BİR UZUN YOL
BİR UZUN YOL
Osman Gökçe
Benim ülkem efsaneler ülkesidir. Ben efsanelerle yaşayan bir toplumun içine doğdum, büyüdüm ve yaşadım bundan hiç yakınmadan.
Efsaneler hem hayal gücü zenginliğidir hem de bilimsel bilgi noksanlığıdır. Bizde ikisi de diz boyu. Dolayısıyla bizde efsane de diz boyudur, istemediğin kadar çoktur. Anamın anlattığı Lokman Hekim efsanesi de bu bolluğun bir ürünüdür.
Aslında Lokman Hekim efsanesi değil de Lokman Hekim efsaneleri demek gerekir. Çünkü çok sayıda Lokman Hekim efsanesi vardır. Özellikle de bizim oralarda yani Çukurova, Doğu Toroslar, Maraş ve dolaylarında Lokman Hekim efsanesi çeşitlemeleri her yöreden daha zengindir. Sanıyorum bunun nedeni de Lokman Hekim’in Çukurova’ın orta yerindeki Misis’te yaşamış olmasıdır.
Bir efsaneye göre Lokman Hekim, ölümün sırrını zengin Çokurova topraklarındaki bitkilerde ararken Misis’te bulmuştur. Ancak kendi şifa defterine yazdığı ölümün sırrını da yine Misis’te, Ceyhan Nehri üzerinde kurulu köprüde elinden suya düşürerek kaybetmiştir.
Bizim oralarda akademik çalışmalara da konu olan bu ve benzeri çok sayıdaki Lokman Hekim efsanelerinden birisini de anam anlatırdı.
Efsanenin anamcasına göre, bütün dertlere derman olan Lokman Hekim kendini de ihmal etmemiş ve biz olağan insanların ömrüne oranla akıl almaz bir uzun ömür yaşamıştır. Ancak, ölümün sırrını bulup da sonra onu Ceyhan’ın suyuna kaptırıp kaçırdığına göre kaçınılmaz son onun da kapısını çalmıştır birgün.
Koca Lokman o gün gelince içini çekmiş, doyamadığı dünyanın güzelliğini ve ömrün ne kadar uzun olsa bile yine de çok kısa olduğunu anlatmak için “Yürü bire yalan dünya” demiş. “Oğlum yaşadı beş yüz yaş, ben yaşadım bin beş yüz yaş. Bütün ömrüm bir temmuz ayı öğle sıcağında ve kırat sırtında bir söğüt ağacının gölgesinden dörtnala geçerken duyulan saniyelik bir serinlik kadardı” diye duygularını dile getirmiş.
Anam bu efsaneyi sıkça anlatırdı. Her anlattığında da İbişoğlu’nun bizim Öteyüz Tarla’ya giderken, neredeyse her gün kenarından geçtiğimiz, başında su arkı ve kenarında söğütler olan tarlası aklıma gelirdi. Duruma göre eşek sırtında, at sırtında, kağnı üstünde ya da yaya olarak oradan geçerken, dibinden sular akan o söğütlerin altındaki serinliği ve o serinliği birlikte yaşadığım çocukluk aşkımı yaşamım boyunca hiç unutmadım. Ama, anam bu öyküyü her anlattığında da kaygılara kapılırdım. Daha çocuk yaşta ömrün kısalığının korkusu bedenimi kaplar ve ruhumu sıkıştırırdı.
X
Mezuniyetimin hemen arkasında, Ord. Prof. Dr. Asaf Irmak Hoca’nın Toprak Kürsüsü’ndeki kısa süreli çalışmam askerlik hizmeti nedeniyle kesildi.
Aslında askerlik konusu parasal bir nedene bağlıydı.. Devlet 10195 sayılı bir kararname çıkararak mühendisleri yevmiyeli olarak çalıştırmaya başlamıştı o sıralarda. Aylık ücreti 450 lira olan bir mühendisin eline yevmiyeye geçtiği takdirde, mahrumiyet bölgesine göre değişmekle birlikte 1700-2000 lira para geçiyordu. Yine o sıralarda Orman Genel Müdürlüğü’ne 404 adet yevmiye kadrosu da verilmişti.
Üniversiteden ayrılmayı hiç istemiyordum. Ama ailem de çok zor durumdaydı. Bir deliğe sıkışmış, ileri gidemeyen, geriye çıkamayan bir ava benzetiyordum kendimi. Yalnızca kendi gönlüme göre karar vermeye hakkım olmadığını düşünerek en kısa zamanda askerliği yapıp mesleğe geçmek istedim. Tuzla Piyade Okulu’nda 01 Nisan 1965’te askerliğe başladım. Alt aylık okul süresinin sonunda Çanakkale Ezine’ye kura ile asteğmen olarak gittim. Orada altı ay sonra teğmen oldum ve 31 Mart 1967’de de üsteğmen rütbesi ile terhis oldum.
Bana göre, başka ülkelerde olay nasıldır bilemem ama, bizde askerlik anıları, yaşayanların büyük bir alçak gönüllülükle ya da kendisine olan güvensizlik duygusu nedeniyle daha çok da kendi yaptıklarını değil de içinde yaşadığı ortamdaki olup bitenleri öne çıkararak anlattıkları birer destandırlar.
Ben de bir ormancı askerin anılarını bu bağlamda ve fakat alçakgönüllü üç beş küçük not biçiminde sunmaya çalışacağım.
Bunlardan birincisi ve kışlaya ayak basar basmaz tanık olduğum en önemlisi kışlalarda üstlerin astlarına karşı hakaret anlamındaki davranışlarıydı. Elbette bu göreceli bir değerlendirmedir. Başkaları benim hakaret olarak değerlendirdiğim davranışları benim gibi değerlendirmeyebilirler. Bu konuda kimseye bir diyeceğim yoktur.
Ancak bana göre, kışlalarda insanlar çok hakaret görüyorlardı. Özellikle de sözlü hakaretler istemediğiniz kadar bol ve çeşitliydi. Aslında bedensel darp ve tacizler de bunlardan daha aşağı düzeyde değildi. Ne var ki insanlar için dil yarası kadar ağır yara yoktur. Askerlikte ben ve benim çevrem bu konuda çok duyarlıydık ve bu nedenle de çok acılar, çok üzüntüler çektik. Bence askerlik yapan herkesin bildiği ve birçoklarının olağan gördüğü bu bir tür küfür literatürünü ve bedensel darp ve taciz olaylarını burada yinelemek uygun ve yararlı değildir.
Bir yandan insanlar kışlalarda çok hakaret görüyorlardı ama diğer yandan da yeri gelince çok aşırı ve insanüstü sıfatlarla övülüyor, yüceltiliyor ve onların ruhlarına bu yücelikler aşılanmaya çalışılıyordu. Bu paradoksu, bu zıtlığı şaşırtıcı ve bilgisizce bir davranış olarak değerlendiriyordum. O gün böyle değerlendiriyordum bu gün de böyle değerlendirmekteyim.
İşin ilginç ama bence yadırganamayacak bir başka yönü de bu tür davranışlar tünelinden geçen biz yedeklerin de daha sonraki komutanlıklarımız sırasında astlarımıza karşı benzer davranışları göstermemizdi. Bu öğrenilmiş olumsuz davranışlar nedeniyle Ezine’deki yedekler arasında sert tartışmalarımızın olduğunu anımsarım.
Kanımca insanlara karşı yapılan bu tür iki zıt davranıştan bir artı değer elde edilemez. Bu savımı başka bir alandan çarpıcı bir örnekle açıklamak isterim.
Örneklerini hepimiz biliriz. Görmüşüzdür, duymuşuzdur. İster köyde ister kentte olsun, ister varsıl ister yoksul olsun, ister eğitimli ister eğitimsiz olsun yani kısaca hangi konumda olursa olsun ülkemizdeki bazı erkekler akşama kadar elinin altındaki eşini her avucu kaşındıkça döver, ağız dolusu hakaretler eder sonra da akşam olup yatağa girince ondan aşk ister, seks ister, sevgi bekler. Böyle bir beklentinin sonucu sıfırdır.
Bu verdiğim örneğe benzer örneği ana, baba çocuk ilişkilerinde, öğretmen öğrenci ilişkilerinde, patron işçi ilişkilerinde ve benzer daha pek çok ilişkide de görebilirsiniz.
Bu satırları yazdığım günlerde bir akşam bir TV kanalında bir tartışma izledim. Konularında uzman oldukları izlenimini veren konuşmacılar vardı. Askerlikteki intihar yoğunluğunu tartışıyorlardı. Programı izlerken ta gençliğimdeki, yarım asrı aşan geçmişimdeki bu konu ile ilgili düşüncelerimi yeniden anımsadım, yeniden irdeledim. Doğrusu, sorunun çözümlenememiş ve yarım asır sonra bile güncelliğini yitirmemiş olduğu kuşkusuna kapılarak çok üzüldüm.
Askerlik anılarım içerisinde yazılmaya değer gördüğüm ikinci konu günümüzde de tartışılan zorunlu askerlik konusuydu.
O günden bu yana zorunlu askerlik konusunda önemli sayılabilecek değişiklik ve uygulamalar olmuştur. Bu konuda bugün de tartışmalar bitmiş gözükmüyor. Ben askerlik uzmanı değilim. Bu nedenle, benim askerliğin tüm konularında olur olmaz bir düşünce ve görüş ileri sürmem çok da doğru olmaz. Ben yalnızca konunun bir yönü üzerinde görüşümü açıklamak istiyorum. Benim savunduğum bu düşünce, askerlikten ziyade insan hakları ve sosyoloji bağlamnda bir savdır.
Askerliğin ve askerlerin bugünkü gibi algılanmadığı, bugünkü gibi hırpalanmadığı o günlerde yazılı ve yazısız yasalar bize sağlıklı her Türk erkeğinin günü geldiğinde karşılıksız askerlik hizmeti yapmasının kutsal ve övünç duyulacak bir vatan borcu olduğunu öğretirdi. Ben bugün de böyle düşünmekteyim.
Ancak, o gün de bugün de böyle düşünmekteyim ama kimseyi istisna ve imtiyaz sahibi görmeden böyle düşünmekteyim.
Dul anasını, beli bükük babasını, yeni evlendiği yavuklusunu, beşikte ve belekteki bebeğini köyünde bırakıp boğaz tokluğuna, davulla zurna ile düğüne gider gibi vatan hizmetine koşan Mehmet bu vatanın nimetlerinden okumuş yazmış yedekler ve muvazzaflardan daha mı çok yararlanıyor? Bu vatan yalnızca köylülerin, işçilerin, okuyamamışların vatanı mıdır? Elbette hayır. Öyleyse herkes eşit bir biçimde yükümlülük altına girmelidir. Bu ayrılık, bu gayrılık niçin? Niçin bir takım imtiyazlı insanlar vatan hizmetini para karşılığı satıyor da ya da askerlikte maaş alıyor da diğer bir takım garibanlar ömürlerinin bir bölümünü anasının ak sütü gibi vatana karşılıksız sunuyorlar? Birinciler vatanı daha mı az seviyorlar yoksa?
Böyle diyemem. Kimsenin vatan sevgisinden kuşkulanmak kimsenin hakkı değildir. O imtiyazlılar, düzen böyle kurulduğu için bu düzene uygun bir biçimde askerlik yapıyorlar, imtiyaz ve ayrıcalıklardan yararlanıyorlar. Değiştirin düzeni, doğru yola sokun. Herkes uyacaktır. Korkmayın ihtilal olmaz!
Vatan hizmeti alınır satılır bir hizmet değildir çünkü. Vatan için adanan ömür emek piyasasının ya da mal piyasasının ölçütlerine göre değerlendirilemez. Bir işçinin, bir köylünün bir yıllık bir ömrünün değeri ile bir başkasınınki neden farklı olsun? Örneğin, ömürden verilen cezalar aynı suçlar için herkese aynı uygulanmıyor mu? Aynı koşullarda adam öldüren köylü de mühensis de aynı miktarda ömrünü hapiste geçirmiyor mu? Askerlikte de devletin milletinden talep ettiği şey onun ömrünün bir bölümü değil midir? Öyleyse ömürlere ayrı değer biçmek kimin haddine?
İşte ben o gün böyle düşünüyordum. Bugün de böyle düşünüyorum. Eğer biraz yukarıda açıkladığım gibi, askerlik hizmeti hala Türk erkeğinin kutsal ve övünç duyacağı bedelsiz bir hizmet ise, vatan için adanan ömür herkes için eşit miktarda olmalı ve herkes için ücretsiz olmalıdır diyorum. Herkes eğitim düzeyine ve diğer farklı hünerlerine göre farklı görevlerde bulunabilirler. Ancak vatan borcu ömürden, yaşanan ya da yaşanacak zamandan ödenecekse herkesin ömrü eşit değerdedir. Doktorun da, mühendisin de, subayın da bir günlük ömrü ile işçinin ya da köylünün bir günlük ömrünü nasıl farklı değerde tutabilirsiniz? Birilerinin kanı diğerlerinden daha mı kırmızı? Birilerinin canı insan canı, diğerlerinin canı köpek canı mı?
Bu bağlamda, vatan borcu kavramındaki borç sözcüğünü de olumsuz buluyorum. Cumhuriyet’in başında yani kuruluş yıllarında tanımlanan kutsal askerlik hizmetini kapitalist literatürün bir kavramı olan borç sözcüğü ile tanımlamanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Yinelemek isterim ki bu düşüncelerim Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş aşamasındaki vatan ve askerlik anlayışına ve bu anlayışın varlığına bağlı düşüncelerdir.
Askerlik anılarımın üçüncüsü mesleğimle yani ormancı asker kimliğimle ilgilidir.
Orman Fakültesi’ne girdiğimden beri duyardım. Zaman zaman, orada burada konuşulur dururdu. Bazen genç arkadaşlar keşfedilmiş ve gizli bir servet bulmuş gibi konuyu tartışırken heyecanlanırlardı. Hemen hemen herkese çok cazip gelirdi anlatılanlar. Ülkenin bozkırlarını yeşile boyamaya gönül vermiş heyecanlı genç yürekler coşku ile konuşurlardı ortalıktaki söylentileri.
Güya dönemin İçişleri Bakanı Hıfzı Oğuız Beketa, askerlerin ağaçlandırma hizmetlerinde çalışmasını öngören bir kanun teklifi vermişti. Güya Genel Kurmay bu konuda olumlu görüş bildirmişti. Güya genç ormancı adaylarının yani öğrencilerin orman yüksek mühendisi olduğu için gururlarını okşayan ve kendisi ile övünülen Tarım Bakanı Mehmet Turan Şahin hem toprak reformunu yapacaktı hem de Türkiye ormancılığını ordunun da yardımı ile güçlendirecek ve geliştirecekti.
Rivayet çok ve fakat hakikat tekti. Şöyle ki bazı çevrelerde gençlerin zamanını boşu boşuna tüketen askerlik süresinin ülke kalkınmasında, ülke hizmetinde ve bu arada da ormancılıkta değerlendirilmesi görüşü epeyce yaygındı. Örneğin bu nedenle öğretmenlerin askerliklerini okullarda öğretmenlik yaparak yerine getirmeleri görüşü ve uygulamaları büyük olasılıkla bu tür bir düşüncenin ürünüydü. Öğretmenlik dışındaki bazı başka meslek mensuplarının, öğretmeler için uygulanan bu düzenin kendi meslekleri ve kendileri için de uygulanması yönündeki istekleri sağda solda sıkça dile getirilirdi. Askerlik nedeniyle geç kalınıyor, meslekten soğunuyor, bilgiler unutuluyor gibi gerekçeler öne sürülürdü.
Ben o günlerdeki bu tür söylentilerin gerçekliği konusunda yeterli bilgilere sahip değildim. Ayrıca da bu tür söylentilerin içeriğine o gün ne çok yakındım, bugün de ne çok yakın ve yandaşımdır. Ben daima ekmeği ekmekçinin yapması gerektiğini düşünenenlerden birisi olmuşumdur.
Bu nedenle de bu tür tartışmalara o günlerde de fazlaca ilgi duymazdım. Bana göre asker askerliğini , öğretmen öğretmenliğini, ormancı ormancılığını yapardı. Askerlikle ilgili konularda değişiklikler yapılabilirdi ve yeni düzenlemeler yapılabilirdi. Ancak bunlar olayın özünü değiştirmez ve yine de asker askerliğini, ormancı da ormancılığını yapardı. Bir insan askere alınıp başka bir hizmette kullanılamazdı. Askere alınıp madencilik, askere alınıp ormancılık, askere alınıp öğretmenlik, askere alınıp işçilik ya da bunlara benzer başka bir sivil hizmet yaptırılamazdı insanlara. Böyle bir durum benim ve bana göre devletimin vatan hizmeti diye tanımladığı bedelsiz askerlik hizmeti anlayışına ters düşüyordu.
Ancak, aslolan benim düşüncelerim değildi elbette. Aslolan, sınırlı da olsa bazı uygulamaları da bulunan ve ortalıkta konuşulup durulan bu tür düşüncelerin varlığıydı.
Örneğin 1924 Yılı Bütçe Yasası’nın ( Sayı 490) 34. maddesine göre, askere alınan jandarmalar arasından Ziraat Bakanlığı’nın gerek gördüğü sayıda er ayrılacak ve ormanların korunmasında kullanılmak üzere bu bakalığın emrine verilecektir . Bu uygulama belki de orman-asker ilişkisinde ülkemizdeki ilk örnektir. Yine bu uygulama, uzunca bir aradan sonra Orman Koruma Kuruluşunun Kaldırılmasına ve Bu Kuruluşun Görev ve Yetkilerinin Devlet Orman İşletmelerine Devrine Dair Kanun’la (25 Haziran-1945 Tarih, No: 4767) kaldırılmış ve orman koruma işi askeri birliklerden alınmıştır. Bu uygulama döneminde görevde olan emekli ormancılarla yapılan bir anket araştırmasına göre de, ormanda jandarma korumacılığı başarısız olmuştur (GÖKÇE, 1992, Türkiye ormancılık politikası, TÜSES).
Yenilerde çıkmış olan Milli Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Seferberlik Kanunu (Resmi Gazete 26.07.1995, Kanun No 4122) da orman-asker ilişkisinin güncelliğini hala koruduğunu göstermektedir. Bu kanunun (b) bendine göre (Milli Savunma Bakanlığı; Türk Silahlı Kuvvetlerine tahsis edilmiş Hazine arazileri üzerinde “Ordu Ormanları” kurar. Bu ormanların bakım ve korunması askeri birliklerce yapılır. Orman Bakanlığınca teknik yardım sağlanır).
Daha yenilerde bir haber de Türkiye´de ağaçlandırmanın sivil vatandaşlar düzeyinde bir gelenek olarak yerleşmesini sağlamak ve ağaçlandırmayı zorunluluk haline getirmek için anayasa değişiklik paketine bu yönde hüküm konulması isteği biçiminde gündeme düşmüştür. Haberde TBMM Adalet Komisyon Başkanı ve TEMA kurucularından Ahmet İyimaya’nın, Anayasa´nın 169´uncu maddesinin, “Ağaçlandırma vatani görevdir” şeklinde düzenlenmesini önerdiği bildirilmektedir. Değişikliğe göre, askerlik yapmak gibi ağaç dikmek de vatani görev olacak, cezaevinde mahkumlar ve askerliğini yapanlar görevlerinin belirli döneminde ağaç dikeceklerdir. Düğün yapanlar ve çocuğu olanlar da zorunlu olarak ağaç dikeceklerdir (www.memurlar.net/haber/94253, 26 Kasım 2007).
Ormancılık ve askerlik ilişkileri bağlamında internette bir taramada bulunacak olursanız haberden geçemezsiniz. Binlerce değil milyonlarca kayıt çıkar karşınıza. Her ilçede ve her ilde her askeri birliğin ağaçlandırma etkinlikleri konusunda ve daha çok da protokol ağzı ile yazılmış sayısız haberlerler görürsünüz.
Aslında bu tür haberler yalnızca asker kanadı ile ilgili de değildir. Bu haberler diğer devlet kuruluşları ve tüm sivil toplum örgütleri ile ilgili olarak da istemediğiniz kadar çokturlar.
Bunlara bir de ağaçlandırma bayramları, orman haftaları, çevre günleri vb etkinlik haberlerini de eklerseniz Türkiye’nin bir numaralı sorununun ormancılık olduğunu, bütün Türkiye’nin ayağa kalkarak gece gündüz ormanı konuşutuğunu, her kesimin orman yetiştirmek için yoğun bir çaba ve çalışma içinde bulubduğunu sanarsınız ve bir ormancı olarak gözlerniz yaşarır, mutlu olursunuz. Olunuz! İyi mutluluklar!
Benim askerlik dönemimde de asker ve ağaçlandırma ilişkileri konusunda buna benzer ve hatta daha da büyük bir yoğunluk yaşandı.
Genel Kurmay Başkanı Orgeneral A. Cemal Tural’dı. Fırtına gibi esen bir komutandı. Ağaçlandırmaya ilgisi bütün askerlik yaşamında canlı olmuş ve bu yolda pek çok etkinliklerde de bulunmuştu. Genel Kurmay Başkanı olunca, o günün genel kurmay başkanları “Devlet benim” diyebilecek kadar güçlü oldukları için, askerin ağaçlandırma çalışmaları da tepe yaptı, olabilecek en üst düzeye çıktı. Kanuna, tüzüğe, yönetmeliğe aldıran da yoktu. En büyüğünden en küçüğüne kadar her askeri birlik ağaç dikme çabası ve çalışması içine girdi. Bu etkinlikler öylesine yoğunlaştı ki bugün bile sağda solda ağaçlandırma seferberliğinin 13. Genel Kurmay Başkanı A. Cemal Tural’la başladığı söylenebilmektedir.
Daha sonraki genel kurmay başkanlarımızdan Orgeneral Hilmi Özkök, TEMA’nın “Bir Milyon Fidan” adlı ağaç dikme kampanyası çerçevesinde Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanlığı ağaç dikme töreninde taptığı konuşmada “Merhum 13. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural tarafından hızlandırılan ve disipline edilen bu faaliyetlerin TSK’da bir ahlak ve gelenek haline geldiğini” belirtiyor ve ”Nitekim, o günden bu yana TSK içinde ağaçlandırma, daha doğru bir deyimle bitkilendirme faaliyetleri, büyük bir hızla devam etmektedir. Yurt genelinde bütün askeri birlikler ve kurumların bulundukları bölgelerin yeşil örtüsü ve çeşitli yerlerde oluşturulan hatıra ormanları, bu anlayışın en güzel örneklerindendir” diyordu (Hürriyet,07.03.2004).
O günlerde, askerlikte ormancılıkla ilgili olarak yaşanan bu telaşlı hava elbette bizim birliğe de yansımıştı. Ezine’de iki eğitim taburu ve her taburda bir adet de orman yüksek mühendisi vardı. Dolayısıyla bu telaşlı havanın en ortasında biz iki orman yüksek mühendisi yedek subay bulunuyorduk.
Bu konuda sözü hakettiğinden daha çok uzattığımı biliyorum. Bu nedenle sonucu kısaca özetlemek istiyorum :
Benim ormancılığa başladığım yıllarda yaklaşık 5 milyon ha. ağaçlandırma yapılması öngörülüyordu. Bugün bunun yarısı bile yapılamamıştır. 2011 Yılı sonu itibarı ile yaklaşık 2 milyon ha. ağaçlandırma yapılabilmiştir. Bu toplamda, Orman ve DSİ kuruluşlarımızın dışındaki kuruluşların payı yalnızca 61 bin ha.dır http://www.cem.gov.tr/erozyon/AnaSayfa/istatistikler/agaclandirma_istatistikleri.aspx?sflang=tr).
Yetkililer ise neredeyse ülkemizde ağaçlandırma sorununun bitirildiği gibi bir hava içerisine girmiş gözüküyorlar ve bu anlamda açıklamalar yapıyorlar. Yaparlar! Yalandan kim ölmüş!
Ülke genelinde ormancılığa ve özellikle de ormancılığın ağaçlandırma dalına karşı gösterilen ilgi sevindiricidir. Bu ilginin ürünleri de değerlidir elbette. Ancak bu ilginin doğru değerlendirilmesi ve girdi çıktı oranını iyi hesaplanması gerekir.
Doğrusu, ben bu ilginin o gün de bugün de doğru değerlendirilemediği ve bu yolla elde edilebilecek verimin elde edilemediği kanısındayım. Nasıl olmalıydı diye sorulacak olursa kendimce değerli ve doğru bulduğum yanıtlarım vardır kuşkusuz. Ancak bunları açıklamak, tartışmak böyle bir anı yazısının konusu değildir ve bunun yararı da olmayacaktır diye düşünüyorum. Ama görüşüm belirttiğim gibidir.
Benim temel bakış açım “Herkesin kendi işini yapması ve karşılıklı yardımlaşmaların bu anlayış çerçevesinde gerçekleştirilmesi” biçimindedir. Devlet hizmetleri canınız istediği zaman yacağınız istemediği zaman yapmayacağınız işler değildir. Yine devlet hizmetleri bağış ile, iane ile, ikram ile, sadaka ile yerine getirilecek ve keyfi, derleme, düzensiz, denetimi yetersiz, gelir-gider ve harcama disiplini eksik uygulamalarla yapılacak işler de değildir.
Ayrıca, bu tür diğer kurum ve kuruluş ağaçlandırmaları ve hatta özel ağaçlandırmaların ormanlaştırma olup olmadığı da tartışma konusudur.
Gönlümün dileği bu konunun tüm yönlerinin çok ciddi bilimsel araştırmalarla ortaya konulması ve bu konuda örneğin orman fakültelerimizde doktora tezleri yaptırılmasıdır.
x
Ezine’de ara sıra aramıza genç muvazzafların da katıldığı bir yedek arkadaş grubumuz vardı. Zaman zaman dünyayı ve sıkça da Türkiye’yi masaya yatırır ve üzerlerinde mutlu masal teorileri tartışırdık.
Bir akşam biraz uzamış yine böyle bir donanımlı masa başındaydık. Askeri gazinonun kapısı açıldı ve hiç beklenmedik bir biçimde Kemal Yarbay yalnız olarak içeri girdi. Hep birlikte ayağa kalktık ve selamladık. Bize doğru ağır adımlarla yaklaşarak “Merhaba çocuklar, nasılsınız, ne yapıyorsunuz?” dedi.
Kemal Yarbay, Ezine’nin en kıdemli subayı, iki eğitim taburundan birisinin Tabur Komutanı ve ayrıca da Garnizon Komutanı idi. Çok sevilirdi. Ağır başlı ve okkalı bir havası vardı. Sivillerle iyi ilişkiler içerisinde olduğu gözleniyordu. Sofra ehli, sohbetinin doyurucu ve aranır olduğu anlatılırdı. Ayrıca, o günlerde hemen herkes Atatürkçü gibi gözükürdü. Bugünlerdeki gibi karşıtlıklar dile getirilemezdi. Ama yine de Yarbay Kemal Bey için Sağlam Atatürkçü denmesi bizim grubun çok hoşuna gider ve kendisine sempati duyulurdu.
Bu duyguların da etkisi ile olmalı, cesaretlenerek kendisini masamıza davet ettim. Eski bir arkadaş gibi nazlanmadan oturdu. Ayaklı kütüphane Ayhan Kozağaçlı (Özseçen), hukukçumuz Yalçın Kırmızı, duygularını mühendisliğin matematiği ile yoğurmuş en güzel Nazım Hikmet şiiri okuyucusu ve Malatya türküleri söyleyicisi Erol Gökhan ve bendim masadakiler. O gece, Komutan dahil hepimiz çok şey söyledik birbirlerimize özgürce, sıkılmadan, çekinmeden. Yukarıda anlattıklarım da dahil çok şey konuştuk, tartıştık.
Gecenin sonuna geldiğimizde Kemal Yarbay bana bakarak “İhtilal yapayım da seni Milli Savunma Bakanı yapmam ama Orman Bakanı yapacağım” dedi ve doğruldu, ayağa kalktı. Saygılıca gülüştük ve ayrıldık.
x
Terhis oldum. Ankara’ya gittim. Önce Ankara Devlet orman İşletme Müdürlüğü emrine atamam yapıldı. Bu geçici bir atamaydı. Asıl gideceğimiz yer için kura çekecektik. Böylece Ankara’dan asıl görev yerimize giderken yolluğumuzu da alacaktık. O günlerde devlet bize böylesine ana gibi, baba gibi davranıyordu. Yani devlet bize “Bu devlet bizim devletimizdir” dedirtiyordu.
Kura çektik. Isparta Orman Başmüdürlüğü Yol Şebeke Planlama Grup Müdürlüğü S.3. Or. Müh. Namzedi olarak atandım (31.3.1967). Asalet tastiki 31.7.1967 Tarihinde yapıldı. Maaşım da 500 Tl oldu.
İşte benim için uzun yol yeni başlamıştı. Yolun sonuna hiç bakmıyordum. Askerlik disiplini ortamından çıkınca kendimi bir serçe kadar özgür ve hafif hissediyordum.
Bilmem serçeyi hiç izlediniz mi? Durduğu yerde durmaz. Bir saniye içerisinde bir daldan bir kaç dala konar. O bir saniye içerisinde kuyruğu, başı, kanatları ayrı ayrı olmak üzere defalarca hareket eder. Başını her salise bir başka yana döndürür. Eğer benim gibi kalbur tuzağı ya da başka bir yolla serçe yakalayıp avucunuzda tuttuysanız yüreğinin makineli tüfek gibi hareket ettiğini duyarsınız. Ben askerlik sonrası kendimi böyle tanımlıyor, tanıtıyordum eşe dosta. Serçe gibi hareketli, serçe gibi özgür, serçe gibi heyecanlıydım.
Evet, yolun sonuna hiç bakmıyordum. Düşünmüyordum da bunu. Kim bilir kendimi Lokman Hekim’den daha uzun yaşayacakmış gibi görüyordum. Bu duygularla çıktım ormancılık yoluna. Yolun sonu yokmuş gibi.
Meğer yolun sonu varmış
Hentiflenmiş üzüm tanesi gibiyim şimdi
Seyyar satıcının tezgahında
Geziyorum sokak sokak mahalle mahalle
Alan yok
Satıcı üzgün
Ben üzgünüm
Oysa satıcı ve ben
Sabah erkenden
Ne umutlarla çıkmıştık yola
Besmele çekerek
Dualar okuyarak
Pazar ola
Pazar ola diyerek
Selamlar vererek sağa sola
Heyhat
Bir tezgahta bir ömür geçti
Umutlar yaşlandı
Dualar dul artık
Tezgah kırık dökük
Tezgahtar yorgun
Tezgatarın malı pul artık
Bornova, 09.01.2013
Bir yanıt yazın