ADI BATASICA
Osman Gökçe
Hiç inanmam dualara, beddualara.
Ama seninkiler tuttu.
Adı batasıca diyordun,
Adım battı,
Adım yerde kaldı,
Gül gayri.
O.G.
Gerek Ericek’te, gerekse Ericek dışında çok çeşitli beddualar duydum. Bana edilen bedduaları duydum, başkalarına edilen bedduaları duydum. Bunları evlerde duydum, sokaklarda duydum, yazılı metinlerde okudum. Çocukken duydum, büyüdüğümde de duydum. Çok gördüm beddua edenleri, kimlere ve ne için beddua edildiğini, kimlerin nasıl beddua ettiklerini ve izledim onları.
Daha lise yıllarındayken köyüme ait bedduları, önünü arkasını ve ne işe yarayacağını fazlaca düşünmeden derliyordum, bir kenara yazıyordum. O yıllarda benim eğilimim edebiyata, siyasete ve babamın eğilimi de mühendisliğe, daha doğrusu yapı mühendisliğine idi.
Babam inşaat mühendisi demiyordu, yapı mühendisi diyordu. O, Türkçecilik adına yapmıyordu bunu, böyle bir iddiası olamazdı köylü bir adamın. Böyle duymuş olmalıydı yalnızca. Demek ki o yıllarda ve babamın görüşebildiği çevrelerde yapı mühendisliği kavramı kullanılıyordu. Ama bu Türkçe kavram, büyük olmayan büyükler tarafından, çok bildiği sanılan bilmeyenler tarafından küçümsenmiş ve bayağı bulunmuş olmalı ki artık kullanılmıyor. Yapı sözcüğü yerine, aynı anlama gelen ve Arapça bir sözcük olan inşaat sözcüğü kullanılıyor.
Babamın eğilimi ağır bastı ve lisede fen şubesine gittim. Ancak, onun istediği gibi yapı mühendisi değil de bunun yerine orman mühendisi oldum. Kaşığıma bu çıktı. Fakat, edebiyata ve siyasete ilgi duymaya da devam ettim. Bu bağlamda ve fırsat buldukça yerel dua ve beddualar da derledim.
Genelde, bu ve benzer alanlarda yapılan hevesli derlemelerini, gönüllü çalışmalarını önemli buluyorum, küçümsemiyorum. Fakat, işin aslı da bu değildir diye düşünüyorum. Bu derlemeler, bir bilimsel araştırma projesi kapsamında gerçekleştirilmelidir. Veri toplama yöntemi, bunları değerlendirme yöntemi ve çıkarımlar bilimsel bir çerçeveye oturtulmalıdır. Olayın inaçlar, gelenekler, görenekler ve diğer bir çok kültürel ögelere göre çeşitli sosyolojik boyutları vardır. Seçilen sözcükler, tümce yapıları vb alt başlıklara göre dilbilimsel boyutları vardır. Elbette, tarihsel bir boyuttan da söz edilebilir. Ayrıca, olayın edebiyat boyutunu da düşünmek gerekir. Bu nedenle ne bulursanız, nerede bulursanız, ne zaman bulursanız, elinize ne geçerse onları alıp bir torbaya doldurmak, sonra bunları liste liste yayımlamak, hiç bir anlam taşımaz demiyorum amma, yeterli de görmüyorum.
Bu kayıtla ve şimdilik, bir hevesli derlemesi olan dağarcığımdaki beddua listesinden ikisi üzerinde biraz durmak istiyorum. Bunların tümünü ileride değerlendirmeyi ve başka bir makale yazmayı da istiyor ve umuyorum.
Bunlardan birincisi olan “Adı batasıca” bedduası, köyümüzde sıkça kullanılırdı benim çocukluğumda. Erkeklerden duymuyordum böyle bir ilenmeyi, kadınlardan duyuyordum. Özellikle de, (Özümü tükettin özü tükenesice, söyleye söyleye ağzım dilim kurudu, senden artık sıtkım sıyrıldı, adı batasıca seni, adın batsın e mi?) ve benzeri biçimlerde anaların dillerinden düşmüyordu. Sevgililerine küskün kızlar ve kocalarına kızgın kadınlar da çokca bunu kullanıyorlardı.
Aslında, benim gözlemlerime göre ve hiç değilse benim çevremde, beddua etmek kadınların işiydi. Bedduaların, kişinin gücünün yetmediği ve umarsız kadığı durumlarda, çoğu kere umutsuzca başvurduğu bir yakarış biçimi olduğunu düşünüyorum. Umutsuzca diyorum, çünkü beddua, işi Allaha havale etmektir. Oysa, herkes bilir ki bizim insanlarımız bitmeyecek, onmayacak ve olmayacak işler için (Senin işin Allaha kalmış ya da o iş Allaha kalmış bir iş) diye umutsuzluklarını dile getirirler.
Olaya bu gözle bakılınca, beddua kültürünün önde gelen yaratıcılarının kadınlar ve özellikle de kırsal kesimde yaşayan kadınlar olmasının yadırganacak hiç bir yanı olmasa gerektir. Çünkü, Adanalı’nın dili ile söylersek, kadınlar yaşıyorlar Allahına kadar çaresizliği, kimsesizliği ve güçsüzlüğü. Böylesine umarsız, böylesine yalnız ve böylesine güçsüz kalındığında da “Adı batasıca” gibi çok güçlü ve çok derin anlatımlar çıkıyor orta yere.
Bana göre, “Adı batasıca” ölümden de öte, ölümden de ağır bir bedduadır. Bedduacı öylesine kızgın ki beddua ettiği kişinin ölmesi ona yetmiyor. O kişinin bedeninin yok olması ona az geliyor. Daha fazlasını istiyor, ölümden de beter bir ceza diliyor Tanrıdan o kişi için. İşlediği suç her ne ise de, karşılığında ceza olarak yalnızca idam cezasını yani ölümü yeterli bulmuyor. Bu dünyadan o kişinin adının, sanının silinmesini de istiyor. İmi timi kaybolsun diye ileniyor.
Bir düşünsenize, böylesi beddular yaygın olsa, bu beddualar tutsa ve bu beddualara uğramış insanların adları batsaydı, sağır ve dilsiz bir dünyada yaşıyor gibi olurduk. Hafızamız kaybolurdu. O ünlü kişiler yani şahlar, padişahlar, hanlar, hakanlar, yazarlar, çizerler, ozanlar, onca bilim adamları, sanatçılar ve daha kim bilir kimlerin adını, sanını bilmezdik, bilemezdik.
İşte belki de bu nedenle, daha önceki bölümlerde, köyümdeki adlar ve takma adlar üzerinde bilgiler vermeye çalışırken, sık sık kadınlarımızın “Adı batasıca” bedduası geliyordu aklıma. Sonra da gelişigüzel ve ortadan “Adları yaşayasıcalar” diye karşı dilekte bulunuyordum. Ne birincisinin ve ne de ikincisinin bir kıymeti harbiyesi olurmuş gibi. Olmaz, biliyorum olmaz amma, buna inanarak böyle bir bedduada bulunmak da bana çok acımasız geliyordu. O nedenle “Adı yaşayasıcalar” diyordum, öznesini önemsemeden ve belirtmeden.
***
Sözünü etmek istediğim ikinci beddua, benim ve diğer aile bireylerimizin anılarında çok yer etmiş bir bedduadır. Hepimizde hala yaşayan, yeri geldikçe anlatılan ve arkadan gelenlerimize de aktarılan hüzünlü bir öyküsü vardır.
Dedem Hacı Resul Ağa, daha Hacı Resul Ağa olmadan önce çok çocuklu yoksul bir yayla Tecirlisinin analık (üvey ana) elinde büyümüş bacağı çıplak bir oğludur. Yemen’de yapar askerliğini. Akla gelmedik acılar yaşar. Sıra evlenmeye gelince, kim bilir hangi nedenlerle, köyümüzden değil de gider Yarpuz’dan bir eş edinir kendine. Kocası Yemen’den dönmeyen, 16-18 yaşlarında dul kalan, “Allah daha benden ne isteyecek?” diye Allah’a bile başkaldıran, Ataş Habba’nın Yemen Yetimi dul kızı Fındık’la evlenir. Yani Yemen Gazisi, Yemen Yetiminin kızını alır. İki çıplak, bir hamama yakışır mı ve sonra samanlık seyran olur mu? Bilemiyorum. Ama, bir bildiğim var. Onu aşağıda anlatacağım.
Ericek Berit Dağı’nın dibinde, Yarpuz da karşıda, Binboğa’nın eteğine yapışmış ve Elbistan Ovası’na, bağlar bahçeler dağı Atlas Dağı’nı siper almış bir köydür. Aşık Mahsuni Şerif, bir şiirinde şöyle dile getirmiştir Atlas Dağı’nı ve Afşin’i :
Yıkıl deme Atlas Dağı
Yanında Yemliha’m kaldı
Şen olasın Afşin eli
İçinde Yemliha’m kaldı
Aklımı başımdan aldı dost
Yarpuz’un adı sonradan Afşin oldu ve köylülükten çıkarak ilçeliğe yükseldi (1944 ve 4642 Sayılı Yasa). Afşin, Sultan Alparslan’ın kumandanlarından Afşin Bey’in adından alır adını.
Dakyanus, zalim bir Rum kralıdır. Hırstiyanları putperestliğe inandırmak, kendi putlarına tapmasını sağlamak için halka zulmeder. Hırıstiyanlık yolundan sapmayan Eshab-ı Kehf yani Yedi Uyurlar da bu zulümden kaçarlar, bir mağaraya saklanırlar ve 309 yıl orada kalırlar. Adları, yeğenlerimden birisine de ad olan Yemliha, babamın teyzesi oğluna ad olan Mekselina, Mernuş, Dekarnuş, Sazenuş, Kafetatayuş (Çoban) ve köpekleri Kıtmir’dir. Bizim çevrelerimizde, herhangi bir nedenle Afşinli’lere kızıldığında “Ne olacak sanki, Takyanus soyundan değil mi?” gibisinden takılmalar olur. Babamın Afşinli yeğeni olması ve benim de Afşin tarafgirliğim nedeniyle bana karşı da söylenilen bu tür söylemlerin kökeninde, biraz da işi şakaya vurarak, bu zalim hükümdar Dakyanus denen deyyusun olduğunu düşünüyorum.
Köyümüzde bir Yemliha adı daha vardı. Topal Hürü’nün oğlu, Göy Hürü’nün oğlu yetim Yemhiha. Ama ona benim köylüm Yemliha demez, Yamula der. Ne güzel. Hırıstiyanlık kökenli midir, İslami kökenli midir Ericekli ne bilsin? Söylenmesi zor bir yabancı sözcük olan Yemliha sözcüğünü kendileştirmiş, Türkçeleştirmiş, yamulmak sözcüğü ile de benzetme yapmış ve Yamula biçimine dönüştürüvermiş. Yineliyorum, ne güzel. Dilimizi Grekçeye, Frenkçeye, Arapçaya ve daha bilmem neceye züppece benzetmeye çalışanları Yunus yenmiş, Karacaoğlan yenmiş de Karacaoğlan soyundan gelen Ericekli’ler onlara neden yenik düşsünler?
Dedem, önce avrat elli olmuş. Küçük bir bakkal dükkanı açmış Yarpuz’da. Çuvalda küp şeker, tenekede helva satarmış. Ben de, dedemin bir Yarpuzlu ile evlenmesi ve babamın ana tarafı akrabalarının orada olması nedeniyle ortaokulu Yarpuz’da okudum. Ama, dedemin aklı başına çabuk gelmiş ya da kaynanası Ataş Habba, çektiği çilelere daha fazla dayanamayıp genç yaşta ölünce kendisi de köyüne tez dönmüş.
Yarpuz’da başladığı ve öğrenmeye çalıştığı ticareti Ericek’e taşımış. Ham çarıkla düşmüş dağlara. Tilki postu, tavşan postu, kurt postu derlemiş ve satmış.
Ancak, 1929-1930’ların büyük ekonomik bunalımı kırmış geçirmiş ülkeyi. Yangın düşmüş ortalığa. Od yok, ocak yok. Aş yok, ekmek yok. Kıtlık, karakış gibi bastırmış tepeden. Süpürge tohumu yer olmuş insanlar. Kara çavdar altın, kılçıklı arpa gümüş olmuş, ara ki bulasın? Eşkiyalık, en has ve en verimli zanaat haline gelmiş.
Dedem post toplamayı bırakmış. Öyle helva gibi, şeker gibi yiyecekler de saraylar layiği olmuş ve paşalar, beyler, ağalar sofrası süsü haline gelmiş. Kim alır, kim satar ya da kim alabilir, kim yiyebilir? Dedem de zahireciliğe başlamış. Allah “Yürü ya kulum” demiş, dedem zengin olmuş. Çocukluğumda, sarı altınları torba ile, mecidiyeleri çuvalla topraklara gömerek sakladığı gibi abartılarla anlatılırdı zenginliği.
Dedem, ben yetişemedim, abim Ali’ye berzermiş. Güler yüzlü, yumuşak huylu, tatlı dilli. Çevresinde kimsecikleri kırmadan yaşarmış. Kavgacılığı yokmuş. Kocaanama yetişdim. O ise tok sözlü, dili zehir gibi acı, emredici, insanlara tepeden bakan, geçimi zor bir insandı. Dedem ona “Kır Nuri, seninle dost olayım da yok ziyanı Elbistan Ovası düşman olsun bana” dermiş. Kır Nuri, o zamanlar sanıyorum Nadir köyünde yaşayan kızgınlığı ve kavgacılığı ile ünlü bir adammış. Dedem, Kocaanamı ona benzetirmiş.
İlk çocukları babammış. Sonradan arka arkaya üç kız gelmiş. Babam için at oynatmaya durum uygun. Para var, evin tek erkek çocuğu, yakışıklı, anası babasına karşı arkasında kale gibi duruyor.
Babasız büyümüş Kocaanam oğlunu şımartırmış. Bir tür onu baba yerine koyarmış belki. Kendisine göre, bütün üstün vasıfların timsali olan oğlu ile övünürmüş ve
Baba Halep’ten giydirir
Atına şeker yedirir
Omar’ı gören gelinler
Fesleri yana eğdirir
Diye övünürmüş. Babam da eksik koymuyormuş doğrusu. İlk evliliği, aile kararı ile Habba bibimin görümcesi ve Arap Hamit’in bacısı Bağdat’la gerçekleşmiş. Çocuk olmadan çabucak boşanmışlar. Zaman yitirmemiş ve hemen arkasından bu kez de Elif bibimin görümcesi ve emmisi oğlu Göy Ahmet’le nişanlı olan anamı kaçırmış. Yani kız verilen yerden bir kız alıyormuş. Çok geçmemiş, dedemin eve koymadığı bir başka kadınla dışarda yaşamaya başlamış ve evliliği yedeklemiş. Bakmış ki bu iş böyle de yürüyor. Öyleyse neden tek yedekle kalsın, birden çok da yedek olabilir diye düşünmüş ve uygulamaya da başlamış. Üstelik, artık yedekleri, kim bilir sıkışıklıktan dolayı, başka köylerden bulmaya başlamış.
İş, güç hak getire. Kazanç kaygısı yok, para pul kaygısı yok. Kapıda çifte kısrak, altında alnı sakar, ayakları sekili al at, belde çifte tabanca, nerede güzel kız güzel gelin Omar Ağa orada.
Evde ağzı var, dili yok bir kadın, Gümüş anam. Kendim ettim, kendim buldum örneği kimseciklere bir şey diyemiyor. Nişanlısını bırakıp kaçmış babamla. Ailesi kendisi ile konuşmuyor. Gidecek yeri yok. Yalnızca, gizli gizli, kızına dayanamayan anası Senem ebemle görüşebiliyor. Senem ebem, Gümüş’ün sevdiği bir şey pişerse evlerinde, dayanamıyor, eteğinin altına çalıyor çıkını ve Gümüşü’ne gizlice yetiştiriyor. Kimseler görmesinler diye siper ettikleri evin arkasındaki çitin dibinde, Tanrı’dan başka kimsecikleri olmayan iki yalnız, ağlaşıyorlar öylece ana kız.
Üstelik, gidecek yeri olsa bile, arkasında kendi ifadesine göre “Bağrı yerde enikler” var, kimlere bıraksın? Gümüş anam bunları anlatırken “Allah itleri de ana etmesin” derdi ve “Analık elinde büyümenizi istemedim” diye de eklerdi. Katlandıklarının, çektiklerinin hiç bir önemi yokmuş gibi ve biz çocukların da kendisine minnet duymamızı gerektirecek hiç bir şey olmamış gibi alçak gönülle ve bizlere karşı gülmeye çalışarak anlatırdı bütün bunları.
Ben üniversitede ve babam içerde iken, bazen tatillerde, Gümüş anamla akşamdan sabahlara kadar konuşurduk. İkimiz de uyumazdık. Analık eline kalmasın diye kıskandığı Sarı Ali’si, Sarı Tosun’unu toprağa vermişti. Her şeye dayanıyordu artık. Sabah ezanı okunurdu. “İpek saçlı, yağmur gözlü Kara Osman’ım, deli oğlum” diye okşadığı saçlarımdan elini yavaşça çeker, “Uyu artık” der ve besmeleleyle ayağa kalkardı. Elinde ibrikle, dışarı çıkışını, abdest alışını, içeri girip namaz kılışını, sonra süt sağacağı satırı koluna takıp inek sağmaya ahıra gidişini gözlerim kapalı izlerdim. İncecikten, ılık ılık, yanık yanık gümrenirdi (1). Gözüm kapalı görürdüm onu, duyardım onu, ağlardı ağıtlarla. Çocuklar duymasın diye eve girerken keserdi sesini.
Yüzünü kızartıp ve kalkıp gitse bile, babası Hacıkaye dedemin evine, korkuyorda bir yandan da babamın heybetinden, deliliğinden, ne yapacağını bilmediğinden. Ya “Evi terkettin” diye kavga çıkarsa, kardeşi Ahmet’le kocası birbirlerine silah çekerlerse, ya araya kan düşerse? Ya Ahmet dayım vurulursa? Gümüş’ün aklı başından çıkıyordu bunları düşündükçe. Bir düşüncesizlik etmiş kanmış kendi gönlüne, bir daha hata etmek istemiyor. Kendisi yüzünden bir kötülük çıksın istemiyor. Ezilip un oluyor iki taş arasında. Ama dıştan dışa herkese “İyiyim” diyor, gıkı çıkmıyordu.
Gümüş’ün korkusu boşuna değil. Başına hiç gelmemiş bir iş de değil. Kendisi gibi, Kozcağızlı Medine de nişanlısını bırakıp aynı köyden Mehmet’le kaçmıştı (1938). Kendisini babam nasıl ki o tarafa, Zeytin’de Mustafa Ağa’nın evine götürmüşse, Medine de bu tarafa, bizim köye, dedem Hacıkaye’nin evine getirilmişti. Kız kaçıran kişi, kaçırdığı kızı hemen kendi evine getirmez çünkü. Kendisine yakın bulduğu, güvendiği bir başka eve götürür ve bu ev de olabildiğince gizli tutulur. Böyle bir ev başka bir köyde olursa, hem güvence açısından ve hem de kız tarafına saygı göstermek bakımından daha çok tercih edilir.
Medine ile Mehmet uzunca bir süre Hacıkaye dedemgilde konuk edilir. Ancak, kız tarafında bir yumuşama olmaz. Mehmet artık, ne pahasına olursa olsun, Medine’yi alıp köyüne dönmek ister. Dedem ve dayılarım genç çifti yalnız göndermek istemezler. Sofu dayım, Ahmet dayım, Mehmet ve Medine atlanırlar ve Kınıkkoz’dan aşırı Kozcağız’ın yolunu tutarlar. Haberi alan karşı taraf köyün girişinde pusuya yatarlar. İlk kurşunda Sofu dayım düşer ve ölüsünü at üstünde getirirler köye. Kapı Kayası’ndan bir damla yaş sızar sessizce. Ericek feryat figan ağıtlarla dolar, Esendere ağıtçı kadınlara eşlik eder.
İşte, böylesine bir benzerlik içerisinde yaşanmış olan bu olay Gümüş anamın yüreğini dağlar ve elini kolunu bağlar. Sofu dayımın, gönlüne söz geçirememiş kaçan bir kız yüzünden vurulduğu gibi, Ahmet dayımın da kendisi yüzünden başına bir iş gelmesinden çok korkar.
Sofu dayımın ağıdını, kendisinden adaha önce söz ettiğim Gongul’un ağıdının yakıcısı emmisi kızı Gongul Emine yakar.
SOFUNUN AĞIDI
Kır kısırağa binmişti
Tayı yedeğe almıştı
Sofu idi saf yüreklim
Ellerin ağına düştü
Mehmet’e pusu kurmuşlar
Sehven Sofu’yu vurmuşlar
Nişanlısı kaçtı diye
İtler gibi kudurmuşlar
Nişanlını ele saldın
Namusunu sele saldın
Bir suçsuzu öldürünce
Sen sanki hayıf mı aldın
Bire Kozcağızlı oğlu
Pusuda tutmuşsun yolu
Erkek gibi çıksaydın ya
Mehmet’in önüne doğru
Toy Ahmet’im tor Ahmet’im
Kardaş derdi zor Ahmet’im
Kozcağızlı pusu kurmuş
Bari (2) biraz dur Ahmet’im
Kör olasıca Medine
Sen kavuştun Mehmet’ine
Sofum ala kan içinde
Onu da yaktın oduna
Elif belekte (3), beşikte
Omar kaldı dolaşıkta
Çok sürmez Haçce de gider
İrbeem (4) ağlar eşikte
Kozcağızlı mıydı derdin
İkisini bir gönderdin
Bire Hacıkaye emmim
Aferine oğul verdin
Kanlı kilime sarılı
Kolları yana dürülü
Kısırağa yüklemişler
Sanırsın bir un çuvalı
Öküzü ahırda kaldı
İneği nahırda (5) kaldı
Çoban çocuk yolacaklar
Meyvesi tohurda kaldı (6).
Karıncayı incitmezdi
Kimseyle kavga etmezdi
Ecele edesi (7) saldı
Yaramaz yere gitmezdi
Sabah Omar oğlun büyür
Düşmanın üstüne yürür
Babasını öldürüreni
O da acımaz öldürür
Bir yandan Gümüş anam, çözümsüz ve çaresiz böyle bir çileyi çekerken, diğer yandan da Hacı Resul dedem, babamın yaptıklarından dolayı sağlığını yitirir, güçten düşer, eli işe varmaz olur. Başına bir şey gelir diye, gece sabahlara kadar, kim bilir nerden geleceği bilinmez oğlunun yolunu gözler yüreği ağzında. O yıllarda köyümüzde geceleri eksik olmayan her silah sesinde telaş ve korku ile dışarı fırlar. Uzun ve karlı kış gecelerinde itler uyumazlar, ürüşürler dedem de uyumaz kuran okur, namaz kılar, niyaz eder, acı kahve içer, ocağın külünü karırştırır elinde maşa. Ara sıra uyanan Kocaanam “Hacı yat artık, yeter” diye kocasını korumaya, kollamaya çalışır.
Ailede olağan hale gelen ve sık sık yaşanan böyle bir gecede, Kurban Bayramı sabahında, ilk horoz ötümü vakitlerinde Kocaanam uyuyor, dedem uyanık. Uyanık olduğunu bildiği gelinine sesleniyor “Gümüş kızım, kalk bir kahve yap” diyor usulca. Anam, acı kahveyi dedeme sunuyor ve kenara çekilip, diz çöküp oturuyor kutsal bir saygı ile, içmesini bekliyor. Dedem hahvesini içiyor, anam fincanı alırken önünden o da başucundaki tavalıktan (8) Musaf’ı (9) alıyor, bez kılıfından çıkarıyor, ipil ipil yanan gaz lambasına biraz daha yaklaşıyor ve alçak sesle okumaya başlıyor.
Anam, orta direğin arkasında, lambanın aydınlatmadığı gölgede, başı ellerinde, ayakları çocukların yorganının içinde ve onların sıcağında dedemi izliyor. Çektiği acıyı izliyor, onun gün günü nasıl da eridiğini gözlüyor. Gözyaşını döküyor göğsüne, sesini çıkarmadan.
Musaf okuyan dedemin başı ve duvara yansıyan gölgesi gaz lambasının zayıf, sarı ışığı önünde inip inip kalkıyor. Sesi önce giderek yükseliyor, sonra inceliyor, çatallanıyor, kesik kesik çıkmaya başlıyor. Dedem nefesini toplamaya çalışıyor. Dedem zorlanıyor. Anam dedemim geldiği yeri anlıyor ama seslenemez ki, bir şey diyemez ki. Dedem anam için kutsal bir kişi idi, karşısında el bağlanan belki bir şeyh ya da daha ileri bir kişilik. Dedem Musaf’ı kapatıyor, bez kılıfına yeniden yerleştiriyor özenlice, yavaşça ve saygı ile yerine koyuyor.
Dedem iki elini açıyor, ateşi sönmekte olan ocağın üstünde bacadan yukarı uzatıyor, artık sesinin tonunu kontrol edemeden “Ya İlahi, ne edna (10) kulundum ki, ne günah işlemiştim ki verdin bu cezayı? Huzuruna nasıl çıkarım? Affet beni” diye niyaz ediyor önce. Sonra, sesini daha da yükselterek “İlahi oğlum, ekmek atlı ola sen yayan olasın, koşagöre yetişemeyesin” diye beddua ediyor oğluna. Yatakta zaten yarı uyanık olan Kocaaanam telaşla kalkıyor, yangına düşmüş gibi kocasının ellerine sarılıyor ve tutup indiriyor aşağı. “ Aman Hacı, Omar’ıma beddua etme. Anaların bedduası tutmazmış, sütü karşı gelirmiş. Babalarınki tutarmış. Yalvarırım geri al bedduanı. Omar’ım biriciktir” diyor. Figan kopuyor evin içinde. Habba, Ali, Hürü uyanıyor, ağlaşıyorlar. Bir bayram sabahı, böyle yaşanıyor Hacı Resul Ağa’nın evinde. Ve ertesi günü, evimizin alt tarafındaki caminin cuma cemaatinin önünde Şerif bibim babamı tokatlıyor. Omar Ağa, fiziki anlamda belki de yaşamının ilk ve son tokatını bacısının elinden yiyor. O eller ki Omar Ağa öldükten sonra, üzerine köz düştüğünde “Omar öldü dayandım da küçük bir köze mi dayanamayacağım” diye közü üzerinden atmadan yakmasına dayanan, ölünceye kadar kutsal bir ben gibi yanık yarasını taşıyan ellerdir. Hacı Resul’ün mangal yürekli kızı, Ataş Habba’nın torunu, ailemizin kutup yıldızı Şerif bibimin mübarek elleri.
Bayram gibi yaşanmayan bayram günleri geçiyor, daha başka nice günler de geçiyor. Babam ihtiyat askerliğine çağrılıyor. O askerde iken ben doğuyorum, yine bir Kurban Bayramı sabahı. Dedem “Kardeşim geldi” diyor, adımı vuruyor, “Kara Osman”. “Ama” diyor “Bahtı kara olmasın, Allah ona Hacılar Bayramını nasip etti. Adı Hacı Osman olsun” diyor. Birlikte, onun sakalını yolarak sekiz ay yaşıyoruz dedemle. Babam ihtiyat askerliğinden dönmeden dedem ölüyor. Bir perde daha kapanıyor.
***
Adı yaşayasıca köylülerimin adları ve takma adları üzerinde düşünürken, araştırma yaparken ve yazarken, konu genişledi. Başlangıçta, ilginç gördüklerimin dışında üzerinde durmayı düşünmediğim genel adlar da ilgimi çekmeye başladı. İşi birazcık ilerlettim. Belki de dağıttım. Yeni bilgiler edindim, yeni yorumlar gelişti kafamda. Bunları da paylaşmak istedim.
Orhun Anıtları’nda, “Türk beyleri Türk adını bıraktı, Çinci beyler Çin adını alıp Çin kaganına bağlanmışlar” diye yazıldığı bildiriliyor (11).
Demek ki bu hastalık bizde epey eski. Doğuya dönmüşüz yönümüzü, Çinci olmuşuz. Orta Asya’dan çıkmış batıya doğru yürümüşüz. Kimlerle karşılaşmışsak, onlarcı olmuşuz. İran’a girmiş Farsçı, güneye sarkmış Arapçı olmuşuz. Şimdi de beton gibi Avrupacıyız. Büyüğümüz-küçüğümüz, erkeğimiz-kadınımz, akıllımız-delimiz velhasıl yediden yetmişe hepimiz, evvel Allah, Avrupalıyız. Dilde İngilizci, sanatta Fransızcı, teknolojide Almancıyız.
Ericekli’ler de bu toplumun bir parçasıdır. Başka türlü olacak değil ya? Onlar da benzer biçimde davranmışlar. Yaştaşlarımdan ve yaşlı köylülerimden de yardım alarak, köyün alt ucundan başladım üst ucuna kadar, 1950’lerin ad listesini çıkardım. Sonra adı Türkçe olanlarla adı Türkçe olmayanların sayılarını oranladım. Hayret! Adı Türkçe olanların oranı yalnızca %21, yani 100 kişiden ancak 21 kişinin adı Türkçe bir sözcük, geriye kalan 79’u yabancı sözcük.
“Yahu” dedim kendi kendime, “Hani biz Orta Asya’dan gelmiştik”? Soyumuzu çağrıştıracak adlar neden yok? Acar yok, Aktan yok, Alpaslan yok, Göktürk yok, Oğuz yok, Orhun yok, Mete yok. Say sayabildiğin kadar. Ay yok ama, bir tane Kamer adlı kadın var. Güneş yok ama, 3 tane Şemsi adında kadın var. Gönül yok ama, Dilber diye bir kız var.
Hırıstiyan olan Yedi Uyurlar’ın adlarını bile, bir Müslümana göre her ne hikmetse, kutsal saymış ve çocuklarımıza vurmuşuz, yaşatıyoruz. İbranice kökenli Süleyman adını aynı şekilde çocuklarımıza koymuşuz, yaşatıyoruz. Bu Yedi Uyurlar’ın adlarının Afşin’de %5 oranında kullanıldığı bildiriliyor bir kaynakta (www.afsin.gov.tr/eshabikehf ). Ama Orta Asya’dan bir iz yok. Sanki toplumun hafızası silinmiş gibi. Sanki islamdan önce biz hiç yokmuşuz gibi dünyada.
Oysa, Peygamber’in, Dört Halife’nin ve hatta Kureyş sülalesinin yedi göbekten adları eksiksizce yaşıyor köyümüzde. Örneğin, bizim evde dört halifenin dördü de var. Ama, Orta Asya Türk tarihini anımsatacak adlar yok.
Belli ki din temelli kültürel alış-veriş öne çıkmış ve dini mensubiyet, soy mensubiyetinin önüne geçmiştir. Bu durum, toplumun geneli için de geçerli gözüküyor. Örneğin Batı’da, Denizli’nin Buldan ilçesinde yapılan bir araştırmaya göre de, son 60 yılda kullanılan kişi adlarının yalnızca %19’u Türkçe ve geriye kalan %81’i ise Türkçe olmayan dillerdendir (11). Yine örneğin, Tokat ili Artukabad kazasında yapılan ve 1455-1520 yıllarını kapsayan bir adbilim çalışmasına göre de Türkçe adlar yaklaşık %12’lik bir orana sahiptir (12). Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden Osmanlıca okutman Yılmaz Kurt’un “Adana Sancağında Kişi Adları” başlıklı araştırmasında ise durum içler acısıdır. Bu araştırmaya göre, kullanılan 60 adın yalnızca 10’u Türkçe ve bu 10 Türkçe adı taşıyan nüfusun genele oranı da ancak %4.29’dur.
Köyümüzde kullanılan Türkçe ya da Türkçe olduğunu sandığım adları bu yazının ekinde sunuyorum (EK1). Bu liste incelendiğinde de görülecektir ki uzak geçmişimizden ve kendi soyumuzdan Türkçe adları günümüze taşıyamadığımız gibi, daha sonra ve kendiliğimizden de Türkçe adlar üretme konusunda pek de istekli ve becerikli değiliz. Köyümüzde topu topu Durdu-Durmuş, Döndü-Döne gibi 19 adet Türkçe ad bulabildim.
Türkçe ad yoksulluğuna karşı, köylülerimizin soyadlarının neredeyse tümü Türkçe’dir. Köyümüzdeki soyadları listesi de ekte verilmiştir (EK2). Listeden de anlaşıllacaktır ki Türkçe adların iki katından fazla Türkçe soyadlar vardır.
Bilindiği gibi, 21.06.1934 Tarih ve 2525 Sayılı Soyadı kanunu, her Türk’ün öz adından başka bir de soy adı taşımasını zorunlu kılmıştır. Her kanunumuz gibi defalarca, kim bilir kaç binlerce delindi ve deliniyorsa da, bu kanunun 3. maddesi “Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz” hükmünü getirmiştir.
Düşünüyorum da iyi ki böyle bir yasa çıkmıştır. Hiç değilse, önemli oranda soyadlarımızı yabancı sözcüklerden, başta Arapça olmak üzere öbür dillerin saldırılarından koruyabilmişiz. Hiç kuşku duymuyorum ki bu yasa olmasaydı ve iş gelişine bırakılsaydı, geçmişte adlarımızı ele geçiren Arapça gibi, bu gün soyadlarımızı da, Arapça ile birlikte Batı dilleri ele geçireceklerdi. Geçiremediler ama, herkes iyi bilmeli ki saldırı ve savaş da sürüyor. Uyanık olmak gerekir.
Yine düşünüyorum, seviniyorum ve avunuyorum ki hiç değilse Arapça adların tamamını Arabistan’daki gibi, Araplar gibi kullanmıyoruz. Onların bir bölümünü Türkçe’leştirmişiz. Huriye’yi atmış Hürü, Habibe’yi atmış Habba, Tuti’yi atmış Dudu, Hatice’yi atmış Haçce, Amine’yi atmış Emine, Aişe’yi atmış Eşe yapmışız. Yemliha’dan Yamula, Muhammet’ten Memmet, Süleyman’dan Sülemen’i türetmişiz. Çünkü ne biz Arap’ız, ne de burası Arabistan’dır. Türk’üz ve Türkiye’de yaşıyoruz. Bir de yabancı sözcük kullanmayı üstünlük, uygarlık ve çokbilirlik sanan şu aklı güdüklerimiz olmasa, bir de Hürü olarak kızımıza koyduğumuz adı kendi kafasına göre değiştirip, doğrusunu yazdığını sanıp Huriye diye kaydeden şu yarım akıllılarımız olmasa adlarımızın Türkçeleştirilmesinde daha da çok yol alabileceğiz.
Cumhuriyet Dönemi’nde dilimiz adına, Türkçemiz adına çok büyük çabalar gösterilmiştir. Kanımca çok büyük başarılar da elde edilmiştir. Her çevreden gösterilen duyarlılığa yöneticiler de tarafsız kalmamışlardır. Örneğin, mevcut köylerimizin üçte birinin adları değiştirilmiştir ve Türkçeleştirilmeye çalışılmıştır. Verilen bilgilere göre 12211 köyün adı değiştirilmiştir(13). Benim şaşkınlığım, bu duyarlılığın kişi adları konusunda neden gösterilmemiş olduğudur. Hele son günlerdeki aymazlıklara ve hatta elaltı ya da elüstü yapılan karşı özendirmelere akıl erdiremiyorum. Aleynalar, Beratlar, Büşralar, Hayrunnisalar, Kevserler, Kübralar, Merveler, Miraçlar, Nagehanlar, Nisanurlar, Rümeysalar ve benzerlerinden geçilmiyor. Bir kurt dumanı ki üstümüze gelen, dost mu düşman mı seçilmiyor.
Sormadan edemiyor insan: Burası Arabistan mı? Her yerde çöl rüzgarı esiyor, çöl özlemi yaşanıyor. Ey oğul, bu yol yol değil. Kendine kimlik arıyorsan, kendini bul. Ad arıyorsan atalarından al, dilini bul. Yurt arıyorsan, yabana gitme, elini bul. Neden bu tembellik, bu öykünmecilik ve bu başkalarına benzeme özentisi? Senin soyun sopun yok mu, senin soyunun sopunun adları, sanları yok muydu? Beynin durdu mu? Dilim kopsun, “Yazık sana, hayıf sana, vah sana” demeye benim dilim varmıyor. Ama senin dilin kopmasın, dilin varsın, kendi dilini bulsun.
Açıklamalar
1. Gümrenmek: Alçak sesle ezgi söylemek
2. Bari: Hiç olmazsa
3. Belek: Kundak
4. İrbeem: İbrahim
5. Nahır: Sığır sürüsü
6. Tohurda kalma: Meyvenin dalda kalması
7. Ede: Erkek kardeş anlamına gelen bu sözcühEricek’te ve bazı ailelerde baba anlamında kullanılır
8. Tavalık: Kitap vs koymak için duvardaki kovuk
9. Musaf: Kuran-ı Kerim
10. Edna: Çok kötü
11. Karouz, H. Ö. “Buldan İlçesinde Kişi Adları”, www.buldanmyo.pamukkale.edu.tr
12. Açıkel, A., “Artukabad Kazasında Türk Adları (1455-15209)”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 13,Sayı 2, S. 305-335, 2003, Elazığ
13. Harun, T., “Türkiye’de İsmi Değiştirilen Köyler”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 10, Sayı 2, S. 23-34, 2000, Elazığ
EK1: Ericek’te Kullanılan Türkçe Adlar Listesi
1. Açak-yalnızca erkek adı olarak
2. Ağca-Yalnızca erkeke adı olarak
3. Ağkız-Yalnızca kadın adı olarak
4. Avşar-Hem erkek hem kadın adı olarak
5. Çapar-Yalnızca erkek adı olarak
6. Döndü-yalnız kadın adı olarak
7. Döne-Yalnızca kadın adı olarak
8. Duran-Yalnızca erkek adı olarak
9. Durdu-Hem erkek hem kadın adı olarak
10. Durmuş-Yalnızca erkek adı olarak
11. Dursun-Yalnızca erkek adı olarak
12. Gümüş-yalnızca kadın adı olarak
13. Güzel-Yalnızca kadın adı olarak
14. Hatın-Yalnızca kadın adı olarak
15. Karaca-Yalnızca erkek adı olarak
16. Karakız-Yalnızca kadın adı olarak
17. Koca-Yalnızca erkek adı olarak
18. Torca-Yalnızca erkek adı olarak
19. Yeter-yalnız kadın adı olarak
EK2: Ericek’te Kullanılan Türkçe Soyadlar Listesi
1. Ağzıbüyük
2. Aktaş
3. Bakıcı
4. Bal
5. Balta
6. Baltacı
7. Barış
8. Barışık
9. Bilici
10. Bozkurt
11. Çiçek
12. Danabaş
13. Değirmenci
14. Demirci
15. Dereli
16. Durdu
17. Esendere
18. Filik
19. Gedik
20. Gökçe
21. Gül
22. Gümüş
23. Kara
24. Karaoğlan
25. Kaya
26. Keklik
27. Kılıç
28. Kızıltepe
29. Koco
30. Köylü
31. Kurt
32. Ödemiş
33. Sarıçoban
34. Sarıoğlan
35. Sever
36. Şeker
37. Tatar
38. Tatlı
39. Telli
40. Toplama
41. Tüylü
42. Yılmaz
Bir yanıt yazın