İKİNCİ ANA
Olağan ve sıradan bir gündü. Akşam üzeri çalışma odama indim. Bilgisayarımı açtım. Elim hiç bir tuşa varmadı. Bir fırtına anaforuna giriyor gibiydim. Gözüm kararıyordu.
Böylesi durumlarda hep aynı şey olurdu. Kimden haber alır, nereden gelir, nasıl gelir bilemezdim. Ama mutlaka o gelirdi yanıma. İki elimi iki eline alırdı. Ellerim ısınırdı, yüreğim ısınırdı. Rahatlardım.
Çalışma koltuğuma yaslandım acılar içinde. Fırtınada soluk alamıyordum. Nefesimi ağzıma tıkıyordu. Kendiliğinden, göz kırpması gibi olağan bir biçimde sola döndüm. Anamın fotoğrafı vardı orda, kitapların arasında, rafta. Nikahlanırken çekilmiş ilk fotoğrafı. Başında Türkmen fesi, alnı altın dizili, iki yanağında Gazi altınları, her iki yanındaki burma zülüfler çenesinin hizasına kadar sarkıyor. Fotoğraf çerçevesinin iki yanında iki tesbih asılı. Birisi daha iri taneli ve beyaz. Hacı tesbihi diye satıyorlardı kandırıkçılar Kapalıçarşı’da. Fakülte birinci sınıftayken hediye diye almış getirmiştim de çok sevinmişti. Hep belinde taşırdı.
Siyah tesbih de anama mühendislik hediyemdi. Oltu taşındandı. Erzurumdan bir meslektaşıma özel olarak sipariş etmiş, getirtmiştim. Arkadaşım tesbihi elime bırakırken Tuzla Yedek Subay Okulu’nun eğitim alanında “Anan artık benim de anam oldu” dedi. Başını önüne eğdi. Yağmur gibi döktü iki kara gözünden . Öyle bir yaş döktü ki eminim yıllar geçti Tuzla Piyade Okulu Yedek Subay Eğitim Alanı hala ıslaktır, kurumamıştır. O ana kadar, o tesbihi Erzurum’dan getirip avucuma koyana kadar onun anasını kendisinin doğumunda kaybettiğini ve anasız büyüdüğünü bilmiyordum. Öyküyü öğrenince sarıldık birbirimize, bütün Makineli Tüfek bölüğü’nün gözleri önünde, kimseye aldırmadan, sakıncasız, çekincesiz, utanç duygusuna kapılmadan, özgürce ve doyasıya ağladık.
Anam namazın arkasından tesbih çekmeden duayı toplamazdı. Onun koyun derisinden meşe külü ile sepileyip kendisinin yaptığı beyaz bir namaz postu vardı. O hep onun üzerinde namaz kılardı. Bazen düşünürüm de ben belki yalnızca anam için müslümanımdır. Çok izledim onun namaz kılışını, tebih çekip dua edişini bir kenara geçip oturarak. Özellikle namaz kılarken o kadar saf, o kadar içten, yüzü o kadar temiz ve nurluydu ki her seyredişimden sonra iki elinden tutar ayağa kaldırır ve içimden “Tanrı sensin” diyerek sarırılırdım ona, defalarca öperdim onu. Evet ben anamın müslümanıyımdır.
X
Koltuğumda kendiliğinden, göz kırpması gibi olağan bir biçimde sola döndüm, anamın fotoğrafına baktım “Yandım anam” diye bağırdım.
Karnımın üst bölümünde, kaburga kemiklerimin bittiği yerde iki mememin alt hizasında, kuşak şeklinde bir bomba patlamıştı. Tenim alevlerin, ağrıların dışarı çıkmasına izin vermiyordu, ama şişiyordu. İki kere bypass olmuş, insan eli değmiş yaralı yüreğim sıkışmıştı, hareket edemez olmuştu. Nefes alamıyordum. Son sözüm “Yetiş anam” diye boşlukta yankılanan feryadım oldu.
Hızır gibi yetişti, “Anan kurban” dedi. Ellerimi tuttu. Başını yüzüme eğdi. Zülüfleri okşadı yanaklarımı. Ellerim ısındı, yüreğim ısındı, vücudum ısındı. Bir yaz tatilinde yatsı vakti köyümüzdeki evimizin tahta çardağında hissettim kendimi.
O, çardağın öbür ucunda her yatsı namazını kıldıktan sonra, “Uyudun mu yağmur gözlüm” diyerek Poyraz Kapısı’nın önündeki yatağımın yanına gelirdi. Doğrulurdum. Bir yastığı paylaşır, sırtımızı duvara yaslardık. Eli saçlarıma giderdi önce. Saçlarımı karıştırır, “İpek saçlım” derdi. Sonra ellerimi avuçlarına alırdı. “Bizim köyün yazı kışı belli olmaz. Ellerin soğumuş oğlum” diyerek ellerimi, ayaklarını yorganımın içine sokarak ayaklarımı sıtırdı. Tülüce’nin, Binboğa’nın üstündeki gökyüzünün ipil ipil parıldayan yıldızlarını seyrederdik birlikte. Ara sıra bir yıldızın aktığını görürdük. Anam her yıldız akışında “Allah rahmet eylesin” derdi.
İkimizin de uykudan başlarımız önlerimize düşünceye kadar konuşurduk. Konuştuklarımız dertlerimizdi. Özellikle de onun dertleriydi. Ona, nasıl olsa bir gün hepsini çözeceğimi vaat ettiğim dertleriydi. Heyhat! Yılları sürükledi dakikalar ömrümde-Önünde diz çökerek vaat ettiğim saatler-Bir uzak gemi gibi sislendiler gönlümde-Kaç defadır söylenip tutulmayan vaatler.
Tutamadım. Yalnızca konuştuk dertlerimizi, geleceğe dönük umutlarımızı. Ama mutluyduk. Ben bundan başka mutluluk tarifi bilmiyorum. İşte şimdi de öyle bir mutluluk yaşıyordum.
Artık başka bir şey duymak istemiyordum. Gürültüler oluyordu çevremde, ayak sesleri, koşuşturmalar, şunu getir bunu getir demeler, sağa dön sola dön gibi uyarılar alıyordum. Ama bunlar beni etkilemiyordu. Yalnızca biri vardı başucumda. Doktor olduğunu düşündüğüm insanlara “Lutfen yavaş olun, yavaş kesin. O dayanamaz” diyor, vucudumu okşuyor zülüflerini yüzüme döküyordu. Bir an ağladığını gördüm. Tıpkı o yıllardaki gibi elimi yavaşca yüzüne uzattım, yaşını silmek istedim. Yaşını silemedim. Yüzünü görüyordum ama elimle tutamıyordum. Ulaşamıyordum. Elim yüzüne değmiyordu.
Benim anam ilkokulu bile bitirmemişti. Okuma yazması yoktu. Ama şaşılacak şey, o şimdi başucumda oturmuş doktorlarla hastalığımı ve bedenime yapılan müdaheleleri konuşuyor, tartışıyordu. Arada bir kulağıma eğiliyor “Korkma, bırakmam seni” diyordu. Dertlerini çözeceğim diye vaatlerde bulunduğum anam dertlerimi çözeceğini vaat ediyordu. Bu ikisi aynı anam mıydı, bilemedim.
Uzun ve tatlı bir uykuya daldım. Üç gün mü uyudum, beş gün mü uyudum yoksa Yedi Uyurlar gibi 309 sene mi uyudum, bilmiyorum.
Bizim evin arkasındaki dağın adı Livlik’tir. Güneş Livlik’ten doğardı her sabah bizim üstümüze. Çocuk gözlerimizi oğuşturarak uyanırdık babamın sesiyle. İşte şimdi bu uzun uykudan tpkı o günlerdeki gibi uyanmaya başladım.
Güneş gözümü kamaştırıyordu. Kocanamın bizim köye gelin geldiği yıllarda Yarpız’dan getirip kapımızın önüne diktiği vişne ağacı baştan aşağı çiçek içerisindeydi. Her bahar böyle açardı o. Her bahar sanki bir gelin gelirdi kapımızın önüne al atın üstünde, nazlı nazlı salınırdı.
O gelin şimdi yine gelmişti. Kapımızın önünde her yeri çiçekler içerisinde karşımda duruyordu, o günlerdeki gibi. Anam o geline yaslanmıştı, çiçeklere gömülmüştü. Önce ağacın önündeydi sonra çiçeklerin içinden süzülüp ağacın arkasına geçti. Uzandım, elini tutmak istedim. Yetişemedim. “Ben şimdi babana gidiyorum. Merak etmiştir. İyi olduğunu haber vereyim oğlum” dedi.
Görüntü önce kaybolur gibi oldu. Sonra yavaş yavaş değişti. Yorgun, uykusuz, kan çanağı gibi kızarmış bir çift göz çıktı gözümün önüne. Gözlerimin içine bakıyordu. Eli alnımı tutuyordu. Yüzü endişeli, kaygılı ve korkuluydu. Ama bana umut, cesaret ve mutluluk sözcükleri söylüyordu. “Bırakmam seni” diyordu, “Korkma” diyordu. Eşimdi bu, ikinci anam.
Osman Gökçe
Bornova, 06.01.2013
Bir yanıt yazın