içinden Cahan’a15 yani gurbete doğru akan Esendere’yi hüzünle, Ericek’in damlarını, söğütlerini ve kavaklarını da hayranlıkla seyrediyordur.
Odamdaki taşı gönderen Ali Kızıltepe Ahmet dayımın oğludur. O gün orada o da vardı. Bu üç çadırın üç kuzu güdücüsünden birisi ben, birisi Kara İbrahim emmimin oğlu yetim Mustafa, birisi de kendisiydi. Bu ikisi benim çömezlerimdi, benden küçüktüler. Mustafa matematik öğretmeni oldu, gurbetlere gitti, gurbetlerde öldü ve gurbetlerde gömüldü.
Duydum ki İskenderun Demir Çelikten emekli olan Ali de yaz aylarında Berit Dağına çıkıp çadır kuruyormuş. Hayvan yok, haşat yok, çoluk çocuk yok. Orada tek başına yaşıyormuş. Bir top baytaranla birlikte odamdaki taşı Ali göndermişti. Adamın cebinden çıkardığı taşlarla Ali’nin gönderdiği taş aynı türdendi. Işıl ışıl, katman katman kritalize bir taş türü. Ne özelliği var bilmiyorum, taş işte.
Adamın babası gibi, yetim ve öksüz büyümüş emmim oğlu Mustafa da yuvaya dönemedi. Bacılar, kardeşlere düşkün olur. Kim bilir, Mustafa’nın bacısı Zeynep de, İstanbul’daki oğulları Gökçehan ve Kubilay da Hürü ablamın ağzından ağlıyorlardır şimdi :
Mustafa’ma hak mı idi
Hiç kimsesi yok mu idi
Ölüsü gurbette kaldı
Bilbilcik’e16 yük mü idi?
Anlatacağım ikinci olaya köyde tanık oldum. Yine ilkokul çağlarındaydım. Güz gelmişti. Yayladan inmiştik. İkindi vakitleriydi ve misafirhanemizin önündeki ceviz ağacının altında oynuyorduk.
O zaman dedemden kalan evde yaşıyorduk. Dedem, ben sekiz aylıkken ölmüş. Hiç tanımam. Bir resmi bile yok. Hakkındaki bilgilerimin çoğunu anamdan ve Habba17 ablamdan öğrendim. Dedemi sonra anlatacağım. Şimdi burada yalnızca evi anlatmak istiyorum. Çünkü evin özelliği ile sözünü ettiğim ikinci olayın ilişkisi var.
Balamın Pınarı’nın altından ve Esendere’den çıkarılan Küçük Ark Karakaya’dan geçerek köyü ikiye bölerek köyün alt ucuna kadar gider. Köyün orta yerinde bizim evin önünden geçer. Evin önü batıya bakar. Arkası yerle aynı düzeydedir. Yani arkadan yürüyerek, merdivensiz olarak damın üstüne çıkılabilir. Girişte üstü ve iki yanı kapalı önü açık bir bölüm var. Buraya örtme denir. Örtmenin solundan bir kapı ile içeri girilir. Karşınıza bir kapı çıkar, solunuz kapkaranlık bir koridor. Karşı kapı ahıra ve samanlığa, koridor evliğe gider. Evlik, ailenin tümünün yatıp kalktığı, yiyip içtiği kocaman bir odadır. Girişte sağ tarafta yaklaşık bir metre boyunda, iki metre uzunluğunda bir selam duvarı, onun sağında bir ocak, ortada bir koca direk, sol tarafta kaplık18, arka duvarda yüklük19, sağ karşı duvarda da bir insanın sığamayacağı kadar küçük iki adet pencere bulunuyor. Ocağın davlumbazına çandır deniyor. Çandırın içinden yukarıya doğru çıkan baca bir insan gövdesinin giremeyeceği kadar dar bir delik.
O zamanlar eşkıya kol geziyor. Bir tarafta asker kaçakları, bir tarafta Ermeni çeteleri, diğer tarafta Ermeni çeteleri ile vuruştuğu söylenen bizim çeteler. Ortalık toz duman. Hırsızlık, vurgunculuk almış yürümüş. Dedemse, köyümüze göre varlıklı biliniyor. İşte mağara gibi olan bu ev o günlerin güvenli bir sığınağı gibidir. Tek giriş 5-6 metre uzunluğunda 1-1.5 metre eninde penceresiz bacasız bir karanlık koridor. Örtmeden ilk kapıdan girer, sağa döner ve el yordamı ile 5-6 metre dosdoğru yürür evliğin kapısını iter içeri girersiniz. Evliğin kapısının arkasına geceleri kazıklar vurulur.
Bu mağara benzeri evin karşısında iki bölümlü bir bina var. Bu binanın bir bölümü misafirhanemizdir. Konuklar burada ağırlanır. Ahşap sedir, üzeri halı döşeli tahta taban, ceviz sandalyeler, açılır kapanır cevizden yapılmış sini altlığı, gömme dolap vs ile o güne köyümüze göre oldukça temiz ve lüks bir bölüm. Diğer ve daha geniş olan penceresiz bacasız bölümün içinde ahşapla yapılmış 7 oda ya da odacık var. Bunlar da zahire ambarları.
Biz çocuklar ceviz ağacının altında oynarken Gümüş anam ve Asiye anam misafirhanenin örtmesindeki tahta sedirde oturmuşlar bir şeyler yapıyorlardı. Bu sırada, aşağıdan caminin yanından bize doğru yabancı bir adamın geldiğini gördük.
Hanımlar toparlandılar. Adamı evin büyük hanımı Gümüş anam karşıladı. Babam ve abim yokken bu görev gümüş anamındı ve ben de yardımcısıydım. Gelen misafir tengirşek20 şapkalı, boz elbiseli, bolpaça pantolanlu, orta boylu, tıknaz bir adamdı. Terlemişti. Bugünkü tahminime göre 50-60 yaşları civarındaydı. Ceketini çıkardı, şapkasını çıkardı. Sonra sofra bezi gibi koca bir yağlık çıkardı ceketinin dış cebinden ve başının terini sildi. Başında saç yoktu. Ama ilginç bir çukurluk vardı. Sanki kemik kırılmış ve içine çökmüştü. Çocuk aklı ile “yumruk gibi bir taş yemiş başından ve izi kalmış” diye düşündüm. Benim de başımda çocukluğumdan kalma, adamınki kadar büyük değil ama, böyle bir taş izi var. Anam kalaylı leğeni getirdi, kalaylı ibriğe su doldurdu getirdi, adamın önüne koydu. Eline suyu ben döktüm omuzumda temiz bir peşkir21 ile. Elini yüzünü yıkadı ve kuruladı. Ayran verdik, içti.
Adam konuşmalar arasında Suriye Halep’ten geldiğini, aslının Zeytin’li olduğunu, dedem Hacı Resül’ü çok iyi tanıdığını ve dostu olduğunu, anamın babası Hacı Kaye’yi de tanıdığını, buraları ölmeden dünya gözü ile son bir kez daha görmek için yollara düştüğünü, evimizi köylülerden kimseye sormaya bile gerek görmeden bulduğunu, doğruca bize geldiğini ve Tanrı misafiri olduğunu ağır ağır anlattı.
Zeytin, Berit Dağı’nın bize göre öte yüzüne ya da arka yüzüne bakan bir yerleşim yeri. Adı sonradan değiştirildi, Süleymanlı oldu. O sıralarda köy mü yoksa nahiye miydi bilmiyorum. Ama şimdi Kahramanmaraş’a bağlı bir ilçedir. Babam anamı kaçırdığında Zeytin’e götürmüş. Orada yanılmıyorsam 2 ay kadar Mustafa Ağa diye bilinen dedemin dostu bir adamın evinde misafir kalmışlar ortalık yatışıncaya kadar. Anam biraz da sıkılarak Zeytin’i bildiğini, orada bir süre kaldığını anlatınca adam çok heyecanlandı. Mustafa Ağa’yı tanımıyordu. Çünkü muhacirler gelmeden terketmişlerdi Zeytin’i. Ama oturdukları evi tarif etti. Anama o evi görüp görmediğini sordu. Komşu evleri anlattı, komşularını anlattı, dereleri tepeleri anlattı, Çavdarın Gediği’ni ve buradan geçerek Ericek’e nasıl yolculuk yaptıklarını uzun uzun anlattı. Anlattı, analattı sonunda anlatamaz oldu. Başını sildikten sonra katlayıp ceketinin cebine koyduğu sofra bezi kadar büyük o kocaman yağlığını yine çıkardı bu sefer de gözünün yaşlarını sildi.
Babam köy dışındaydı. Abimin tarladan gelmesinden epeyce sonra, karanlık basınca geldi. Abim atını ahıra çekti. Kendisi doğruca misafir odasına gitti.
Her zamanki gibi erken yattık, erken kalktık. Gözümün çapağı ile dışarıya koştum. Adamı merak ediyordum. Deli katır ve sarı katır binek için hazırlanmışlardı. Abim katırları birer ağaca bağlamış ve misafir odası ile evin arasında bulunan binek taşına oturmuş bekliyordu. Babamla adam ilerde misafir odasının önünde kahvaltı yapıyorlardı. Abimin yanına yaklaştım. Bana “seni deli katıra bindireyim mi” dedi ve güldü.
Deli katır bize göre gerçekten deli idi. Üzerine bir şey yüklemek ya da binmek bir sorundu. Daha eliniz değer değmez başlar tepik22 atmaya. Arka ayaklar kalkar iner, kalkar iner. Bir değil beş değil belki 50-60 kez bu işi tekrarlardı. Yanına kimse kolay kolay yaklaşamazdı. Hele de biz çocuklar onu görünce uzağından dolaşırdık. Ama, bildiğim bütün deliler gibi fiziği çokta güçlü bir hayvandı. En ağır ve zor yükü ona vururlardı. Sarp yerlerden keçi gibi geçerdi.
Onlar sofradan kalktılar, bize doğru geldiler. O sırada anam da dışarı çıktı. Babam anamı kenara çekti. Alçak sesle birkaç gün gelemeyeceklerini, adama Berit Dağı’nı gezdireceğini, Zeytin’e de gideceklerini söyledi. Kendisi yokken yapılması gerekenleri anlattı. Sonra binek taşına gitti. Önce adamı sarı katıra bindirdi ve arkasından kendisi de zor binilir deli katıra bindi. Berit bir binek hayvanı ile gezilecekse, katırdan daha uygunu olamazdı. Vedalaşıldı. Babam önde adam arkada caminin yanından Berit dağı yönüne kıvrıldılar. Arkalarından bakakaldık.
Birkaç gün sonra bir akşam üzeri döndüler. Adam o gece de bizde kaldı. Ertesi günü yine katırlarla abim adamı Göksun’a götürdü. O günlerde motorlu araçlar yoktu. İkindi namazına doğru abim, kattırın biri boş olarak geri geldi. Ailecek hüzünlendiğimizi anımsıyorum.
Adam Ermeniymiş. O güne kadar Ermenilerle ilgili korkunç öyküler dinlemiştim ve çocukça da olsa kinlenmiştim. Ancak o gün o Ermeni’yi sevmiştim. Yıllar sonra, Boğaziçi Büyükdere’de Mimoza Çiçekevi’ndeki Ermeni kıza karşı duyduğum ilgide bu geçmişin payı var mıydı bilmiyorum. Ama, Mecidiyeköy’de pansiyoner olarak kaldığım ailenin komşusu Zeytin kökenli yaşlı kadının sırrını biliyorum ve neredeyse bir analık duygularıyla bana gösterdiği karşılıksız olmayan yakınlığın nedenini ve değerini de anlıyorum. “Bert’in Oğlu” diye bana verdiği takma adı da hiç unutamıyorum.
Bizim Osmaniye’den gelen tecirli gibi, Halep’li konuğumuzun ve Mecidiyeköy’lü yaşlı kadının da Berit Dağı’ndan hiç gitmediklerini düşünüyorum. Hepimiz oralardayız hala.
Karacaoğlan “Atım kalk gidelim Maraş’tan öte-Aklına getirme sen asla hata-Eyersiz busatsız ağaçtan ata-Binmeyince gönül yardan ayrılmaz” demiş. Doğru dememiş. Ceseti ağaçtan ata binenlerin ruhları bir küheylana biner gibi Berit Dağı’na biniyor ve sonsuza dek orada yaşıyorlar.
Murat, Maraş’tan öte gitmekse eğer,
Karacaoğlan’nın dediği gibi.
Gittik.
Tozlu yollardan geçtik,
Şoseleri, asfaltları katettik
Dolandık dağları, tepeleri aştık,
Kentlere ulaştık,
Kaybolduk kalabalıklarda,
Yaşarken yok olduk, bittik.
Kınalı kekliğimiz kaldı sılada,
Her gece düşümüzde görürüz,
Doğduğumuz toprakları,
Al al yanakları,
Utangaç bir köylü kızı,
Hayalleri süsler dünyamızı,
Ve yüreğimizde saklarız bir sır gibi,
Yorgun ve yıllanmış,
Kara sevdamızı.
Elimiz ermez, gözümüz görmez,
Bir türlü bitmez, tükenmez hasretimiz,
Gitsek oralı değil,
Kalsak buralı değiliz.
Şöyle böyle geçer günlerimiz.
Günü gelip de dolduğunda defterin sayfası,
Apar topar götürürler, uygun düşerse havaya,
Kız gittik, dul döneriz yuvaya,
Böylece biter gurbetçinin sevdası.
Bir yanıt yazın