ADLARIN İZİNDE
Bulutlardan öğrendik, gökyüzündeki maceranızı
Yağmur olup yağdılar üzerimize
Islandık
Anladık, bunca gözyaşlarından sonra
Gökyüzüne bile sığmayan acılarınızı
Yasınızla yaslandık (1)
Ozan bulutlardan öğrendiğini söylüyor, kendisinden gökyüzü kadar uzakta olan sevgilisinin marerasını. Ozan doğru söyler, sevgilisi macera yaşamıştır. Ozanın kendisi de macera yaşamıştır. Daha doğrusu, insan da insanlık da çok macera yaşamıştır. Maceraların, ozanca bir söylemle, bulutlardan öğrenildiği söylenebilir. Ama, bu maceraların bir kısmını sözcüklerden öğreniriz biz. Adlardan öğreniriz, lakaplardan öğreniriz. Bu düşünceden dolayı duruyorum köyümdeki ad ve takma adlar üzerinde. Bu nedenden dolayı onların izlerini sürmeye çalışıyorum.
Köyümüzde bu gün de yaşayan kişi ve aile ad ve takma adlarınının, aşağıdan yukarıya doğru, izini sürerken sıra Gongullar’a geldi. Hacıkayelerin harman yerinin doğu ucunda kızıl toprak üzerinde, damı da kırmızı topraklı bir küçücük evde otururlardı. Ailenin simge kişisi Gongul Emine’ydi.
Gongul Emine de ağıtçı idi. Yumruk kadar bir kadındı. Başında baş yoktu, bir bez bağlıydı yalnızca. Başında baş olmak da bir varlık işi çünkü. Ayağı çıplak gezerdi. Yağmurda yaşta çamurdan geçilemeyen kızıl toprağın üzerinde belki de tek gözlü bir evi vardı. Kocasını anımsamıyorum. Galiba duldu. Oğlu Taşkıran Osman vardı, densiz, geveze, tembel. Benden üç beş yaş büyüktü. Anasını hoş tutmuyor izlenimini verirdi bana. Kızardım. Çünkü Gümüş anam Gongul Emine’ye yakın ve saygılı davranırdı. Anamın kızlık komşusu ve sanıyorum akrabaları, belki de uzaktan emmideş idiler. Hala öyle miyim bilemiyorum ama ne sevdiklerimin ne de sevdiklerimin sevdiklerinin incitilmesine dayanamazdım o günlerde. Taşkıran Osman’a da bu nedenle kızardım. Çalışıp anacığını besleyeceğine, köyün içinde aylak aylak geziyor ve anası da onu beslemeye çalışıryordu.
Yalnız Taşkıran Osman’a değil Gongul Emine’nin, Sefer Ayci tarafından öldürülen kardeşinin yetimi ve kocasının ölümü üzerine evi terkeden Karakız’ın öksüzü kumarcı Gongul Bekir’e de çok kızardım. Aklımda, Gongul Bekir’in yükünü de Gongul Emine çekiyordu gibi kalmış. O da haylazdı, çalışmazdı. Ayrıca Omar Ağa kumar düşmanı idi. Kumar oynayan ve oynatan dost düşman herkese kızar, bağırır çağırır hatta döverdi ve fakat hiç kimse de “Sen ne karışıyorsun” demezdi. Kumar yüzünden bir kere Gongul Bekir’i de eve çağırıp dövdüğünü ve Gongul Bekir’in bir daha oynamayacağına dair söz vererek sümüğünü çeke çeke boynunu büküp gittiğini anımsıyorum. Ama, Gongul Bekir daha sonra da çok kumar oynadı ve Kürt Ali’nin söğüt dalı gibi esnek bedenli ve bahar güneşi yüzlü Esme kızını çok üzdü, çok ağlattı.
Yeni evlenmiştim, Eğridir’deydim. Babam gelmişti. İkimiz salonda otururken Tülay mutfakta bize yemek hazırlıyordu. Mutfağın kapısı salona açıktı. Omar Ağa gelinlerine çok saygılı ve sevgili davranırdı, onları korurdu. Tülay da Omar Ağa’ya karşı benim davrandığım gibi davranmaya özen gösterirdi. Adam, zaten şimşek gibi gelir ve giderdi. Geldiği ile gittiği bir olurdu. Sanırsın komşudan geliyordu. Tülay yemek hazırlarken ben de her zamanki gibi babamın öğütlerini dinliyordum. Bana dedi ki “Sigarayı bırak. Yeri gelir arada sırada içki içebilirsin. Asla ve kat’a kumar oynama. Yapma ama, erkek dediğinin az buz hovardalığı da olabilir”. Tülay, kızgın saca basmış gibi bağırdı, “Ne diyorsun baba” dedi. Babam bozuntuya vermedi. “Kızım o işler geçicidir, telaşlanma. Ama kumar mahvedicidir” dedi. Sonra hep birlikte şakalaştık, gülüştük.
O günlerde, Gongul Bekir’e kızgınlığımın temelinde, galiba babamın bize çocukluktan beri kumarla ilgili olarak işlediği ve kafamıza yerleştirdiği bu düşünce vardı. Babamın bu öğüdünü ömrüm boyunca tuttum ve oğlum Ali’ye de aşıladım.
Gongul Emine de, tıpkı Keprim Karı gibi, dünyanın en hovarda şairi Karacaoğlan’ın ahfadından, onun kızlarından birisiydi. Yaşı kuruyan gözleri bilirim ben. Çok gördüm onları. Gongul Emine’nin de gözünde yaş kalmamıştı ağlaya ağlaya. Kupkuru bir hüzün vardı gözünde, yüzünde algılayabilenin yüreğini yakan. Daha sonra da gördüm, kardeş acısına uğrayan bacıların yüzlerinden okunan yürekler dayanmaz yürek yangılarını. Ataş Habba’yı bilirim, son nefesinde “Kardeşime, Sarı Ali’me gidiyorum” diyen. Resul Kızı Şerif’i bilirim, “Omar’ın acısına dayandım da bileğime düşen köze mi dayanamayacağım” diyen. Gongul Emine’de de kardeş acısı vardı, hem de çifte.
Anam söylerdi, Gongul Emine’nin ağıtları ünlüymüş. Babası dedem Hacıkaye için ve Ahmetçik köyünde vurulan abisi dayım Sofu için de ağıtlar yakmış. Ben ortaokulda iken, bunları yazmak için sorduğumda “Ne bileyim oğlum. Akıl defter mi? Aklımda kalmamış” derdi. Kim bilir, belki de özü dayanıp söyleyemiyordu. Ama, Gongul Emine’nin bir ağıdını alabilmiştim Gümüş anamdan :
GONGUL’UN AĞIDI
Omuzundan düşmez kürek
Odun çeker şelek şelek
Gongul’um kızağa gitmiş
Yolunu bağlamış felek
Aç kalmış üç beş davarı
Çıkmış yukarı yukarı
Yüklü kızak hızlı kaymış
Buz tutmuş Livlik’in karı
Livlik’ten beri yörümüş
Kızağı önden sürümüş
Dizi dayanmamış yüke
Gongul’un boynu kırılmış
Kör olası Livlik Dağı
Bize mi kurdun tuzağı
Ölüsünü getiriyor
Öldüren katil kızağı
Helik(2) dallara dolanmış
Şapkası kana bulanmış
Sağ çıkmıştı ölü geldi
Meğer sağlık da yalanmış
Keçileri dal bekliyor
Yetimleri yol bekliyor
Azirail bağdaş kurmuş
Oturmuş da sal(3) bekliyor
Ana da yok, baba da yok
Odun, ocak, soba da yok
Yok yoksul yalnız kalınca
El aşiret oba da yok
Zaten de öksüz büyüdü
Göremedi ana sütü
Gidiyor Gongul gidiyor
Aşiretin en züğürdü
Yetim kaldı yetim yeri
Ne gün olur bundan geri
Çocuklara miras kaldı
Soyka(4) kalası kaderi
Bunları yazarken, gözleri ağlamaktan kupkuru olmuş ağıtçı Gongul Emine’nin lakabının nereden geldiğini de merak ettim. Ancak, komşu köyümüz Kınıkkozu’unda da kullanılan Gongul sözcüğü konusunda çok şey bulamadım.
Gongul bazı kaynaklara göre eski Türkçede gönül anlamına geliyor (tr.wiktionary.com). Buna çok yakın olan örneğin Gungul’un yerel ağızlarda tahıl için tepeleme dolu (Fatih-İstanbul), Gungula’nın küçük su testisi (Haymana ve Saimbeyli) ve Gonguluk’un da baykuş (Kavak-Samsun) anlamlarına geldiği bildirilmektedir (Türkiye Türkçesi Ağızlar Sözlüğü-TDK). Bizim köyde de, emin olmamakla birlikte, kozalak anlamında kullanılmış olabileceğini ve ufak tefek insanlara bu takma adın verilmiş olabileceğini düşünüyorum.
Konya ili Taşkent ilçesinin bir köyünün adı da Gongul’dur. Köyün adının nerden geldiği konusunda da bir rivayet vardır. Padişahın iltifatını kazanan keramet ehli Aksakal’ın, muhafızlar eşliğinde memleketine dönerken, öğle namazı vakti geldiğinde namaz kılmaları için muhafızlara “Kon Gıl” yani (mola verin) namazınızı kılın dediği ve köyün adının da buradan kaldığı ileri sürülmektedir (5). Bu köyde Kongul, ebelerle, taşlarla ve çiziklerle oynanan bir grup oyununun da adıdır. Benim bulabildiklerim bu kadar. Bundan sonrası da adbilim (Onomastik) uzmanlarının işidir.
Gongul Emine’nin evinin biraz aşağısında Çaçaların Mezarlığı vardı. Mezarlık köyün içindeydi. Buradan karanlıkta geçmek zorunda kaldığım zamanlar iki şeyden çok korkardım. Bunlardan birincisi hortlaklardı. Beyaz kefenler içerisindeki hortlaklar. Yazları köyümüze gelen aptalların da hortlaklardan çok korktukları küçümsenerek ve alaylı bir biçimde anlatılırdı. Aptallar hortlaklara cangolos diyorlardı.
İkincisi de arkadaşım Kör Kadir’in babası Çaça Duran’ın colisi idi. Ben, iri yarı köpeklerle baş edebilirdim ama, gecenin karanlığında hortlaklar çıkacağından ödümün koptuğu bir sırada arkamdan topuğumun dibine kadar bir ruh sessizliği ile yaklaşan ve birdenbire şıltaklayan(6) bu kara coli ile baş edemiyordum. Üstelik böyle bir derdi Omar Ağa’ya da kimse anlatamazdı. Çünkü, Şahbazım diye bel bağladığı ve burnunu başının içine gömüp koklayarak sevdiği baş güvencesi Kara Osman böyle şeylerden asla korkamazdı. O nedenle de karanlıkmış, aydınlıkmış demeden babamın verdiği görevler dolayısı ile bu iki korkuyu kimseciklere diyemeden pek çok kez yaşamak zorunda kaldım.
Köyde iken bizim köpeklerimiz Kangal cinsi köpeklerdi. Ancak, daha sonraki kent yaşamımda, belki bu günlerin bende bıraktığı tortu niteliğindeki bir hevesle, ben de coli köpeği besledim. Şimdilerde, seçkin (!) çevrelerde colilere fino diyorlar. Ancak, ben yine de coli demeye devam edeceğim.
Benim coliyi ailecek çok seviyorduk. İrice bir horoz kadar olduğu için zahmeti de azdı. İzmir’de evin bahçesinde yaşardı. Bir dilim kuru ekmekle de yetinirdi. Yalnız rakıyı hiç sevmiyordu. Elimde kadehle yaklaştığım zaman ağzını karnına gömüp saklıyordu. Bazen, dışarıları görsün diye, garajın önüne 7-8 metre uzunluğundaki bir telden raya bağlardım onu. Tel boyunca bağlı olarak gider gelirdi. Bir gün Kuşadası uzun sahilde hep birlikte gezerken şapkası tüylü bir hanım benim coli ile çok ilgilendi. Adını sordu, “Coli” dedim. Sevmek için benden izin istedi ve sevdi. Sonra köpeği verirken “Çok asil, galiba İngiliz değil mi” dedi.
Aslının nasıl olduğunu bilmediğim bir fıkra geldi aklıma. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Napoli’de gerçekleştirilen uluslar arası bir müzik etkinliğine, o günlerde kimsecikleri bulamadığımız için Erzurumlu bir klarnetçimizi göndermişiz. Sıra bizimkine gelince içinden geldiği gibi üflemiş. Arada, bir İtalyan müzikolog, çevirmen aracılığı ile, kendisini kutlamış ve çok beğendiğini övgü dolu sözlerle belirterek eğitimini nereden aldığını sormuş. Bizim zurnacı da göbekten bir kahkaha patlatarak, çevirmene “Söyleyin ona” demiş, “Ben Erzurum’da çoban, Napoli’de müzisyenim”.
O kibar hanıma bu kadar uzun yanıt veremezdim. “Kitaplar öyle yazıyor” dedim, gülüştük.
Çaçaların Mezarlığı’nın sol üst yanında Laz Mehmet’in evi vardı. Ama ne laz? Sanki adımını sayarak atar ve sözlerini de altın ile satardı. Soyadı da Tatar’dı. Babamdan büyüktü. Babam kendisini sayardı, akrabamızdı. Köyümüzün uzun ömürlü insanlarından birisiydi. Oğlu Durmuş da babası gibi ağır hareket ederdi. Benden de büyüktü. Yürekli birisi olarak bilinirdi. Birlikte yaşadık 1959 kıyametini. Kendisine ailem adına yedi yıl borçluyum. Kara Mustafa emmimin eşi Gelin Bacımın vefatı dolayısı ile 12 Ocak 2008’de en son Bilbilcik’te konuştum Durmuş’la. İçimde, borçluluk nedenlerinin yarım yüzyıldır hiç unutamadığım acısı ve ödenemez bir borcun borçlusunun alacaklı karşısındaki tanımlanamaz çaresizliği ve ezikliği ile sohbet ettik. Bana, bir bilge kişi gibi “Acını unutma, gerisi önemli değil” dedi. Ne acımı ne de Durmuş’u unutabilirim.
Çaçaların Mezarlığı ile Cağlak deresi arasında kalan bölgede Beyinoğlu, Ödüşler, Göydöller, Koca Zeynep, Memo Aliler, Durdu Mehmetler, Meryemce, Kocolar, İbişler, Uzun Meryem, Hamzalar, Kel Mıtatlar, Kel Gani, Hacıkayeler, Kara Postallar, Kirikler, Bal Ali, Çerkes Ali, Kır Eşe, Bekir Çavuşlar, Uzun Haliller, Kel Hasanlar (Göy Hasanlar), Hökelek Hürü, Torca Hasan, Halı Yuka, Dikkini Durmuş ve Çulha Haliller aklıma gelen aile ve kişi adlarıdır.
Çocuklarına gilik darısı bazlamayı bile zor bulduğu halde adı Bekir Ağa olan Çoban Bekir nasıl bir ağa ise Beyinoğlu Mustafa da öyle bir bey oğlu idi işte. Tarla yok taban yok, od yok ocak yok. Kışın Çukurova’da yazın Ericek’te yaşar. Önceki eşinden olan ve evi terk eden bir oğlu Helli kahve işletir, kumar oynatır, saç da keserdi. Kim bilir belki diş de çekiyordu. Evdeki eşinden olan bir oğlu Taşçı Ali, Çukurova’da kışın kazandığı paralarla kardeşi Helli’nin kahvesinde kumar oynardı. Küçük oğlu Boddi Osman da çobanlık yapardı.
Beyinoğlu Mustafa, bizlere anlatılanlara göre, Tecirli olma ününe en laik bir yakınımızdı. Babamdan yaşlıydı ve babam onu “Emmi emmi” diyerek sayardı, halini hatırını sorar ve yardım da ederdi. Babam bir defasında, ısrarlı bir biçimde, karda kaymak için kızak istemem üzerine, bizim de emmi dediğimiz Mustafa emmime benim için bir çift kızak yaptırmıştı. Dut ağacından yapmış. Altı kar tutuyor, kaymıyor ve canımı çıkarıyordu. Diğer çocukların yanında yarışta geri kalıyordum. Kızıyordum, üzülüyordum. Meğer dut ağacından kızak olmazmış. Babamınki de akıl işte, nereden bilsin eşkiya Tecirli keser tutmayı, kızak yapmayı?
Memo Ali’nin eli keser tutardı. Yalnız keser değil mala da tutardı. Ev yapımında usta idi. İkinci evliliğini Ericekli Uzun Halil ile yapan anasının ardından Tombak’tan geldiği söylenirdi. Zaten soyadı da Köylü idi. Bizde köylü demek aşağı ova köylülerinden demekti. Ericekliler de Tombak dahil ova köylülerini küçümserlerdi. Yalnız, onlar da bizi “Dağ adamı, hasta eder sağ adamı” diye küçümserlerdi.
Biri Ericekli diğeri Tombaklı olmak üzere iki eşli yaşadığını saymazsak, Memo Ali akıllı adamdı. Aslında Memo Ali, birinci eşini sabit tutarak ve diğerini değiştirerek hep iki eşli yaşadı. Memo Ali’nin ana bir üvey kardeşi, benim de ana tarafımdan akrabam Uzun Halil’in oğlu Veli dayım, Veli Kızıltepe de birinci eşini hiç boşamadan demirbaş tutarak 12 kez evlendi ve hep iki eşli yaşadı. Veli Kızıltepe’nin ilkokul diploması var mıydı bilemem ama Demokrat Partili olmanın ödülü ile yıllarca çeşitli şubelerde Tarım Kredi Kooperatifi müdürlüklerinde bulundu.
Bizim köyden ilk kez ilkokul üstü eğitim için köy dışına giden, iyi bir matematik öğretmeni olan ve soyadlarını da Köylü yerine Köylüoğlu’na değiştiren kişi onun büyük oğlu Mehmet’ti. Küçük oğlu Süleyman da öğretmen oldu. Memo Ali köyümüze başka bir ilk daha yaşattı. Kızını okuttu ve öğretmen yaptı. Adı Döndü idi, sonra Aysel oldu. Aysel öğretmen olayı, köyümüzde kız çopcuklarını okula göndermedikleri için hapis yatanların yaşandığı bir dönemde, devrim niteliğinde bir olaydır.
Yenilikçi Memo Ali yeni partiye mensuptu, Demirkıratlı (Demokrat Partili) idi. Haber dinlerdi 1950’lili yıllarda. Dinlediği haberleri de yüksek sesle herkese anlatırdı. Ondan duydum ilk kez adını bilmeden, gelecekte televizyon yayının yapılacağını. Köyün içinde birilerine her zamanki gibi yüksek ve kaba bir sesle anlatıyordu. Radyoda sesini duyduğumuz herkesin kendisini de göreceğimizi söylüyordu. İlgimi çekmişti, kulak misafiri olup dinlemiştim. Bildiğim kadarı ile köydeki üç radyodan birisi bizde, birisi Memo Ali’de ve diğeri de Helli’nin Kahvesi’nde idi.
Gelelim sözü değiştirdiğimiz yere yani Beyinoğlu Mustafa’ya. Beyinoğlu Mustafa’nın, Tecirliler arasında övünülerek ve eğlenilerek anlatılan çok öyküsünü dinledim. Bunlardan üçünü aktarmak istiyorum.
Birincisi, yorgan hırsızlığı ile ilgili. Beyinoğlu’nun arkadaşı evlenmiş, üzerlerine örtecek yorganları yokmuş, gelmiş Beyinoğlu’na dert yanmış. “Tamam” demiş Beyinoğlu “Yarın getiririm”. Yaz günü imiş, herkes damın üstünde yatıyor. Tek katlı bir evin damında yatan birisini gündüzden gözüne kestirmiş Beyinoğlu. El etek çekilip herkes uykuya dalınca atı yanaştırmış damın süyüğünün(7) altına yavaşça. Kamayı çıkarmış, yorganın ucunu delmiş ve atın kuyruğuna bağlamış. Atlamış ata, deh demiş. Arkada yorgan savruldukça at daha da hızlı koşuyormuş. Dam üstünde karı koca üstü açık kalakalmışlar. Mustafa emmi de sözünü yerine getirmiş ve arkadaşını memnun etmiş.
İkincisi, at hırsızlığı ile ilgili. Kendisi gibi eşkiya olan arkadaşının atının başına bir iş gelmiş ve atsız kalmış. Kendi atlı, arkadaşı yayan olarak ova köylerinden Kabaağaç’a gitmişler. Köylülere satılık at sormuşlar. Köylülerin gösterdikleri 3-5 atı beğenmemişler, burun kıvırmışlar. Fiyatı önemli değil, ama cins olacak, şöyle soylu böyle soylu olacak demişler, çok varlıklı ve üstten bir hava içerisinde. Köylüler bu durum karşısında “Vallahi gücünüz yeter mi, kendisi razı olur mu bilemeyiz ama Ağa’nın bir doru tayı var, yeni binek yaşında” demişler ve Ağa ile bizimkileri buluşturmuşlar. Beyinoğlu Mustafa yerinde duramayan atının üstünde sırım gibi bir delikanlı ve tam bir bey oğlu havasında Ağa’nın karşısına çıkmış “Güzel” demiş “Tayı beğendim. Bir de yürüyüşüne bakalım şunun”. Arkadaşına dönmüş “Bin de bir sür bakalım” demiş. Arkadaşı binmiş deli deli tor taya, düz ovada yönü Ericek’e doğru tepiklemiş koltuklarını. Arkasından Beyinoğlu, bir taraftan yüksek sesle bağırıyormuş “Yeter artık, anlaşıldı, dön geri” diye. Bir taraftan da “Duymuyor musun, yorma beni” diyerek arkadaşının arkasından dört nala kaldırmış atını ve ikisi birden Tombak üzerinden tutmuşlar Berit’in yolunu. Ova köylüleri ve Ağa kalakalmışlar oracıkta çaresizce.
Beyinoğlu Mustafa’nın hırsızlık yöntemleri anlatılırken bir de keçi kıllı pekmez ağdasından söz edilirdi. Pekmezi keçi kılı ile karıştırır ve iyice koyulaşıncaya kadar kaynatır, sonra bunu elle topak topak yapar ve hırsızlığa çıkarken de yanına alırmış. Gittiği yerde havlayan köpeklerin önüne bu topaklardan atarmış. Yiyecek diye bu topağı ağzına alıp ısıran köpeğin ağzının içi birbirine yapışır ve köpek de bir daha ağzını açamaz ve ses çıkarmazmış. Böylece, Beyinoğlu da işini sessizlik içinde yaparmış.
Adını ya da takma adlarını yukarıda saydığım köylülerimizden ilginç birisi de Kara Postal’dı. Kara Postal’ın başında keçe bir fötr şapka vardı. Cağlak Deresi’nin kenarında Hacıkaye dedemin evinin yanında iki katlı bir evde iki oğlu, iki gelini ve sayısını bilmediğim torunlarıyla birlikte bir arada yaşardı. Küçük gelini Kara Ali’nin eşi Gümüş ve onun kızı Hatın güzellikleriyle ünlüydüler. Büyük oğlu Mıtat’ın oğlu, bir parmak boyundaki Gedik Karaca yaştaşım ve arkadaşımdı. Aynı boydaki bacısı Gıdık Elif de akranlarımızdandı. Veli Kara’nın oğlu Tırık Veli ile evlenmişti. Bizim köyde tırık, meşe çalılıkları anlamının dışında ötürüklü anlamına da gelir.
Ailenin babası olan Kara Postal bir süngüç(8) boyunda bir adamdı, cüceliğin üst sınırında bir yerde. Önünde bir çift öküz, omuzunda çift kayışı ve elinde bir meses(9) ile sesi çıkmaz birisi olarak anımsarım onu. Ama anamın kızlık komşusu olan Kara Postal’ın adı, çokçası da benim yüzümden, bizim evde bir söylem ve anlatım biçimine dönüştüğü için, çok sık kullanılırdı. Herkese ve her şeye küsermiş Kara Postal, her şeyden alınırmış. Avradına küser, oğullarına küser, gelinlerine küser ve hatta torunlarına bile küsermiş. Yemeği beğenmezse küser, istediği bir tas su azıcık gecikirse küser, altına minder atılmazsa küser velhasıl küser oğlu küsermiş. Eşi de onun bu huyundan dolayı konu komşuya hep dert yanarmış. Anam çocukluğunda ve genç kızlığında bunları çok dinlediği ve küsme davranışını yerdiği için, biz çocuklardan hangimiz, herhangi bir nedenle, bir küslük gösterirsek, yumuşacık sesi ile “Kara Postal gibi küsme. Küslük ayıp ve kötü bir şey” derdi. Gönlümüzü alırdı, gülüşürdük.
Diğer bir takma ad olan Kirik sözcüğünün , Türkiye Türkçesi Ağızlar Sözlüğü’nde Kargı, Merzifon, Kilis, Gemerek, Çayıralan ve Bünyan dolaylarında eşek yavrusu, sıpa anlamına geldiği bildirilmektedir. Aynı kaynağa göre, Yusufeli-Artvin çevresinde de kirik buğday, kılçıksız toparlak buğday anlamında kullanılmaktadır. Bizim köyde de eşek yavrusuna kürük derler. Kirik ise, kullanıla kullanıla sonuna gelinmiş küçük sabun parçası anlamındadır. Kirik Mehmet omuzunda martinle gezen gözü pek bir adam olarak bilinirdi. Kardeşi olduğunu sandığım Kirik Karaca ise sefil bir adamdı. Diğer bir kardeşleri ve köyümüzün Çerkez olmayan iki Çerkez’inden biri olan Çerkez Ali de erken ölmüş, eşi Kır Eşe iki oğlu ile dul kalmıştı.
Öteki Çerkez ilkokulda sınıf arkadaşımdı. Açık tenli, sarı saçlı, belki de mavi gözlü, kavgacı olmayan, kibar bir çocuktu. Kocalar’dandı. Soyadı Şeker olan arkadaşım Çerkez’in şeker hastalığından öldüğünü duydum. Üzüldüm. Allah rahmet eylesin, toprağı bol olsun.
Çerkez Ali’den dul kalan Kır Eşe Kınıkkozu’lu Ekiz Hacı’ya ikinci eş olarak gitti. İki yetim ortada kaldılar, arada kaldılar. Devlet kanat gerdi ve küçük çocuk olan Hasan yetiştirme yurdunda ve büyüğü Veli de kahve köşelerinde büyüdü zerzebil (sersefil).
Kır Eşe’nin Veli askerlikte revirde çalışmış. Köye dönünce İğneci Veli oldu önce, sonra ona Doktor Veli dediler. Ama oğlu gerçek doktor oldu, bir oğlu da ziraat mühendisi. Bir Cumhuriyet köyü olan Ericek’in Cumhuriyetçi çocukları oldular. Doktor olmayan Doktor Veli’nin, babasının adını da taşıyan oğlu Vedat Ali Kızıltepe de babası için bir şiir yazdı. Babasının yetimliğini, öksüzlüğünü, yoksulluğunu, sefilliğini, aralıkta bir naylon topu bile olmadan ve hiç kimseden sevgi görmeden büyüdüğünü, ceketini satarak kendilerini okuttuğunu ve romanlara konu olabilecek daha nice serüvenlerini büyük bir içtenlikle dile getirdi, anlattı.
Şimdi düşünüyorum da o yıllarda köyümüzde çok dul kadın vardı. Özellikle erkekler arasında genç ölümleri çok yaygındı. Elbette elimde bir istatistik yok, bu yalnızca bir çocuk gözlemi. Ancak, köyün 40-50 hanelik bir bölümünü kapsayan burada anlattığım aileleri bile düşününce, bu gözlemimde çok da yanılmadığımı sanıyorum. Üç genç adam, üç emmideş ve üç komşu Çerkez Ali, Bal Ali ve Torca geriye üç dul kadın bırakmışlardı. Keprim Karı, Gongul Emine, Ödüş Ali (Dili Çıkık Ali) ve Ödüş Veli’nin anası ve Uzun Meryem de duldu. Dayım Hacıkaye Ahmet kırklı yaşlarda öldü, Döndü bibim dul kaldı. Yani 40-50 evlik bir toplulukta 8 kadın yetimleri ile dul olarak yaşıyorlardı.
Hökelek Hürü de dul kalmıştı. Ancak diğerleri gibi değil. Eşi Çolak Sülemen (Süleyman) öldüğünde 45-50 yaşlarında vardı. Hökelek Hürü, adı gibi hökelekli idi. Yani iri yarı ve gösterişli idi. Kardeşi Arap Hamit ve bacısı Bağdat da öyleydi. Daha doğrusu Arapoğulları kadınlı erkekli hökelekli insanlardı.
Köyümüzde lakap olarak kullanılan ve büyüklük, çalım, gösteriş ve benzeri anlamlara gelen hökelek sözcüğü Merzifon, Amasya, Çorum ve Samsun dolaylarında ve daha çok da soyadı olarak kullanılmaktadır.
Hökelek Hürü ne kadar hökelekli ise komşusu ve Dikkini Durmuş’un babası Halı Yuka da o kadar hökeleksizdi. Halı Yuka’nın asıl adı Omar’dı ama ona herkes Halı Yuka derdi. Kötü kötü öksürürdü. Gümüş anam, ne zaman ıhı ıhı diye boğazımı temizleyecek ve öksürecek olsam “Öyle Halı Yuka gibi kötü kötü öksürme, küt küt ve sağlam sağlam öksür”derdi. Sonraları anladım ki bizimkiler, kötü kötü öksürmeyi ince hastalık yani verem hastalığının işareti gibi anlıyorlar ve korkuyorlardı. Yaygın olmamakla birlikte, köyümüzde de 2-3 kişide verem olduğunu anımsıyorum. Ne iyi ki anamın korkktuğu başına gelmedi ve ben hiç verem olmadım.
Köyümüzde buğday, fasulye, nohut, mercimek ve mısır gibi tohumlar çelik ve ölçekle ölçülürdü. İkisi de ağaçtan yapılma ve ikisi de silindirik birer ölçü kapları idiler. Bir çelik buğdayın 11 kilo geldiği söylenirdi ve 8 ölçek de bir çelik ederdi. Alışverişlerde çelikleme yani çelikle ölçme işi, hak geçirmemek için, özen gösterilmesi gereken bir vicdan ve ustalık işi idi. Çeliği doğru silelemek yani çeliği doldurup üstünü elle düzeltmek ve esik ya da kaba bırakmamak gerekirdi.
Harman yerlerinden samanlar da çetenlerle(10) çekilir, çoğu kere çocuklar tarafından gülüşerek, oynaşak tepeleye tepeleye samanlıklara doldurulurdu. Hayvanların yemliklerine dökülürken ya da samanı satarken de ölçü aleti olarak zembiller kullanılırdı. Bizim zembiller büyük ağzı yukarda bir kesik koni biçiminde ve söğüt çubuklarından elle örülme kulplu ya da kulpsuz saman ölçme ve saman taşıma kapları idi. Gökten zembille inenler, Tanrı’nın dünyaya özel bir özenle gönderdiği saygın ve ayrıcalıklı kişiler olduğuna göre, bizim samanların da bizler için çok değerli varlıklar olduğu düşünülebilir. Dolayısı ile alışverişlerde saman ölçme işi ya da samanı zembilleme işi de çok vicdani ve hakkani olmak gerekirdi.
İşte Halı Yuka Omar da bir saman ölçme işi sırasında Halı Yuka adını almış. Keçilerin samanı bitmiş kış ortasında. Halı Yuka, Sefer Kara’dan saman almaya gitmiş. Zembilleme işi de Kasap Halıt’a(Halit) düşmüş. Ancak Kasap Halıt, samanı zembilleyip Halı Yuka’nın çuvalına doldururken zembili esik bırakıyor, eksik dolduruyormuş ya da Halı Yuka’ya öyle gelmiş. Kasap Halıt’ın, hem komşusu ve hem de taraflardan güçlüsü lehine hareket ettiğini düşünmüş ve Sefer Kara yerine kendisini kayırması ve kollaması için “Halımden bilmiyor musun emmioğlu Halıt, halım yuka taman(11)” diye yakınmış. Böylece de adamın adı Halı Yuka (Hali Yufka) kalmış.
Halı Yuka denen adamın şapkasının kenarı yırtık, kapısının önünde iki adet dut ağacı, bir boz eşek, üç keçi. Bütün servet, bundan ibaret. Bir oğlu var Dikkini Durmuş, ha durmuş ha durmamış, zırtık(12), beceriksizin, çelimsizin biri. Zavallı Durdu bacının yani Halı Yuka’nın eşi, üstte yok başta yok, havalar da soğuk mu soğuk, çile çekmektir bütün işi. Kızı bahtı kara Kavlak Eşe, her yeri kavlak, ne murat aldı, ne neşe. Gelin gitti gurbete horladılar, dövdüler, sövdüler ve de gömdüler Ceyhan’da kara toprağa, sıladan uzak. Halı yukalar işte, gelirler, giderler, kimsecikler farkına varmadan, öküz alıp koşamadan, yaşar gibi yaşamadan.
Açıklama
1. Gökçe, O., (2009), Esendere Akardı, +1DRC Yayım-Yayın, İstanbul
2. Helik : Karda batmamak için ayağa giyilen, çevresi serçe parmak kalınlığında ağaç çubuktan bükülmüş ve içine geniş gözenekli sırım örülmüş, geniş yüzeyli, yuvarlak ya da ovalca biçimde bir alet.
3. Sal : Tabut
4. Soyka : Ölüden kalan giysiler ve benzerleri. Soyka kalsın da olmaz olsun, yere batsın anlamlarında kullanılır.
5. http://sariveliler.bel.tr
6. Şıltaklamak : Patırtılı, gürültülü ses çıkarmak, bağırganlık etmek.
7. Süyük : Damın saçağı.
8. Süngüç : Gergin durumundaki baş parmakla işaret parmağı arasındaki açıklık. Kaba bir ölçü birimi olarak da kullanılır.
9. Meses : Üvendire.
10. Çeten : Saman taşımak için, kağnının üzerine çuldan, savandan ya da tahtadan kurulmuş düzenek.
11. Taman : Cümlenin sonunda bilmiyor musun, hatırlamıyor musun vb ifadelerin yerine kullanılan bir sözcük. Ör.: Seni çok seviyorum taman.
12. Zırtık : Zırt diye kendiliğinden çıkmış, işe güce yaramaz kişi.
Bir yanıt yazın