SONDAN BİR ÖNCEKİ DURAK-II-Durak Başı-
SONDAN BİR ÖNCEKİ DURAK-II-
-Durak Başı-
Osman Gökçe
bilim.ege@gmail.com
www.osmangokce.com
Ders verme düzeyinde akademisyenliğe başladığımda ilk dersi kendime verdim:
1- El fenerinin (Dar alan, yoğun aydınlatma) konumundaki gibi ol. Her konudan albenisi olan üç beş sözcük öğrenme yerine çalıştığın alanın derinliğine in. O yolu iyi aydınlat.
2- Birinci maddedeki kuralı uygularken dünyayı ve çevreyi unutma. Kendini dış dünyaya kapatma. Olayların birbirlerine eklemlendiğini aklından çıkarma. Olay ve olgular arasındaki bağlantıları anlayarak ilerle.
3- Bu yolda ilk yürüyen sen değilsin. Çalıştığın alanda senden önce yürüyen yolcuların yürüyüşlerini ve sen gelinceye kadar üretilmiş bütün bilgileri eksiksizce öğren. Üretilmişleri üretmeye kalkma. Gereksiz yinelemelerden kurtul. Emek israfına meydan verme.
4- Çalıştığın yolun yapılmamış yerinden başlayarak ileriye doğru yol yap, yeni bilimsel bilgiler üret.
5- Bunlar yetmez, senden önce ve senin zamanında senin dışında üretilmiş olanlarla senin tarafından üretilmiş olan tüm bilgileri topla ve yay, duyurulması gereken her yere duyur. Yani öğrendiğini öğret.
6- Akademik felsefen (ömür boyu öğrencilik) olsun.
7- Yaşamında en yüce ve en saygı duyulası iki temel kavramın biri emek, biri sevgi olsun.
8- Mutluluğun anahtarının almak değil, vermek olduğunu bil.
9- Başarının sırrı koşup koşup oturmak değil, sürekli yürümektir.
10- “Dünyanın hiç bir yerinde …” diye söze başlama. Dünyanın her yerini bilen tek bir kişi bile yoktur. Sen de öğrenemezsin dünyanın her yerini. Bu kıpkızıl yalanı apaçık bir övünmenin aracı yapma. Kendini küçük düşürme.
11-Övünmeyi sözlüğünden çıkar. İyi şeyler yap. Yaptıklarını başkası övsün:
Dile gelen iki (Ben) den
Birini yut birin söyle
Sakın kendini kendinden
Benliğini ıslah eyle.
Bu dizeleri daha üniversite öğrencisiyken yazmıştım.
İlk dersi kendime verdim ve akademisyenlikle ilgili ilk çıkarımımı da Asaf Hoca’nın aydınlattığı yolda buldum büyük bir mahcubiyetle. Bekâra avrat boşamak kolay derlerdi ya köyümüzde. Meğer ne kadar da doğru ve ne kadar da güzel derlermiş. “Affet beni Hoca” dedim sessizce.
Hocamı, hocaları fakültede okurken çok eleştirirdim. Onları çok büyük, çok güçlü ve çok önemli gördüğüm için bizlere mesafeli durmalarına kızardım, hiç bir konuda düşüncelerimizin sorulmamasına kızardım, kitap yazmamış olmalarına kızardım, öğrencilik ve mezuniyet sonrası sorunlarımızla ilgilenmemelerine kızardım. Daha bir sürü şeye kızardım ve hocalarımın yapabilecekleri pek çok şeyi yapmadıklarını düşünerek onları suçlardım.
Hoca olduktan sonra alnım sapırtmaç ağacına değdi ve hiç değilse gerçeğin bir bölümünü gördüm. Bizim oralarda anlatılır. Kişi ölünce, önce öldüğüne inanmazmış. Herkes yanında, yöresinde dönüp duruyor. Sonra hep birlikte bir yolculuğa çıkılıyor. Her şey hep birlikte yapılıyor. Hep birlikte bir çukurun başına varılıyor. Çocuk oyunu körebe oynar gibi kendisini o çukura koyuyorlar hep birlikte, üzeri sapırtmaç ağacı denen yassı ağaçlarla hep birlikte kapatılıyor ve arkasından hep birlikte toprak atılıyor. Cemaat, yattığı yerin çevresinde halkalanıyor ve dualar okunuyor hep birlikte. En sonunda herkes çekilip gitmeye başlıyor oyun bitmiş gibi. İşte o sırada ölü de kalkmaya yelteniyor “Ben de gideyim” diyor. Ama başını kaldırınca alnı sapırtmaç ağacına değiyor ve “Eyvah ölmüşüm” diyor. Benim için, acıklı amma olay böyleydi.
Kelin emi olsa başına sürerdi özdeyişi ne kadar da doğruymuş meğer. Hocalar o kadar keldi ki em yetecek gibi değil. (Akademisyenlik bir yaşam biçimidir, bir iş bir meslek değil bir kültürdür. Akademisyenin aşkı bilgi ve bilimdir, onun yaşamında her şey bilgi ve bilimden sonra gelir) gibi iri iri sözler söylemek kolaydır. Oysa ben neler görüyordum? Örneğin, çok değer verdiğim ve yöneticilik de yapan bir profesör hocam her toplantıda biz hocalara, sesinizi çıkarmayın, idare edin der gibi “ Bir dilim ekmek için buradayız arkadaşlar” diye söze başlıyordu. Yine örneğin, eski profesörler yeni profesörlere “Gözün aydın, kalemi kırdın” diyorlardı. Profesör olunca artık yazmaya, çizmeye gerek görülmediğininin olağanlığını dile getiriyorlardı.
Bu örneğinleri uzatmayacağım . Bunların kitap dolusu çoğaltılabilir olduğunu gördüm. İşte doçent olunca üniversitedeki ilk çıkarımım bu oldu ve Fuzûlî’den okudum. Demek ki dedim kendi kendime bu dertler kadim (Ezelî, öncesiz) dertlermiş :
Dost bîvefâ, felek bîrahm, devran bîsükûn,
Dert çok, hemdert yok, düşman kâvî, tali’ zebûn..
Yani Fuzûlî diyor ki,
Dost vefasız, dünya merhametsiz, devir huzursuz
Dert çok, derdimi paylaşan yok, düşman kuvvetli, talihim zavallı ve çaresiz.
Mehmet Kemal, Çare adlı şiirinde “Ankara nere Zara nere-Dayanmak marifet dayan bire” der. Ben de bu sözü tutacağım diye yola çıktım.
Bir yanıt yazın