SONDAN BİR ÖNCEKİ DURAK-I-Söz Başı-
SONDAN BİR ÖNCEKİ DURAK-I-
-Söz Başı-
Osman Gökçe
bilim.ege@gmail.com
www.osmangokce.com
Ruhi Su’nun “çocuklar göçler balıklar” adlı uzunçalarını 08.11.1980’de edinmiştim. “Balık Ağzı” Halim Şerif’in bir şiiri ve bu uzunçaların da 7. türküsüdür. Bugün de ilk günkü gibi duygulanarak dinlerim. Dinlemeyenlere de mutlaka dinlemelerini öneririm. Ancak Ruhi Su’dan ve Ruhi Su bestesi ile dinlenilmelidir, bestesini ben yaptım diyen çalıntıcılardan değil. Bu türkünün özelikle ilk iki dizesi beni çok etkilemiştir. Ne zaman bir işim sarpa sarsa, bir girişimim sonuç vermese, kırılsam, incinsem, beklediğimi bulamasam bu iki dizeyi okumuşumdur içimden ya da dışımdan:
Bu bir kılıç balığının öyküsü
Yazılmasa da olurdu.
Yani ben de derim ki bu bir ormancının üniversite günlüğüdür. Yazılmasa da olurdu. Ama yazdım, yazdım ama okunmasa da olur.
x
Akademisyenlik yıllarımı yazmak istiyorum. Ancak böyle bir konuyu yazmak için çok duraksadım, çok ikircikli oldum. Bunun birkaç nedeni vardı. Ama en temel nedeni üniversite kurumunun tarihi ile ilgili olanıydı.
Üniversite kavramının, Eflatun ve Aristo’nun politik ve dini baskılar olmadan, öğrencileri ile yaptığı felsefi tartışmalardan doğduğu ileri sürülmekte, ilk üniversitenin de Konstantinopoli Üniversitesi adıyla 425 yılında imparator vekili (nâib) Michael tarafından öğrenci loncası olarak kurulduğu bildirilmekte ve bugünkü anlamda ilk üniversitelerin ise Abbâsiler döneminde Bağdat’ta ortaya çıktığı ileri sürülmektedir (http://tr.wikipedia.org/wiki).
Verilen bilgilere göre, Emeviler tarafından Fas’ın Fes kentinde kurulan Keyruvan Üniversitesi 859, Sultan Birinci İdris tarafından kurulan Bağdat’taki Nizanmiye Medresesi 1065, Bologna Üniversitesi 1088, Paris Üniversitesi 1150, Oxford Üniversitesi 1167, Osmanlılar dönemnindeki ilk üniversite olan İznik Medresesi 1331, Fatih Külliyesine dayanan İstanbul Üniversitesi 1453, İstanbul Teknik Üniversitesi 1773, Osman Hamdi’nin kurduğu Sanayi-i Nefise Mektebi 1882’de açılmıştır.
Bu kısa açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, üniversiteler dünya genelinde yaklaşık 1500 yıllık, ülkemizde de yine yaklaşık 700 yıllık geçmişi olan kurumlardır. Bu kadar uzun geçmişi olan kurumların, kuruluşların başlarından geçmeyen kalmamıştır. Bu kurumlar çok şey görmüş, çok şey yaşamışlardır. Çok incelenmiş, irdelenmiş, didiklenmiş, övülüp göklere çıkarılmıştır. Çok yerilmiş, hırpalanmış, yere vurulmuştur. Çok konuşulmuş, çok yazılmış, çok yargılanmışlardır. Haklarında belki de söylenecek hiç bir söz kalmamıştır.
Bir yandan, üniversitelerin kendileri tartışmacı kurumlardır. Tartışmacılık varlıklarının en doğal, en olağan sonucudur. Çünkü üniversiteler bilimsel doğruların peşinde koşarlar. Böylesi bir çaba yani doğruları arama, bulma ve hatta onları kabul ettirme çabası da çok yoğun tartışmaların yaşandığı bir ortamı doğurur, kaçınılmaz kılar. Dolayısıyla, çeşitli başka dış nedenler olmasa bile üniversiteler kendi içlerinde sürekli tartışma yaşarlar. Üstelik bu tartışmalar havada kalan, uçup gidip, kaybolan tartışmalar değildir. Bunlar uzun uzun yazılara dökülürler. Makalelere, kitaplara konu olurlar. Kongreler, konferanslar, sempozyumlar, çalıştaylar düzenlenir, bildiriler sunulur ve bunlar cilt cilt kitaplara dönüşürler. Haklarında diploma tezleri, yüksek lisans tezleri, doktora tezleri yapılır. Üstelik bütün bu etkinlikler tek yönlü, tek yanlı ve yalın değildir. Her konuyu kapsar ve her soruya, her soruna yanıt arar. Belirtilen bu etkinlikler ciltler dolusu, kütüphaneler dolusu kaynaklar oluşturular.
Diğer yandan, üniversiteler uzun geçmişleri boyunca yalnızca kendi iç tartışmalarının konusu olarak kalmamışlardır. Varoluşun tümü ile ve bunların tüm yönleriyle ilgilendikleri için her toplumun her kesiminin de ilgi alanı içerisinde olmuşlardır. Kadınların erkeklerin, köylülerin kentlilerin, varsılların yoksulların, gençlerin yaşlıların, askerlerin sivillerin, dindarların dinsizlerin, politikacıların apolitiklerin kısaca akla gelebilen her toplum kesiminin ilgilendiği, üzerinde konuştuğu, düşündüğü kurumlardır üniversiteler. Örneğin üniversitelerle ilgili dünyadaki gelmiş geçmiş tüm yargı kararları toplansa, bir araya getirilse kütüphanelere sığmaz metinler ortaya çıkar.
Bu nedenle önce, ne kaldı ki ne söyleyeceksin diye düşündüm. Kısacık bir insan ömrü içinde bugüne dek söylenenlere ve yazılanlara ek olarak özgün ne ürettin ki onu yazacaksın dedim kendi kendime ve bu konuyu yazmakta duraksadım.
Sonra bir soru takıldı kafama. Bunca uzun geçmişi olan, bugüne kadar da çok konuşulan ve çok tartışılan üniversitelerin bütün bu geçmişe karşın başlangıcından beri değişmeyen, çözümlenemeyen sorunları var mıdır ve varsa bunlar nelerdir acaba diye düşündüm.
Soruyu sordum amma böyle bir soruyu bilimsel doğrulukta yanıtlamanın hiç de kolay bir iş olmadığını biliyordum. Bir yol bulmaya, işi kolaylaştırmaya çalıştım. Üniversiteler tarihinde yaşanmış ve yaşanmakta olan tüm sorunları arama, tarama, toplama ve değerlendirme yerine kendi üniversite yaşamımda gördüğüm, karşılaştığım süregelen bu tür sorunların üzerinde durmayı yeğledim.
x
Benim akademisyen olmam da olmamam da bir sorundu aslında. Kısaca özetlemeye çalışayım :
İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nin daha ikinci sınıfında öğrenciyken asistan olmayı aklıma koymuştum. Toprak Kürsüsü Başkanı Ord. Prof. Dr. Asaf Irmak’ın Toprak İlmi dersinde kendisi ile bir tartışmaya girmem akademisyenlik serüvenimin bir başlangıcı oldu. Derste tartışma doğuran bir konu nedeniyle Asaf Hocayı ve onun şahsında diğer hocaları suçlamıştım. Öğrencilerle ve mezun ettikleri mühendislerle hiç ilgilenmediklerini ve onların haklarını korumadıklarını ileri sürerek belki de, belki de değil düşünüyorum ki mutlaka ölçüsüzce konuşmuştum.
Asaf Hoca çok nezaketli bir hoca idi. Hem beni bozmadı ve hem de dersin kaynamasına izin vermedi. Beni odasına davet etti, uzun uzun konuşabileceğimizi ve tartışabileceğmizi söyledi. Konu kapandı.
Hocanın odasına daha sonra gittim. Benimle aynı düzeyde iki insan, iki arkadaşmış gibi konuştu. Düşüncelerimi dinledi. Daha sonra da odasına gidip gelmemi doğuran bir yakınlık oluştu. Diploma tezimi de kendisi verdi. Belgrat Ormanlarında Çeşitli Türler Altındaki Humus Tabakalarının Özellikleri konulu bir çalışma yaptım. Yaptığım çalışmadan çok memnun oldu ve fakülte bitince de beni kürsüsüne teknik asistan olarak aldı.
Mutluca ve heveslice çalışıyordum ki ip koptu. Hoca uzunca bir süre için İngiltere’ye ben de askere gittim. Askerlik sonunda asistan maaşının neredeyse dört katı maaş eden bir yevmiye konusu çıktı mühendisler için (10196 Sayılı Kararname). Ailevi yükümlülüklerim nedeniyle istemeye istemeye parayı tercih ettim ve fakülteye geri dönmedim.
Dönmedim amma araştırıcılık tutkum da dinmedi. Uygulamaya geçtim, uygulamada araştırma kurumlarını seçtim ve çalışırken de doktora yaptım. Bir araştırma kurumunda müdür oldum. Ancak politikanın hışmına uğradım, sürgün yedim, vurgun yedim ve meslekten ayrılmak zorunda kaldım. Çok kısa bir aradan sonra doktora çalışmasını yaptığım Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü’nde akademik kademenin en alt basamağından göreve başladım. Yaş 47 idi. Babam Hacı Resul Omar Ağa’nın sık sık yinelediği gibi “Yiğide dar yer olmaz “ dedim ve düştüm yola.
Nefes almadan 2 yıl çalıştım ve 12.10.1989 Tarihinde doçent oldum. Yaşım 49 idi. Arkasından 2 ay sonra da hak ettiğim ödülü aldım, by-pas oldum. Bu birinci by-pasın üzerinden 24 ve ikinci by-pasın üzerinden de 5 yıl geçti. Yaşıyorum hâlâ Nazım Hikmet’in şiirini okuyarak, şiirin Zülfü Livaneli’nin yorumu ile şarkısını dinleyerek :
Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden,
teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları.
Bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz`in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaz`a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri…
Bir yanıt yazın